Ataol Behramoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ataol Behramoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2025 Salı

Nagazaki'de Yağmur

Yağmur volta vuruyor Nagazaki'de, sinirli, öfkeli
Küçük kız korku içinde tutuyor elinde kör bir oyuncak bebeği
İstenmeyen bir yağmur bu, ağaçlar hoşlanmıyor ondan
Vişneler çiçekte, başlamış bile çiçek dökümü.
Külle karışık bir yağmur bu, sessiz ölümle dolu bir yağmur
Kör olmuş oyuncak bebek, küçük kız da kör olacak yarın
Zehir yapılacak bir çocuk tabutunun tahtasından
Tasa ve uzun süren kötülükten baharat yapılacak
Kötülük yağmur gibidir, kaçıp gizlenmek olanaksız ondan
Balıklar çıldırıyor, gökten yere düşüyor kuşlar
Güvercinler karga sesi çıkarmaya başlayacak birazdan
Suskun sazan balıkları birbirlerini ısırmaya ve ulumaya başlayacaklar
Kır çiçekleri dişlerini geçirecek etine insanların
Hava inleyecek göğüste, yüreği emecek, kemirecek
Bu yağmur gibi kötülüğe de dayanmaya gücü yok artık Nagazaki'nin
Senin ölmene göz yummayacağız Nagazaki!
Ey uzak, yeşil ve sakin kentlerin parklarındaki çocuklar
Bir şeye inanmak ya da inanmamak değil artık burada söz konusu olan
En yalın anlamıyla insan yaşamıdır söz konusu olan burada
Dinsin bu yağmur, vişnelere yağmasın bir daha...

1957

İlya Ehrenburg (1891-1967)

Çeviren: Ataol Behramoğlu


5 Şubat 2025 Çarşamba

Yeniden Hüzünle

İşte yine can sıkıntısı
bana bir şiir yazdıracak.
Tırnaklarım uzamış,
İçimde yaralı bir aşk.

İçimde yaralı bir aşk
ve  birkaç piyes ölüsü,
birkaç gözyaşı kırıntısı,
intihar gelgiti birkaç.

Sırtüstü uzandım dünyaya,
odamın ampülüne bakıyordum,
ampulün bağlı olduğu borunun
tavanda kıvrılışına.

Tavanda kıvrılışına
birkaç damla gözyaşının
birkaç damla tentürdiyot,
kalbim ağrıyordu, bir yaz-
günü düştüm sokaklara,
karanlık sokaklara düştüm,
bir yaz gecesiydi galiba,
ürpererek indikçe bayırlardan,
kimsesiz ve boş alanlara,
çaresiz, bomboş bir cesettim,
bir suyla dolu bir kova
olarak kalmışım dünyada.
Herkes kim bilir nerdedir-
şimdi? sevgilim...Kim bilir-
nerdesin?
Kalbim -ki bir gün durur-
var mıydı acaba?
Ölümü ve tuzlu 
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya'da.
1965 yılında.
Bir savaş ve hüzün korkusuyla
kahvelere dolardı insanlar
Sevgilim! Sevgilim!
"Kanayan yerim benim"
çürük yumurta, bayat pastırma
ve
bamya yenilen bir lokantada
mareşal fevzi çakmak, koca yusuf
dünya güzeli fatma
dostumdular.
Ben o şehirde yalnızdım
bunu kimseler bilemez
gidip gidip rıhtıma
dururdum.
Kör bir dilenci vardı, o da-
dostumdu, beni-
evlendirmek isterdi kızıyla.
Ben içimde bir acıyla
boyna bir resim yapardım.
Sarı kurdeleli kızlara-
hikayeler anlatırdım hatta
uzak dünyalar ve
albert aynştayn hakkında.
Onlar
uzun uzun susarlardı.
Güzelim kızlari Hürriyet-
gaztesi okurlardı
Ses ve Hafta.

Her şey o kadar birbirinin
aynıydı, hayat-
akıp gidiyordu sıkıntıyla.
Domino taşlarına ve
bir nehrin akışına benzeyen
cesur ve genç hayat. Akıp giden.
Kitapçı vitrinlerini
ve
alanları hızla eskiten-
hayat, bazen-
beni heyecanlandırırdı.
Yağmurlu, ıhlamur ağaçlı bir yolda
kocaman, eflatun, bir güneş
tıkanırdı gırtlağıma
onu karnıma sokardım.
Güneşi, göğsüme ve karnıma.
Akşam-
beni bulurdu bir koyda.
Kırlara doğru
koşardım bir bağırtıyla.
Az önce ıslanmış kırlara,
serin ve bereketli,
her zaman bağışlayan,
o taze, ve hüzün-
anası kırlara...

Sevgilim! Sevgilim
Gece-
yürüyor,
Dünya-
yürüyor ordularla.
Kitaplarla ve matbaacı-
çıraklarıyla. İçimde-
bir dağ çeşmesi akıyor...
Sabah oldu oluyor anında-
eski, külüstür, kömür-
yüklü sarı bir kamyonla
yanında durmuştuk, orman-
battaniyeliydi hala.
Bir hastane odasında-
sabaha karşı, yaralı-
bir onbaşı gibi uyuyordu.
Sabaha-
karşı bir hastane odasında-
aklıma çanlar geliyor.
Bir adam-
kesik çocuk başları satıyor.
Yeniden
hüzünle başlıyorum bir 
romana...

Ataol Behramoğlu, Bir Gün Mutlaka, 1965


24 Aralık 2024 Salı

Sinan Cemgil'li Bir Anı

Ankara, Nisan 19...

Sinan’ın öldürümüyle biten yolculuğuna çıkmadan önce, Ankara’da Bestekâr sokakta, Seyhan ve Vahap arkadaşlarımın evinde bir günlük konuğum. Ev sahipleri yok. Yalnızım. Kapı çaldı, açtım: Sinan Cemgil!.. Güzel bir raslantı! Sinan’ı gazete ve dergilerde çıkan fotoğraflarından az- çok tanıyorum. O beni tanımadı. Tedirgin olmasın diye Che şiirimin ilk dizesini okudum. Kucaklaştık. Ev sahipleri, düşün dünyamıza ortak olan arkadaşlarımız.

Öğle vakti. Karnı açmış. Ben de açtım... Mutfakta büyükçe bir kapta Alemdar paket tereyağı ile bol yumurta ve malzemeli bir menemen hazırladım. Ocağa koydum, az piştikten sonra ateşi söndürüp, üstüne kuru nane ufalayıp, bir kapak kapattım. Koştum, bakkaldan üç şişe Çubuk şarabı alıp geldim. Menemeni sıcağı sıcağına öylece masaya taşıdım. Kapağı açınca menemen buhar basıncı ile vakum yaparak kek gibi kabarmış. Üstüne biraz daha kuru nane ufaladım, incecik doğradığım maydanozdan bolca serptim. Bir lokma aldı:

"Böylesini ilk kez yiyorum" dedi. Sinan'a, "Bu menemen sana özel!" dedim. Menemene saldırdık. Beğeni sözünü yineledi. Sesi hâlâ kulağımdadır... Şişenin biri tez buhar olmuştu. İkincisi de bitmek üzere... İyice esridik... Che şiirimden söz etti. İlk dizeden sonrasını bilmiyormuş. Ben okuyorum, o da ardından her dizeyi yineliyor. Onun sesiyle kendi şiirime tutuldum. "Bu böyle olmuyor!.." dedi. Şiiri bir kağıda yazdım, verdim. Ayağa kalkıp sözcüklere hakkını vererek güzel bir vurgu ve tonlamayla, arada sol yumruğunu havaya kaldırarak ilk dörtlüğü okudu...

Ne güzel okuyordu!.. ODTÜ hipodromunda dinleyicileri coşturacak biçimde şiirler okuduğunu duyardım.

Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara (Gevara)
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa,
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa..
Alaçamın mor meşenin ardına silah çatıp yatmaya
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

(.....)

Sinan o gün coşkuyla okuduğu Che şiirimin yazılı kağıdını katlayıp kot pantolonun cebine koymuştu. Ona o gün, 1966 yılında Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel’den (Hoze Manuel) söz ettim. Henüz haberi yoktu. Ben şiirim için güncelle dirsek temasımı sıkı tutarım. Jose Manuel ve arkadaşlarının dağda topluca katlediliş haberini Cumhuriyet Gazetesi'nde görmüş, Ceyhun ağabeyime de (Ceyhun Atuf Kansu) Demir İşhanı'nda Sol Yayınları bürosunda İlhan’ın çayını içerken okumuştum. Ceyhun Ağabeyim çok duygulanmıştı. Daha sonra Jose Manuel için bir şiir yazdı. (C. Atuf Kansu’ nun 1966 tarihli bu adla bir şiiri vardır.)

Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel, 1964 yılında 20 arkadaşıyla silahlanıp dağa çıkmıştı. (Che o günlerde bugünkü gibi ünlü değil. Yıldızlı kepiyle bilinen fotoğrafı altında 'Wanted’ (Aranıyor!) duyurularıyla Latin Amerika gazetelerinde yeni yeni görünmeğe başlamıştı. Yine Cumhuriyet gazetesinin Ekim 1966 yılındaki bir sayısında Che’nin ünlü fotoğrafı altında şöyle bir haber vardı: ”Bugünlerde Latin Amerika’ da bir devrimci aranıyor!''

Che arkadaşlarıyla 6 ekim 1967 yılında yakalandı, 9 ekim günü emperyalizm ve işbirlikçilerin kurşunlarıyla gövdesi delik deşik edildi.

Jose Manuel, yirmi devrimci arkadaşıyla 1966 yılı yazında ormanda Amerikancı ordunun askerleri tarafından öldürülmüşlerdi. Cenazeleri dağdan indirildi. Caracas’ın en büyük caddesinde tabutlarının ardından on binler yürüdü. Hugo Chavez’in ayak bastığı topraklarda bir de böylesi alçakgönüllü çağdaş destansı bir öykü vardır…

Benim, Sinan’ın hayalindeki yolculuğun zerresinden haberim yok, şarap içiyor ve ben boyuna bu konuyu ayrıntılarıyla konuşup duruyorum. Sinan’ın beni dinlerken arada dalıp gittiğini anımsıyorum. Sarhoşluk da var serde. ’Esriklik’ deyip estetize etmiyorum. İkimiz de çakır keyifliği aşan bir saadet içindeydik...

Ne hazin!.. Sinan, Kürecik’ te Amerikan Radar üssüne saldırmak için arkadaşlarıyla çıktığı yolculukta öldürülüp dağdan indirildiğinde o günün faşist zorbalık ortamında cenazesinin başında yalnızca babası (Adnan Cemgil) ve annesi vardı. Türk devrimcileri hep yalnız ve mahzundular. Hani ne derler: "Halksız şehzade gibi mahzun."

Egemenler ve emperyalizm, devrimcilerin işçi ve köylülerle kaynaşmasını ancak cinayetlerle engelleyebildiler…

Che Şiirimle İlgili Bir Anı ve Osman Arolat

2004 de Can yayınlarından toplu şiirlerim çıktı. Erdal Öz'ün ve Deniz Kavukçuoğlu’nun yakın ilgisiyle İstanbul Kitap Fuarı’nın resmi konuğuyum. Benim için bir açık oturum düzenlenmiş: ''Hazır Ol Kalbim Odağında Metin Demirtaş Şiiri''. Konuşmacılar: Mustafa Şerif Onaran, Ataol Behramoğlu, Sezai Sarıoğlu, sanat enstitüsünden sınıf arkadaşım Devlet Tiyatrosu oyuncusu Mustafa Yalçın. Bir de, bana Sinan’ın şiir okuyuşunu anımsatan, Devlet Tiyatrosu oyuncusu Haldun Özgeneç. Che şiirimi olağanüstü bir ses ve yerinde vurgulamalarla okumuştu.

Ara verildi. Nihat Behram'a rastladım. Az ötede Osman Arolat’ı birkaç arkadaşıyla gördüm. ‘Merhaba’ dedim. Tanıyamadı. Kimsin? der gibi bir şaşkınlık gösterdi.

Arolat’ı Ankara’da katıldığımız yürüyüşlerden tanırım, arkadaşları ona 'Oralet Osman' diye takılırlardı. Oturup bir çay içimi görüşmüşlüğümüz yoktur..

Ben, kendimi tanıtmak için “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” der demez, yanındaki arkadaşlara, ''İşte yakaladım; bakın!.. Bu arkadaş bizi CHE şiiriyle dağlara özendirdi, tava getirdi, kendi düzde kaldı...” gibi bir şeyler söyledi, hep beraber gülüştük...

1967 de, “Bizim de delikanlılarımız vardır” demiştim. O günlerde de, bugünkü gibi yiğit kızlarımız vardı. Bu beni hep tedirgin etti. İngilizce’ye bu biçimiyle çevrildi. Bugün dizeyi hem oğullarımızı hem kızlarımıza seslenir biçimde :

"Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara" diye okuyor ve düzeltiyorum.

Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara
Yokluklardan bi yol kopup gelmiş
Üç zeytin az ekmek üniversitelerde
Düzen çarpar önce, yoksulluk vurur
Öfkeli dolanırlar caddelerde.
Ve başkaldırırlar akılları suya erende.

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı
Kongo hepimizin Kongosu
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

Menemenimize eşlik eden üçüncü şişe de bitti. Şarap getirmek için davrandım. Sinan hemen kalktı, Vahap’ ın gömleklerinden birini sırtına geçirdi ve benden önce bakkala koştu. Menemenin, şarabın ve şiirin büyüsü ile mutluluktan uçuyoruz...

Konuşmalarından Kürecik yolculuğuna ilişkin en ufak bir izlenim edinmedim. Yalnız bir iki saat önce Münir Ramazan Aktolga geldi, kapıdan Vahap’ı sordu, gitti. Garip bir telaşı vardı.

Sinan'ı dinlerken bir kulağım kapıda: Seyhan ve Vahap geliverirler ümidi içindeyim.

Şaraplı, şiirli yarenliğimizi onlarla sürdürmek istiyoruz.

Vahapların geleceği yok. Yeniden sofraya oturduk. Ben bir espri yaptım: ''Kısmetsiz hav hav kurban bayramında Hıristiyan mahallesinde gezinirmiş...'' Gülüştük.

Bugün ne zaman böyle bir menemen hazırlığına girişsem, Sinan'ı hatırlarım ve sesi kulağımda çınlar...

Sevim Abla da (Belli) cacığa maydanoz doğrarken İlhan'ın (Erdost) sesi kulağında çınlarmış. İlhan’ın, “Kürt Cacığı” diye adlandırdığı bol maydanozlu özel bir cacık hazırlama usulü vardı. Cacığı hazırlarken olayı törensel bir havaya büründürür, kimseyi işine karıştırmazdı...

Bu satırların yazıldığı tarih 18 Mart 2013. Nihat Behram İsviçre’den on günlüğüne İstanbul’a gelmiş. Nihat’a, "Bir- iki gün için Antalya’ya gelebilirsen Hem Yusuf Aslan’ın annesini ziyaret hem de onlara yakın Hasan Hüseyin'in alçakgönüllü aşevinde aynı tertip, menemen ve şarapla dedim.

Umutsuzluk Yasak ve Sinanlar'a şiirlerimin Yazılış Sürecinin Tanığı Bir Arkadaş

Ankara'daki menemen ve şarap yarenliğimizden 1 yıl sonra, 31 Mayıs 1972’ de Sinanlar'ın öldürüm haberleri geldi. O an Antalya’da yağmurlu havalarda omzu ipli hamalların sığınağı olan, adını benim uydurduğum hızar talaşı, reçine, kızarmış balık, soğan ve şarap kokan 'Eşek Semeri Meyhanesi’ndeydim. Meyhanenin avluya çıkış kapısında semeri andıran antik bir kemer vardı... Ataol ile de bu meyhanede rakı içip, söyleşmiştik. Eve koştum. Karımın şaşkın bakışları arasında Sinan için uzun süre ağladım...

Sonra, bisikletime atlayıp, Şarampol semtinde oturan Zeytinköy İmam Hatip Lisesinde edebiyat öğretmeni sosyalist bir arkadaşıma (T.Ü) gittim ve yasımı orada sürdürdüm.

Umutsuzluk Yasak şiirimi göz yaşlarımla orada tamamladım. Elimdeki defter yaprağına şiiri geçirdim ve arkadaşıma verdim. Gelirken şiiri zaten zihnimde iyice yoğurmuş ve ezberlemiştim. Zaten Ulaş’ın bir evin bodrumunda kıstırılıp öldürüldüğü günlerde ilk dize yüreğimden havalanmıştı! Şiiri ağlayarak yazdığımın tanığı olan arkadaşım, 1969 Temmuz'unda, Kayseri’ de eli meşaleli gerici yobazlara karşı Fakir Baykurt ve öğretmen arkadaşlarıyla kavga vermiştir. O gün Kayseri’de TÖS’lü öğretmenleri toplu halde yakacaklardı. Başaramadılar. İştahlarını Sivas'a saklamışlar…

Yukarıdaki öğretmen arkadaşım bugün Almanya’da taksicilik yapıyor. “Yetmez ama evetçiler” taifesine katılmasını içime sindiremedim. Kaçak kuran kursları konusundaki duruşunu da bu kırgınlığa eklemeliyim. Yıllarca aydınlanma ilkeleriyle öğrenci yetiştiren bir öğretmen, merdiven altı kaçak kuran kurslarında başları örttürülen küçücük kız çocuklarının, hiçbir pedagojik eğitimi olmayan zır cahil insanlara teslim edilmesinden nasıl isyan etmez, normal sayabilirdi!?..

Öğretmen arkadaşım daha sonraki günlerde de, aile boyu döneklerden birinin "Atatürk niye demokrasiyi getirmedi; bir diktatördü." diyerek, Atatürk’e her yazısında saldıran tombul köşe yazarının yazılarını çevresine “Okuyun!” diye salık verdiğini duydum, iyice soğudum...

Bugün bu anlayıştaki dönek ve liboşların safına geçmiş öyle çok “solcu eskisi” arkadaş var ki, ülkemizin üstüne faşizm bir karabasan gibi çökmüşken, saldıracak başka biri yokmuş gibi, Mustafa Kemal Atatürk’e, CHP ve orduya saldırmayı bir marifet sayıyorlar.

Her şeye karşın, andığım öğretmen arkadaşın, Sinanların öldürüldüğü günlerde acımı paylaştığını ve beni teselli etme inceliğini gösterdiğini unutmamışımdır.

"Arkadaşlık ağaca benzer/ Kurudu mu yeşermez bir daha artık."

Nazım’ın söylediği gerçekleşmesin diye yüreğimin bir köşeciğinde ortak anıları hep ısınık tutmaya çalışmışımdır.

Ülkemizin En Yiğit, En Güzel Çocukları Emperyalizmin Sivil - Asker İşbirlikçileri Eliyle Acımasızca Katledildiler.

Ve Böyle Böyle Yurdumuz Bu Hallere Düştü, Düşürüldü!...

Evet, Sinanlar’ın öldürüm haberiyle o akşam şiirimin ilk dizesi, ilk tohumu yüreğime düşmüştü. Dizeler, Kızıldere’dekilerin ve İstanbul’ da bir evin bodrumunda kıstırılıp kurşunlarla delik deşik edilen Ulaş’ın ve katledilen tüm yurtsever devrimcilerin acısına bulanmış, birikmiş acıların şiirime yansımasıydı...

Sevgili arkadaşım Ataol’un yeni bir kavram olarak sözlüğümüze kazandırdığı ve Melih Cevdet Anday’ın da severek kullandığı 'Organik şiir'e örnek şiirlerdir; Umutsuzluk Yasak ve Sinanlara başlıklı şiirlerim. Her iki şiirin imge ve sözcükleri yüreğimin ve gövdemin büyük kan dolaşımında dolaşmıştır. “Kavruldu en yamanı çiçeklerin” derken son kırk yılda yitirdiğimiz tüm değerlerimizin adları zihnimden geçit yaptılar.

Deniz, Yusuf, Hüseyin, Ulaş, Cihan, Taylan, Doğan Öz...

Ve diğer tüm "Ölmez ölülerimiz" gibi yurtsever aydınlar, gençler bu dünyaya bir daha zor gelir...

Hepsi de ülkemizin en nitelikli insanlarıydı. Baskılar, sömürü ve zulüm hükmünü dünden ziyade sürdürüyor.

26 Mayıs 2013

Bekir Yıldız'ın Küçük Kızının Anlattığı

Bekir Yıldız’ın küçük kızı 1983 yılında Antalya'da konuğumuzdu. Bir akşam şöyle dedi:

"Metin Amca biliyor musun, Adnan Amca, (Adnan Cemgil) oğlu Sinan için yazdığın şiiri hep cebinde taşıyor ve gittiği her yerde duygulanarak okuyor."

Bunu duyduğumda onur duymuştum. Adnan ağabeyi az- çok tanırdım: TİP Bursa mitinginde faşistlerin sopalı saldırısından hayatını kurtarması bir mucize idi.

Adnan Ağabeyin adıma imzalı kimi çeviri kitapları kitaplığımda durur. Saygı ve sevgi duyduğum 'Eski Tüfek' saygın sosyalistlerdendir.

Adanmış Şiirlerim

Şiirime ad olan, "Umutsuzluk Yasak" söylemi anonim bir söylem sanılır. Bu söylem sevgili şairimiz Ahmed Arif’indir. Kendisinden şiirime ad olarak iznini istediğimde bana, "Onur duyarım" demişti.

Sinanlara adadığım şiirim de, Umutsuzluk Yasak şiirimin tohumundan çiçeklenmiştir.


Metin Demirtaş, Gerçek Edebiyat, 26 Mayıs 2013 

Fotoğraf: Sinan, Şirin ve Taylan Cemgil

25 Eylül 2024 Çarşamba

Bu Aşk Burada Biter

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çeçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir

Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler

Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider

Ataol Behramoğlu, Bir Gün Mutlaka, 1965


8 Eylül 2024 Pazar

Üç Şiir / Resul Hamzatoviç Hamzatov

Ne Deliyim

Ne deliyim ne körüm
Ne sağırım ne sayrı
Mutluyum kısacası
Ve hiçbir şey istediğim yok
Senden felek
Ama yine de
Ucuz olsun ekmek
Ve pahalı olsun insan hayatı

Çeviri: Mazlum Beyhan
............................................................................................

Sana İlişkin

Sana ilişkin her düşüncem
Bir dize olabilseydi koca bir şiirden
Hiçbir aşk kitabı
Daha büyük olmazdı benim bu kitabımdan
Ama şimdilik pek ince bu kitap
Çünkü üzerinde pek çalışamıyorum
Seninle geçirebileceğim saatleri
Şiire harcamaya kıyamıyorum.

Çeviri: Mazlum Beyhan
...................................................................................

Dağlar

Bu ışıklı gökkubbenin altında
Birkaç dakikaları bile kalmış olanlar
Yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi
Koşuşturup duruyorlar
Ve uzakta, binlerce yıllık suskunlukta
Dağlar, bu telaşçı kalabalığa bakarak
Donup kalmışlar haşin ve kederli
Sanki birkaç dakikaları kalmış gibi yaşayacak

Çeviri: Ataol Behramoğlu

Şiirler: Resul Hamzatoviç Hamzatov (08 Eylül 1923 - 03 Kasım 2003)


15 Ağustos 2024 Perşembe

Tek Başınalık

Ben tek başına ne yapabilirim
diye düşündü biri
ve hiçbir şey
yapmamaya
karar verdi

Ben tek başına ne yapabilirim
diye düşündü bir öteki
ve yalnızlığının
kuytuluğuna
çekildi

Ben tek başına ne yapabilirim
diye düşündü bir üçüncü
ve tek başına
düşünmeyi
sürdürdü

Ben tek başına ne yapabilirim
diye düşündü yüzbinler
Ve tek başınalıklarını
sürdürdüler

Ben tek başına ne yapabilirim
diye düşündü milyonlar
milyonlarcaydılar
ve tek başınaydılar

Bu arada birileri
onlar adına karar vermekteydi

Tek başına olduklarını sananlar
Topluca ortadan kaldırıldılar...

Ataol Behramoğlu

Resim: Lütfi Ulusoy, Suluboya Çalışma


26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

21 Şubat 2024 Çarşamba

Zenciyim Ben

Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara.

Köleydim her zaman
Saray basamaklarını temizledim eski Roma’da
Washington’da ayakkabı boyamaktayım şimdi.

Emekçiydim her zaman
Mısır'da piramitleri kuran benim
Benim, harcını karan gökdelenlerin.
Türkücüydüm her zaman
Afrika’dan Missuri’ye kadar yaydım türkülerimi
Çınlar kederli ezgisi onların her yerde
O tamtam ritmi.

Kurbandım her zaman
Kongo’da kırbaçla dövdüler beni
Ve şimdi linç edilmekteyim Teksas’ta.

Zenciyim ben
Gece gibi
Afrika’nın derinlikleri gibi kara.

Langston Hughes

Çeviren: Ataol Behramoğlu




31 Ocak 2024 Çarşamba

Barış

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.

Akşam alacasında, gözlerinde ferah bir gülümseyişle döner ya baba
elinde yemiş dolu bir sepet;
ve serinlesin diye su, pencere önüne konmuş toprak testi gibi
ter damlalarıyla alnında...
barış budur işte.

Evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman
ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,
yangının eritip tükettiği yüreklerde
ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,
ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,
boşa akmadığını bilerek, kanlarının,
barış budur işte.

Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur akşamda
yüreği korkuyla ürpertmediğinde sokaktaki ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda sadece.
Barış, açılan bir pencereden, ne zaman olursa olsun
gökyüzünün dolmasıdır içeriye;
gökyüzünün, renklerinden uzaklaşmış çanlarıyla
bayram günlerini çalan gözlerimizde.
Barış budur işte.

Bir tas sıcak süttür barış ve uyanan bir çocuğun
gözlerinin önüne tutulan kitaptır.
Başaklar uzanıp, ışık! Işık! -  diye fısıldarlarken birbirlerine!
Işık taşarken ufkun yalağından.
Barış budur işte.
Kitaplık yapıldığı zaman hapishaneler
Geceleyin kapı kapı dolaştığı zaman bir türkü
ve dolunay, taptaze yüzünü gösterdiği zaman bir bulutun arkasından
cumartesi akşamı berberden pırıl pırıl çıkan bir işçi;
barış budur işte.

Geçen her gün yitirilmiş bir gün değil de
bir kök olduğu zaman
gecede sevincin yapraklarını canlandırmaya.
Geçen her gün kazanılmış bir gün olduğu zaman
dürüst bir insanın deliksiz uykusunun ardı sıra.
Ve sonunda, hissettiğimiz zaman yeniden
zamanın tüm köşe bucağında acıları kovmak için
ışıktan çizmelerini çektiğini güneşin.
Barış budur işte.

Barış, ışın demetleridir yaz tarlalarında,
iyilik alfabesidir o, dizlerinde şafağın.
Herkesin kardeşim demesidir birbirine, yarın yeni bir dünya
kuracağız demesidir;
ve kurmamızdır bu dünyayı türkülerle.
Barış budur işte.

Ölüm çok az yer tuttuğu için yüreklerde
mutluluğu gösterdiğinde güven dolu parmağı yolların
şair ve proleter eşitlikle çekebildiği gün içlerine
büyük karanfilini alacakaranlığın...
barış budur işte.

Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.

Ve toprakta derin izler açan sabanların
tek bir sözcüktür yazdıkları:
Barış
Ve bir tren ilerler geleceğe doğru
kayarak benim dizelerimin rayları üzerinden
buğdayla ve güllerle yüklü bir tren.
Bu tren, barıştır işte.

Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
tüm evren, taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.

Yannis Ritsos

Çeviri: Ataol Behramoğlu

Resim: Kawase Hasui


9 Aralık 2022 Cuma

Şair İşçidir


Bağırırlar şaire:
"Bir de torna tezgâhı başında göreydik seni.
Şiir de ne?
Boş iş.
Çalışmak, harcınız değil demek ki..."
Doğrusu
	bizler için de 
en yüce değerdir çalışmak.
Ve kendimi
	bir fabrika saymaktayım ben de.
Ve eğer
	bacam yoksa
İşim daha zor demektir bu.
Bilirim
hoşlanmazsınız boş lâftan
kütük yontarsınız kan ter içinde,
Fakat 
bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan:
Kütükten kafaları yontarız biz de.
Ve hiç kuşkusuz
	saygıdeğer bir iştir balık avlamak
çekip çıkarmak ağı.
Ve doyum olmaz tadına
	balıkla doluysa hele.
Fakat
daha da saygıdeğerdir şairin işi
balık değil, canlı insan yakalamadayız çünkü.
Ve doğrusu
	işlerin en zorlusu
yanıp kavrularak demir ocağının ağzında
su vermektir kızgın demire.
Fakat kim
	aylak olduğumuzu söyleyerek
			sitem edebilir bize;
Beyinleri perdahlıyorsak eğer
			dilimizin eğesiyle...
Kim daha üstün, şair mi?
yoksa insanlara
Pratik yarar sağlayan teknisyen mi?
İkisi de.
Yürek de bir motordur çünkü
ve ruh, onun çalıştırıcısı.
Eşitiz bizler
	şairler ve teknisyenler.
Vücut ve ruh emekçileriyiz
		aynı kavganın içinde
Ve ancak ortak emeğimizle
		bezeriz evreni
			marşlarımızı gümbürdeterek
Haydi!
laf fırtınalarından
	ayıralım kendimizi
		bir dalgakıranla.
İş başına!
Canlı ve yepyeni bir çalışmadır bu.
Ve ağzıkalabalık söylevci takımı
değirmene yollansın dosdoğru!
Unculuğa!
Değirmen taşı döndürmeye laf suyuyla!
Vladimir Mayakovski
Çeviri: Ataol Behramoğlu

13 Nisan 2016 Çarşamba

veda

                                            karıma

rüyalarında geleceğim bazan
beklenmedik bir konuk gibi uzaktan. 
sokakta bırakma beni
kapıyı sürgüleme üstümden. 
usulca gireceğim. oturacağım ses çıkarmadan, 
gözlerimi dikeceğim seni görmek için karanlıkta.
sana bakmaya doyunca
bir öpücük konduracak ve çıkıp gideceğim.


Nikola Vaptsarov,  Çeviri: Erdal Alova

  

                                       karıma

Geleceğim bazen uykudayken sen
Beklenmedik, uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden. 
 

Usulca girecek, bir yere ilişeceğim
Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne.
Görüntün doyasıya dolacak gözlerime
Seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim.

Nikola Vaptsarov,  Çeviri: Ataol Behramoğlu

21 Temmuz 2015 Salı

Gül Satıcısı (Gulfiroş)

Bir gül satıcısı gördüm uyandığımda 
Çok sevindim, gülü kalbe değişeceğine
Gülü kalbe değişeceğine

Bir kalbimiz vardı, hastalık ve yara dolu
İnanamadım önce, gülü kalbe değişeceğine
Gülü kalbe değişeceğine

Pazarlık ettik; “Takas etmem” dedi;
“Güle tapan canını da verir üstüne
Canını da verir üstüne”

Sordum: “Can ve kalbini kim değişir bu güle!”
“Pazarlık bu” dedi. “Yaralı ya kalbin
Yaralı ya kalbin”

Canımı da kalbimi de verdim, kalp feryat etti;
“Hey Cegerxwin, bir güle değişti kalbini 
Bir güle değişti kalbini.”

Cegerxwin    Çeviri: Gani Bozarslan,  

Dünya Şiir Antolojisi, Hazırlayanlar: Ataol Behramoğlu& Özdemir İnce, Pozitif Y., 2013, Cilt II, Sayfa: 297


10 Kasım 2010 Çarşamba

Ben Ölürsem Akşamüstü Ölürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Şehre simsiyah bir kar yağar
Yollar kalbimle örtülür
Parmaklarımın arasından
Gecenin geldiğini görürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Çocuklar sinemaya gider
Yüzümü bir çiçeğe gömüp
Ağlamak gibi isterim
Derinden bir tren geçer

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Alıp başımı gitmek isterim
Bir akşam bir kente girerim
Kayısı ağaçları arasından
Gidip denize bakarım
Bir tiyatro seyrederim

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm
Uzaktan bir bulut geçer
Karanlık bir çocukluk bulutu
Gerçeküstü bir ressam
Dünyayı değiştirmeye başlar
Kuş sesleri, haykırışlar
Denizin ve kırların
Rengi birdenbire karışır

Sana bir şiir getiririm
Sözler rüyamdan fışkırır
Dünya bölümlere ayrılır
Birinde bir pazar sabahı
Birinde sararmış yapraklar
Birinde bir adam
Her şeye yeniden başlar

Ataol Behramoğlu



İzleyiciler