Ercan Kesal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ercan Kesal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2024 Perşembe

Evimiz neresi?

Ben Kapadokyalıyım. Anadolu’nun ortasında bir yerdir Kapadokya. Eski adı Evenez ya da Venessa olan Avanos isimli küçük bir kasabada doğdum. Altı yaşımdayken, evlerimiz su ve nem yüzünden oturulamaz hale gelince mahalleler afet bölgesi ilan edildi ve birçok aile gibi biz de Ötegeçe’ye, Avanos’un yeni kurulan bahçeli evlerine göç ettik. 

İlk göçümü demek ki çocuk yaşlarımda yaşamışım. Babamla vefat etmeden önceki konuşmalarımızda ailemizin köklerini sorduğumda annesinin yani ebemin kasabamıza yakın Cemel isimli bir köyden gelin geldiğini, dedelerinin devecilik yaptığını, köyün adının da burdan geldiğini söylemişti. Belli ki köklerimiz Türkmenistan, Suriye ya da Irak gibi bölgelere dayanıyordu. Uzak atalarım oralardan göçüp gelmişlerdi. Elbette yaşamak ve ayakta kalabilmek için. Ya bir kuraklık, ya bir salgın hastalık ya da Moğol istilası büyük büyük dedelerimi Avanos’a kadar getirmişti. 

Gerçek evimiz neresiydi acaba? Ya da "gerçek ev" diye bir mekân var mıydı? Çok uzun yıllar sonra nakliyecilik yapan abim kamyonuyla Irak Türkmen bölgesine yük taşıdığı günlerin birinde yolda yürüyen bir adamın arkasından koşup "baba!" diye bağırarak durdurduğunu anlatmıştı. Adam adeta ikizi gibi babama benziyormuş. Abim ihtimal çok eski akrabalarımızdan birisiyle karşılaşmıştı. Annem dağa, taşa, toprağa, bahçedeki domatese, akan suya, benim ders notlarıma bile dualar okuyan inançlı bir insandı. Ama çocukluğumuzun en keyifli ve unutamadığım günlerinden birisi yılın belli haftasında annemin renkli yumurtalar kaynatmasıydı. Yıllar sonra öğrendim ki bunlar paskalya yumurtalarıymış ve ihtimal Müslüman olmayan komşularımızdan bize kalan bir kültür ve lezzetmiş.

Evet, o topraklardan 1922-23 yıllarında bir gecede komşularımızı "artık burası sizin yurdunuz değil" diyerek bir başka ülkenin topraklarına göç etmek zorunda bıraktık. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularımızı. Benzer bir uygulama da gittikleri ülkenin topraklarında yüzlerce yıldır sakin ve mutlu bir biçimde yaşayan Müslüman bir topluluğa dayatıldı. Onlar da göç ederek eski komşularımızın boşalttıkları evlere yerleştiler. Adına "mübadele" denen bu acımasız değiş tokuştan çocukluğumuzun renkli paskalya yumurtaları kaldı. Unutulmaz dostluklarını bırakarak göçe zorlanan komşularımızsa gittikleri ülkenin yeni göçmenleri olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Geldikleri köy ve kasabaların ismini verdikleri yeni köyler, kasabalar kurdular ve adına ‘’rebetiko’’ denilen dünyanın en güzel ve hüzünlü müziğini yaratarak çalıp söylediler.

60’lı yılların sonunda Türkiye’den Almanya ve başka Avrupa ülkelerine işçi göçü başladı. Tarımda makinalaşma sonucunda Anadolu toprakları kendi insanlarını doyuramaz olmuş, yoksul ve işsiz insanlar İstanbul’daki fabrikalarda ucuz işçi olmak ya da Almanya’ya misafir işçi olarak gitmek için göç etmek zorunda kalıyorlardı. Akrabalarımın çoğu Almanya, Hollanda ve Fransa’da uzun yıllar işçi olarak çalıştılar. Dönenlerin çoğu yorgun, hasta ve mutsuzdu. Çocukluğumun en önemli işlerinden birisi de Almanya’ya işçi olarak giden akrabalarımın buradaki okuma yazma bilmeyen yakınlarına gönderdikleri mektupları okumak ve onların cevabını yazmaktı. İki yılda bir ancak on beş gün kadar Türkiye’ye dönebilen ve yanlarında getirdikleri naylon gömlek, çukulata ve filtreli sigaralardan kim oldukları anlaşılan "Alamancı" işçilerden geriye kederli eşlerinin onlar için yaktığı türküler kaldı:

"Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi,
Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin, böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…"

Ama, Türkiye’ye dönmeyen üçüncü ya da dördüncü kuşak gençlerin Almanya’nın kültürel hayatında aldıkları yer ise adeta bir mucizeydi. Bugün edebiyat, müzik ve sinemada birçok Türk asıllı sanatçının ismini gördüğümde bu hikâyeler ve türküler gelir aklıma.

Büyüdüm İzmir’e göçtüm, okudum doktor oldum, mecburi hizmet için Anadolu’nun ortasında bir kasabaya tayin ettiler. Yine "göç etmiştim" işte.

Kasabada sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Bir gün eskiyen ayakkabılarımı bir kundura tamircisine götürdüm. Bir hafta sonra yenisinden bile güzel hale gelmiş ayakkabım beni bekliyordu. Ayakkabıcıya şaşkınlıkla sormuştum: "Ne güzel olmuş! Sen bunu kimden öğrendin ustam?" Ayakkabıcı, 'Ustam bir Ermeniydi, çok iyi bir ustaydı, ondan öğrendim' dedi. “Sonra ne oldu ustana?' sorusunun cevabı 'Ne olacak, göç ettiler, çekip gittiler' olmuştu. Giden ayakkabı ustaları yaşamlarını sürdürebilmek ve bir başka yerde daha iyi ayakkabılar yapabilmek için göç etmek ve belki de göç yollarında hayatlarını kaybetmek zorunda kalmışlardı. Ankara ve kasabalarında uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra 1990 yılında İstanbul’a göçtüm. Daha iyi yaşamak, istediğim gibi hekimlik yapmak ya da iyi bir sinemacı olmaktı hayalim. Senaryolar yazıp filmler çekmek istiyordum. Hekimdim, işsizlik diye bir problemim belki yoktu ama daha iyi yaşam koşulları için gelmiştim İstanbul’a. Hastalarım da benim gibi Anadolu’dan ekmek parası için, çoluk çocukları için, geçim derdiyle gelmişlerdi. İstanbul’un etrafında küçük Anadolu kentleri örülüyordu ve adına iç göç denilen bu hareketin bir tek amacı vardı: Yaşamak… Daha iyi yaşamak…

İstanbul’un kenarına konuşlanmış Anadolu’dan göçmüş hemşehrilerimle buluştum. Onların evlerine, derneklerine, düğünlerine, cenazelerine gittim. Poliklinikler, sağlık merkezleri ve hastane kurdum. Öyle ya da böyle, hepimiz de İstanbul’un yeni göçmenleri olarak kendimize yer yurt edinip, güç sahibi olup bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyorduk.

1995 yılında tüm bunlardan vazgeçip sinema için Fransa’ya göçmeye karar verdim. Sadece yapmak istediğim bir işi en iyi burada yapabilirim inancı değildi, hayallerimin arzularımın da dayatmasıydı bu. Sorbon’a dil eğitimi için kayıt yaptırdım. Okula başladım. 

Paris’te 1980 faşist askeri darbesinden kaçıp gelmiş, yani zorunlu göç etmiş mülteci bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Uzun yılların Türkçe hasreti belki benim Fransızca öğrenmemi engelliyordu ama en azından memleketten getirdiğim rakının yanında olmazsa olmaz beyaz peyniri evin yanındaki Ermeni bakkaldan alabileceğimi hemen keşfetmiştim. Bizden daha önce göç etmek zorunda kalmış Anadolulu bir Ermeniyle yine ortak bir kültürde buluşmuştuk. Renkli Paskalya yumurtalarına beyaz Ezine peyniri de eklenmişti.

Artık İstanbul’dayım. Yaklaşık dört beş sene önce İstanbul’a yeni göçmenler geldi. Bu kez yaşadığımız dış göçtü. Savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler çoluk çocuklarını alarak yanı başımıza kadar göç edip gelmişlerdi.

Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım. Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni."Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmeti vs. Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven… Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri. ”Neden’ der gibi baktım yüzüne.

“Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar' dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu. O günlerde yazdığım bir yazıda, ‘’çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir?’’ diye sormuştum. 

Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?

Şu kısacık yazıda bile göç kelimesini ne kadar çok kullanmak zorunda kaldığımı fark ettim, ne yazık!

Lévi Strauss’tan ödünç alacağım bazı kavramlar olacak şimdi: 

'‘Kültür belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamıdır. Toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdir. Kültür düzen yaratır. Toprağı ekip biçer, yollar, şehirler yaparız. Nesneler icat eder, imal ederiz. İnsanların yeryüzüyle kurduğu ilişkiden kültür doğar. Böylelikle bir düzen yaratılır, birikim sağlanır ve hafıza oluşur."

Hafızanın beyinle bir ilgisi yoktur. Hafızanın evi insanın kalbidir. Hafızasız bir toplum kalpsiz bir toplumdur. Hafıza vicdan demektir ve galiba vicdansız olmakla malulüz artık.

“Toplumlar ise entropi üretirler. Güçlerini dağıtır, toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bir yerlerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Baştaki temel alınan değerler yozlaşır. Toplumlar çatılarını git gide kaybeder, darmadağın olur ve bireylerin yerini kimliksiz atomlar alır."

Bugünlerde tüm dünyanın yaşadığı gibi. Tekrarı ve provası olmayan bir hayatı hakkıyla yaşayıp gitmekten başka bir seçeneğimiz yok, bundan eminim. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzundur çünkü!

“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. İnsan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır."

Bu yaşam denilen bilinmez yolculukta kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. İnsanın vicdanı buna bağlıdır ve onunla var olur.

Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz.

Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

Biz bir aileyiz.

Hiç birimizin göçmen kuşlardan bir farkı yok! 

Göçmen kuşlar binlerce yıldır oradan oraya göç ediyorlar, onlara soruyor musunuz nereye ve niye göç ediyorsunuz, eviniz neresi diye!

Çünkü, tüm dünya evimiz bizim…

Ercan Kesal

(Bu yazı, Ercan Kesal'in 13 Kasım 2019 tarihinde Paris/Sorbon'da düzenlenen "Migrations et Langues" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmanın kısaltılmış halidir.)



12 Nisan 2023 Çarşamba

Cemile


Annem bahçedeki kümesten yakaladığı tavuğu kestirecek birini arıyor. Babamın hiç o taraklarda bezi yok. İki büyük abim gazozhanede. Bana bakıyor; kitap okuyorum, benden de ümit yok. Yan komşumuz Memiş amca’yı bulmak için kendi kendine söylenerek çıkıp gidiyor. Memiş amca emekli astsubay ve annemle iyi anlaşırlar nedense. Az sonra konuşmalarını duyuyorum. Memiş amca askerine emir veren tarzını hiç bozmadan, kış için aldığı odun ve kömürleri anlatıyor anneme. Nasıl ucuza aldığını, odunların kuruluğunu, kömürlerin hiç tozunun olmamasını falan. Merdivenin altında gördüğüm odunlar geliyor aklıma, cetvelle ölçülmüş gibi düzgün ve hepsi de aynı hizada.

Akşama bütün evi saran tavuk kokusu ve üst kat salona kurulan sofra. Şeküre Aba’nın Mehmet Abi gelecekmiş yemeğe. İstanbul’da Kuleli’de hocaymış. ”Subaylara Rusça öğretiyor” diyor babam, çok önemsemesinin yanı sıra sesine biraz da gizem katarak.
Mehmet Özgül Abi’yi ılık bir Eylül akşamı, kucağında kendi çevirdiği Cengiz Aytmatov kitaplarıyla hatırlarım. Yemekten sonra babamla salonun bahçeye açılan kapısının önünde çay içip, eskilerden konuştular. Babam bütün üniversitelilere yaptığı gibi hayranlıkla Mehmet Abi’yi dinliyor. Arada sırada ürkek bir şeyler soruyor ve hemen arkasından tekrar, içli bir hayranlık.
Benim gözüm sehpada duran kitaplarda ama. Mehmet Abi fark ediyor halimi.
“Nasıl” diyor, “okumayı seviyor musun?”
Babam bu sefer kendinden pek emin ve gururlu:
“Çok sever efendim. Çok güzel okuyor. Bakalım, sonradan bozulmazsa…”
Kitapları alıp yavaşça gidiyorum kovuğuma.

Cemile’yle o gün tanıştım. Aytmatov’un bir çocuğun gözünden anlattığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırgızistan’ın bir köyünde geçen, yasak bir aşk hikayesi. Aynı çiftlikte çalışan Cemile ve Danyar’ın aşkı. Aragon’un bile “dünyanın en güzel aşk öyküsü” dediği satırlar.
Hikayenin bir yerinde, Danyar oldukça ağır bir çuval buğdayı tartıdan alıp arabaya koymaya çalışınca, Cemile ona çıkışır ve çuvalı birlikte taşımaları gerektiğini söyler. Bundan sonrasını kitaptan okuyalım:

“…Cemile’nin kendisi de Danyar’ın elini tuttu. Ellerini kavuşturarak çuvalı birlikte kaldırırlarken, zavallı Danyar utancından kıpkırmızı oldu. Daha sonra aynı şekilde birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarak ve başlarını birbirine dokunacakmış gibi eğerek çuvalları her kaldırışta, Danyar’ın nasıl işkence çektiğini, Cemile’nin yüzüne bakmamak için kendisini nasıl zorladığını, dudaklarını nasıl sıktığını görüyordum. Buna rağmen Cemile, tartıda çuvalları tartan kadınla şakalaşıyor ve Danyar’ın o halinden habersiz gözüküyordu…”

Hikâye devam eder. Danyar’ın türküleriyle güzelleşen bozkır ve Cemile’nin cesareti. Hitler faşizminin dünyayı kana buladığı yıllarda çocuklarını savaşa göndermiş Kırgız halkının, “her buğday tanesi cepheye gidiyor” yazılı ambarların önünde düğün yerine gider gibi toplanmaları, kızlı-erkekli, genci-yaşlısıyla faşizmi dize getiren inançları. Danyar’ın bozkırın ortasındaki dolgun başakları dalgalandıran türküleri, genç yüreğimi de dalgalandırmış, insana olan inancımı tazelemişti…

Ercan Kesal

18 Ocak 2023 Çarşamba

501 Numaralı Oda

Ahmet Erhan’a...

501 numaralı oda. Bizim hastanenin en şık odası. Torpilli yani. Çoğunlukla benim ya da hekim arkadaşlarımın yakınlarının hastalandıklarında konuk edildikleri oda.

1997 yılında gelmiştim Okmeydanı’na. İçinde düğün salonu, kamyon tamirhanesi, et lokantası, kıraathane, oto galerisi, muhasebe bürosu ve hafriyatçı olan altı katlı bir binaydı ve benim hayalimde çoktan “hastane” olmaya başlamıştı. Binanın sahibi Erzincanlı Hasan Amca’yla haftalar süren konuşmaların nihayetinde, “mutlu son”a yaklaştığımızı hissetmiştim. Hasan Amca son buluşmamızda, “Tamam Doktor Bey, ben anlaşmaya menfi bakıyorum,” deyince, bir süre korkuyla bakakalmıştım adama. Ama, şimşek hızıyla, onun “menfi”yle “müspet”i karıştırdığını fark ederek, “Tamam Hasan Amca, ben de menfi düşünüyorum! O zaman hayırlı olsun,” diyerek binanın anahtarına kavuşmuştum.

Hastaneyi kurarken, başımdan envai işler geçti: Tepemde hiç durmadan sallanan bürokrasi kılıcı, bitmeyen banka kredileri, ne zaman batacağımı bekleyen meslektaşlarım, akılsız dostlarım, kalbinden kötülüğü silememiş budalalar vs...
Ağzımda kaşıkla yemek masasında uyuduğum gecelerin sonunda ve galiba sadece anamın hayır dualarıyla, onun “Çok istersen olur kuzum,” düsturuyla hastaneyi ortaya çıkarabildim.
Aslında baştaki soruyu sormanın tam sırası: Ben bu hastaneyi niye kurmuştum? Makinelerin sahibi olacaktım öncelikle. Patron olacaktım bir nevi. Ama, farklı bir patron !
“Bakın; hastanecilik, üstelik özel hastanecilik başka türlü de yapılabilir,” diyebilmek içindi tüm çektiklerim. En sevdiklerimin son yolculuklarından önce uğradıkları zorunlu bir istasyon olacağını ise hiç aklıma getirmemiştim. 501 numaralı oda. Babamın, Metin Erksan’ın, Tuncer Necmioğlu’nun, doktor arkadaşım Aydın’ ın ve son olarak da Erhan’ın yattığı oda. Ahmet Erhan’ın yani...
Resim aynı. Acilin önünde yaptığım mutat cenaze konuşması ve oradan cenaze aracıyla gönderilen cenazelerimiz.
Kendime soruyorum, “Ben bu hastaneyi; dostlarımla, sevdiklerimle, yakınlarımla, son günlerinde temiz ve soğuk çarşafların arkasından hüzünlü bakışmalar ve sessiz ağıtlar yaşayayım diye mi kurdum?”
Ne büyük bahtsızlık ve ne çaresiz bir hayal kırıklığı...
Ankara
Yıl 1976... Üniversiteyi kazanmıştım ve taşradan Başkent’ e gidiyordum. Ankara’ya yani... Hayatımda hep soluk ama yakıcı fotoğraflarla yer alan kente.
Nevşehir Lisesi’nden mezun olup Siyasal’ı kazandığım sene, abimin, Anadol kamyonetin arkasına koyup getirdiği üç beş eşyayla birlikte, İç Cebeci’de somyamın bile zor sığdığı küçük bir daireye yerleşmiştim. İlk gece hiç uyumadan, odamın penceresinden korku ve şaşkınlık içinde, karanlık ve sisli bir Ankara’ya baktığımı hatırlıyorum. Ertesi gün yaptığım ilk iş ise Zafer Çarşısı’na giderek, kulağımda Che Guevara marşlarıyla kitapçıları dolaşmak olmuştu. Büyülenmiş
gibi ve büyük bir hayranlıkla. Ankara benim resimle, müzikle, kitapla ve en önemlisi politikayla gerçek manada tanışıp etkilendiğim ilk şehirdir.
Aradan yıllar geçti. Kavga ve koşturmayla geçen, toz duman içinde bir on yıl. Sonra, 1984’te bir doktor olarak döndüm Ankara’ya. Şehre geldiğim ilk gün yaptığım iş, yine Zafer Çarşısı’na gitmek oldu. Ama bu sefer genç bir şairle tanışmaktı derdim; Akdeniz Lirikleri ve Alacakaranlıktaki Ülke kitaplarının şairi Ahmet Erhan’la.
Onu ilk gördüğüm andan aklımda kalan fotoğraf, çarşı içindeki bir sahafın önüne oturmuş, sessizce kitap okuyan, güzel yüzlü bir delikanlı. Ahmet Erhan. Ahbaplarının bildiği haliyle bizim “Erhan” yani. Yavaş yavaş, sessizce konuşmuş, sohbet etmiştik. İlk görüşte de ısınmıştık birbirimize.
Sonra... Sonrası binlerce hikâye, anı ve fotoğraf işte. Şiir, türkü, içki, müzik, dostluk, keder, coşku... Sümer Sokak buluşmaları. Sohbetler, sonsuza kadar sürecek zannedilen arkadaşlıklar. Behçet, Akif, Adnan, Murat, Oktay, Ahmet Telli, Tolga... Oğlu Deniz’in doğumu. Sivas. Behçet’i kaybedişimiz. Azer’in ölümü.
İstanbul
1990 yılına kadar Ankara’da kaldım. Sonra da İstanbul...
Erhan, İstanbul’a da geldi sonra. Kaldı ve yerleşti üstelik. Ama aklı hep Ankara’daydı sanki. Sevgili Hacer’in olağanüstü gayreti ve çabası Erhan’a ömür kattı. Ama yetmedi.
Erken sabah ziyaretlerimin birinde, 501 numarada üç kadın, Erhan’ın rutin vücut temizliğini yapıyordu. Biri, cefakâr eşi Hacer, diğerleri hemşire ve temizlik görevlisi. Bir süredir yatağa bağımlı olan Erhan, sessizce ve tepkisizce yapılanları izleyerek yatağında yatıyordu. Kapıda durdum ve biraz bekledim. Sonra fark etti beni ve bakıştık bir süre...
“Ah kardeşim!” dedim içimden, “Yan yana yürüdüğümüz, sarhoş olup ağladığımız, kucaklaşıp coştuğumuz; uykulu, uykusuz, hiç bitmeyecek zannettiğimiz, gençliğimiz, gecelerimiz...”
Bir hinlik geldi aklıma. Yatağın yanına gelerek, “Tamam birader,” dedim ve sırıtarak devam ettim: “Evet, böyle bir hayalimizi hatırlıyorum. Etrafımızda kadınlar olacaktı. Onlar fır döneceklerdi. Biz yan gelip yatacaktık. Keyif keka.
Ama sanki bu değildi.” İnce, kararmış dudaklarını güçsüzce açıp, gülümsedi.
Birkaç gün sonra da kaybettik...
A. Erhan, her şeyden önce benim dostum ve kardeşimdi; ona dair tarafsız olamam. Ama bütün objektifliğimle söyleyebilirim ki, dünyanın en iyi şairlerinden biriydi. Hayatı da şiiri gibiydi ve hep yazdığı gibi yaşadı.
Acil önündeki mutat cenaze törenine dönelim. Şöyle dedim orada:
“Namık Kemal’in bir dizesi geliyor aklıma: Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına.
“Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez” diyor Namık Kemal.
Evet... Erhan tam da böyleydi işte. Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk.
Erhan yerini, yazdığı şiirlerle belli ediyordu. Kısacık ömür denizinde bir deniz feneri gibi ses verdi hep. Kaybolmuş, yitip gitmiş vücuduna, ancak çıkardığı iniltilerden, yani şiirlerinden ulaşabilirdiniz. Dünyanın en içten, en yakıcı, en sade
ve pürüzsüz şiirleriydi bunlar. Bulduğunuzda kaybolan ve yeniden bir başka sisin içinden, yeni iniltiler çıkaran bir deniz feneriydi Erhan.
J. Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında roman kahramanı, ölen yoldaşını toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir:
“O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!”
Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim.

Ot dergisi, Eylül 2013

(Ahmet Erhan’ı 4 Ağustos 2013 yılında uzun süredir tedavi gördüğü ve kurucusu olduğum hastanenin bir odasında kaybettim. 501 no’lu oda onun kederiyle yazılmış bir yazıdır.)

Ercan Kesal, Velhasıl İsimli Kitabından

13 Kasım 2022 Pazar

 



"Bilgelikle mücehhez olmuyorsa bilgi, aslında, yükten ve çöpten farksızdır."

Ercan Kesal

Mücehhez: 1- Donanmış 2- Hazırlanmış, hazırlıklı (Sıfat)

İzleyiciler