Behçet Aysan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Behçet Aysan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2025 Cuma

Sevmeyi Unutanlar İçin

sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan her şey gibi
aşklarınız da.
 
yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.

ne leylakların
     tomurundan
haberiniz var

ne önünüzden
kara bir tabut
gibi geçen geceden.
 
sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
yalan aşklarınız
da.

Behçet Aysan (Karasevda)



25 Şubat 2025 Salı

Yeni Bir Gökyüzü Aranıyor

yüzümün sürgün yerlerine
ayışığının şavkı vurdu

ve kederli çizgiler

büyüdü aynadaki çatlak.

düşündüm hani
birbirimize verdiğimiz
o ilk öpüşün karanfili

şimdi nerdedir
o gürül gürül akan dağ çeşmesi.

biliyorum dumanlı yıllar geçti
kötü yıllar, hüzünlü ve savruk

karşılaşınca bir sokak ortasında
bir gün, tanımayacağız bile

birbirimizi

çünkü biraz da yaşadıklarımız
değil midir yaratan yüzlerimizi

acılarımız
umutlarımızdır

ince bir kıvrım
ince bir yitiş

hepsi birer birer
yol alır giderler

mavi damarlı
etten ve kemikten bir atlasta.

ben de onlar gibi

yol alıyorum karanlıklara doğru
bütün bildiğim yıldızlar söndü

geride
büyük bir aşk bırakarak

yol alıyorum karanlıklara doğru

ama kitaplar onu hiç yazmayacak.

yeni bir gökyüzü aranırken

bir sokak ortasında bulacaklar
yoksul ve soğuk bedenimi.

Behçet Aysan, Düello, Kırmızı Yayınları, S.201-202


1 Eylül 2024 Pazar

Ayna

Kırılınca bir büyük ayna
Şarkılar da yarım kaldı
Büyü bozuldu, durdu saatler
Suda suretimiz asılı kaldı.

Yoktu, şehirler gezdim ülkeler
Düşlerim sahipsiz kaldı
Ve şimdi kim bilir nerdeler
Gül güle değdi solmuş kaldı.

Anıları öğütür değirmenler
Bir aşk söyleyin ki bana
Daha başlarken öl demeler.

Kırılınca bir büyük ayna
Aşk bitti şarkılar yarım.

Behçet Aysan

Fotoğraf: Nurcan Azaz, Street, İstanbul, 2016


31 Temmuz 2024 Çarşamba

Hoşça kal Genco Abi

Konuşmaya Genco Abi’yi 83 yaşında mahkemelerde süründürenler kimlerdi, diye mi başlasak? 

Yıl 1996. Yirmili yaşların başındayım. Behçet Aysan Şiir Ödülü yeni verilmeye başlanmış. O tarihlerde ödül için inanılmaz katkılar sağlayan iki dostum Hakan Dündar ve Akif Yeşilkaya ( Hala Hakan’ın tasarladığı görselleri kullanıyoruz, bunca yıl sonra bile…) o yılki ödülün içeriğinden de sorumlu. Dr. Harun’la birlikte çabalıyorlar. O yıl ödüle Genco Erkal davet edildi. O dönem bir yandan da Simyacı’yı oynuyordu. Muazzam turne trafiğine rağmen geldi. Sahnede Nazım’la başlayan ve babamla biten bir şiir gösterisi sundu. Akşamki bütün konuşmalarımız Sıvas üstüneydi. Ve bir şeyler sanki şekillenmeye başlamıştı onda. Daha sonra Max Frisch’in Saf Adam ve Kundakçılar’ını sahneye koydu ve oynadı. Oyundan sonra, Sivas için bu oyunu oynuyorum ama yetmiyor demişti. Derken Sıvas 93 geldi. O muazzam belgesel oyun. Yıllar sonra geniş kitleler tiyatro sanatı aracılığıyla bu ülkedeki en korkunç katliamın nasıl gelişim gösterdiğini izledi. 
Niye bunları yazıyorum? Memleketimizin alacalı tarihi Genco Erkal’ın tarihidir. Cumhuriyet sonrası tiyatromuzdan söz açacaksak da onun adını hemen ilk sırada veririz. Sorumlu aydın kimliği ders niteliğindedir. 

O, hiçbir zaman gerçek anlamıyla sanatın gücünü kullanan bir tiyatroyu ayakta tutmanın gündelik popülist söylemlere, isimlere, “star sistemine” dayanmadığını bildi. Ve bunu sanatta ışığı hiç sönmeyen bir yıldız olarak kalmayı başararak yaptı. Tiyatro için salt oyunculuğun değil, aynı zamanda sahnenin tüm unsurlarını (Yönetmen, çevirmen, yazar, dramaturg) layığıyla kullanarak seksenin üstündeki yaşına rağmen üstün bir performansla çıktı seyircinin karşısına. 1959’da “Çöl Faresi” oyununda başlayan tiyatro yaşamını tam 173 oyunla pekiştirdi. Dahası her yeni oyununun bir öncekinden daha fevkalade olması için çaba gösterdi. Zoru başardı da.

Hadi konumuza dönelim: Genco Erkal’a, yüz metrede tiyatro sanatımızın en büyük koşucusuna açılan davadan da söz açmalıyız. Konumuz, onu gözümüzden sakınırken geldiğimiz son nokta… Konumuz, doğadan, yaşamdan, haktan, adaletten yana bir sanatçıya reva görülenler… Konumuz, ahlaksız ticaretin, ilkesiz siyasetin, niteliksiz eğitimin, emeksiz zenginliğin, vicdansız hazzın, insaniyetsiz bilimin, gösterişe dayalı ibadetin, kanunsuz adaletin olduğu yerde bir sanatçıya yaşatılanlar…

Konumuz büyük. Konumuz geniş. Konumuz acılı. Konumuz hüzünlü.

Hoşça kal Genco Abi. Her şey için çok teşekkür ederim.

Eren Aysan

18 Ocak 2023 Çarşamba

501 Numaralı Oda

Ahmet Erhan’a...

501 numaralı oda. Bizim hastanenin en şık odası. Torpilli yani. Çoğunlukla benim ya da hekim arkadaşlarımın yakınlarının hastalandıklarında konuk edildikleri oda.

1997 yılında gelmiştim Okmeydanı’na. İçinde düğün salonu, kamyon tamirhanesi, et lokantası, kıraathane, oto galerisi, muhasebe bürosu ve hafriyatçı olan altı katlı bir binaydı ve benim hayalimde çoktan “hastane” olmaya başlamıştı. Binanın sahibi Erzincanlı Hasan Amca’yla haftalar süren konuşmaların nihayetinde, “mutlu son”a yaklaştığımızı hissetmiştim. Hasan Amca son buluşmamızda, “Tamam Doktor Bey, ben anlaşmaya menfi bakıyorum,” deyince, bir süre korkuyla bakakalmıştım adama. Ama, şimşek hızıyla, onun “menfi”yle “müspet”i karıştırdığını fark ederek, “Tamam Hasan Amca, ben de menfi düşünüyorum! O zaman hayırlı olsun,” diyerek binanın anahtarına kavuşmuştum.

Hastaneyi kurarken, başımdan envai işler geçti: Tepemde hiç durmadan sallanan bürokrasi kılıcı, bitmeyen banka kredileri, ne zaman batacağımı bekleyen meslektaşlarım, akılsız dostlarım, kalbinden kötülüğü silememiş budalalar vs...
Ağzımda kaşıkla yemek masasında uyuduğum gecelerin sonunda ve galiba sadece anamın hayır dualarıyla, onun “Çok istersen olur kuzum,” düsturuyla hastaneyi ortaya çıkarabildim.
Aslında baştaki soruyu sormanın tam sırası: Ben bu hastaneyi niye kurmuştum? Makinelerin sahibi olacaktım öncelikle. Patron olacaktım bir nevi. Ama, farklı bir patron !
“Bakın; hastanecilik, üstelik özel hastanecilik başka türlü de yapılabilir,” diyebilmek içindi tüm çektiklerim. En sevdiklerimin son yolculuklarından önce uğradıkları zorunlu bir istasyon olacağını ise hiç aklıma getirmemiştim. 501 numaralı oda. Babamın, Metin Erksan’ın, Tuncer Necmioğlu’nun, doktor arkadaşım Aydın’ ın ve son olarak da Erhan’ın yattığı oda. Ahmet Erhan’ın yani...
Resim aynı. Acilin önünde yaptığım mutat cenaze konuşması ve oradan cenaze aracıyla gönderilen cenazelerimiz.
Kendime soruyorum, “Ben bu hastaneyi; dostlarımla, sevdiklerimle, yakınlarımla, son günlerinde temiz ve soğuk çarşafların arkasından hüzünlü bakışmalar ve sessiz ağıtlar yaşayayım diye mi kurdum?”
Ne büyük bahtsızlık ve ne çaresiz bir hayal kırıklığı...
Ankara
Yıl 1976... Üniversiteyi kazanmıştım ve taşradan Başkent’ e gidiyordum. Ankara’ya yani... Hayatımda hep soluk ama yakıcı fotoğraflarla yer alan kente.
Nevşehir Lisesi’nden mezun olup Siyasal’ı kazandığım sene, abimin, Anadol kamyonetin arkasına koyup getirdiği üç beş eşyayla birlikte, İç Cebeci’de somyamın bile zor sığdığı küçük bir daireye yerleşmiştim. İlk gece hiç uyumadan, odamın penceresinden korku ve şaşkınlık içinde, karanlık ve sisli bir Ankara’ya baktığımı hatırlıyorum. Ertesi gün yaptığım ilk iş ise Zafer Çarşısı’na giderek, kulağımda Che Guevara marşlarıyla kitapçıları dolaşmak olmuştu. Büyülenmiş
gibi ve büyük bir hayranlıkla. Ankara benim resimle, müzikle, kitapla ve en önemlisi politikayla gerçek manada tanışıp etkilendiğim ilk şehirdir.
Aradan yıllar geçti. Kavga ve koşturmayla geçen, toz duman içinde bir on yıl. Sonra, 1984’te bir doktor olarak döndüm Ankara’ya. Şehre geldiğim ilk gün yaptığım iş, yine Zafer Çarşısı’na gitmek oldu. Ama bu sefer genç bir şairle tanışmaktı derdim; Akdeniz Lirikleri ve Alacakaranlıktaki Ülke kitaplarının şairi Ahmet Erhan’la.
Onu ilk gördüğüm andan aklımda kalan fotoğraf, çarşı içindeki bir sahafın önüne oturmuş, sessizce kitap okuyan, güzel yüzlü bir delikanlı. Ahmet Erhan. Ahbaplarının bildiği haliyle bizim “Erhan” yani. Yavaş yavaş, sessizce konuşmuş, sohbet etmiştik. İlk görüşte de ısınmıştık birbirimize.
Sonra... Sonrası binlerce hikâye, anı ve fotoğraf işte. Şiir, türkü, içki, müzik, dostluk, keder, coşku... Sümer Sokak buluşmaları. Sohbetler, sonsuza kadar sürecek zannedilen arkadaşlıklar. Behçet, Akif, Adnan, Murat, Oktay, Ahmet Telli, Tolga... Oğlu Deniz’in doğumu. Sivas. Behçet’i kaybedişimiz. Azer’in ölümü.
İstanbul
1990 yılına kadar Ankara’da kaldım. Sonra da İstanbul...
Erhan, İstanbul’a da geldi sonra. Kaldı ve yerleşti üstelik. Ama aklı hep Ankara’daydı sanki. Sevgili Hacer’in olağanüstü gayreti ve çabası Erhan’a ömür kattı. Ama yetmedi.
Erken sabah ziyaretlerimin birinde, 501 numarada üç kadın, Erhan’ın rutin vücut temizliğini yapıyordu. Biri, cefakâr eşi Hacer, diğerleri hemşire ve temizlik görevlisi. Bir süredir yatağa bağımlı olan Erhan, sessizce ve tepkisizce yapılanları izleyerek yatağında yatıyordu. Kapıda durdum ve biraz bekledim. Sonra fark etti beni ve bakıştık bir süre...
“Ah kardeşim!” dedim içimden, “Yan yana yürüdüğümüz, sarhoş olup ağladığımız, kucaklaşıp coştuğumuz; uykulu, uykusuz, hiç bitmeyecek zannettiğimiz, gençliğimiz, gecelerimiz...”
Bir hinlik geldi aklıma. Yatağın yanına gelerek, “Tamam birader,” dedim ve sırıtarak devam ettim: “Evet, böyle bir hayalimizi hatırlıyorum. Etrafımızda kadınlar olacaktı. Onlar fır döneceklerdi. Biz yan gelip yatacaktık. Keyif keka.
Ama sanki bu değildi.” İnce, kararmış dudaklarını güçsüzce açıp, gülümsedi.
Birkaç gün sonra da kaybettik...
A. Erhan, her şeyden önce benim dostum ve kardeşimdi; ona dair tarafsız olamam. Ama bütün objektifliğimle söyleyebilirim ki, dünyanın en iyi şairlerinden biriydi. Hayatı da şiiri gibiydi ve hep yazdığı gibi yaşadı.
Acil önündeki mutat cenaze törenine dönelim. Şöyle dedim orada:
“Namık Kemal’in bir dizesi geliyor aklıma: Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına.
“Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez” diyor Namık Kemal.
Evet... Erhan tam da böyleydi işte. Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk.
Erhan yerini, yazdığı şiirlerle belli ediyordu. Kısacık ömür denizinde bir deniz feneri gibi ses verdi hep. Kaybolmuş, yitip gitmiş vücuduna, ancak çıkardığı iniltilerden, yani şiirlerinden ulaşabilirdiniz. Dünyanın en içten, en yakıcı, en sade
ve pürüzsüz şiirleriydi bunlar. Bulduğunuzda kaybolan ve yeniden bir başka sisin içinden, yeni iniltiler çıkaran bir deniz feneriydi Erhan.
J. Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında roman kahramanı, ölen yoldaşını toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir:
“O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!”
Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim.

Ot dergisi, Eylül 2013

(Ahmet Erhan’ı 4 Ağustos 2013 yılında uzun süredir tedavi gördüğü ve kurucusu olduğum hastanenin bir odasında kaybettim. 501 no’lu oda onun kederiyle yazılmış bir yazıdır.)

Ercan Kesal, Velhasıl İsimli Kitabından

26 Ocak 2021 Salı

Beyaz Bir Gemidir Ölüm


sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde olurum

kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı anlatan

rüzgârla savrulan
kağıt parçalarına
yazılmış

dağıtılmamış
bildiriler gibi

uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.

çünkü beyaz bir gemidir ölüm

siyah denizlerin hep
çağırdığı

batık bir gemi

sönmüş yıldızlar gibidir

yitik adreslere benzer
ölüm

yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm.

Behçet Aysan


15 Ocak 2014 Çarşamba

Kuşlar da Gitti


yalnızlık senin o konuşkan kuşun
hani hep duvarlara anlattığın
hapislerden kalma sürgünlerden.

yalnızlık senin o konuşkan kuşun
bulutlar taşıdığın yakut sürahide
begonyalar büyüten eski alışkanlık.

yalnızlık senin o konuşkan kuşun
kırk kapıdan geçmiş kırk kilitten.

yaralı, dili lal, kanadı kırık
vurulmuş başında bir yokuşun.
Behçet Aysan
Fotoğraf: Nurcan Azaz

İzleyiciler