Cem Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cem Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2025 Çarşamba

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?"

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?" dedim kendi kendime. "Çocuklar için kağıt olacaksın ya, hey şımarık kavak. Daha ne isteyeceksin?"

"Kağıt olmak için harcanan emeğe acıyordum. Böyle yakıldıktan sonra, ormanımda kavak ağacıyken de yakabilirlerdi beni. Ama duyduğum, orman yakmak suçtu. Kitap yakmak suç değil miydi yoksa?"

"Kağıt olacağız," dedim. "Gidenlerden haber gelmemesi bundandır."
"Kağıt mı?"
"Kağıt ya... Üzerimize yazılar yazılacakmış. Yavru insanlar okuyup iyiyi, güzeli, doğruyu öğreneceklermiş. Anamın söylemesi, yetişkin insanların kitapları da bizden olurmuş. Becerikli elleri arasına alırlarmış. Öğrenmeleri bitince de, kitaplıklarına yerleştirirlermiş. Bir kitabın, yani bir kavağın ömrü yüz yıl, bin yıl olabilirmiş böylece."

"Kitaplar yeniden toplatılıp yakılıncaya kadar, gidin, kitapçılardaki bütün masalları, öyküleri, romanları alın. Siz çocuklar, ne kadar çok kitap okursanız, kitap yakmalar da öylesine azalacak yeryüzünde."

Bekir Yıldız, Ölümsüz Kavak, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları



1 Mart 2025 Cumartesi

Yaşama Sevinci

                                                    Yeryüzüne gelmiş, gelecek tüm alçaklar için.

    Anamın yüzü ap-ak kireçle badanalanmış gibiydi, bana dönük olmadığı halde karanlık içinde seziyordum. Duvara dönüktü, tüm kutsal kitaplardan bildiği satırları ezberden tekrarlıyordu yine, biliyorum. Sırtında serin havalar için bir atkı. Gözüm pencerede, kulağım kapının dışında duyulmak istenen bir seste. Babama güvencim var, kapının arkasına yüzü-koyun yatmış dinliyor dışarsını. Ve böylece üç kişiyiz odada, bu odaya açılan öteki odalardan birinde, en diptekinde kısılmış bir lamba sönüp sönmemek arasında kararsız bocalıyor. Elbet saatin düzgün vuruşları üçümüzün kulağında, ama onu kim duymak istiyor sanki, zorbayı.
    Pusu kurmuş bir oda. Yaşamaya pusu kurmuş üç kişili bir oda. Yeryüzüne başka bir çağda gelmiş olmalıydık, diyorum aklımca, ama o zaman da şimdi ölmüş olacaktık, kimbilir kaç milyarıncı ölü; toprağın altında, ağaçların, denizin, kömür madenlerinin aldında... Ademden bu yana (bu efsaneyi haklı olarak başlangıç alıyoruz, bilim metafiziği ancak kemirebiliyor, ancak.) ölen tüm insanların çizelgesini, nitelikleri nicelikleri arasındaki bağıntıyı çılgınca, çocukça öğrenmek isterdim şöyle...
    Daha çocuk yaşındayım. Babam doğramacı, işler kesat şu günlerde. Daha doğrusu, savaştan hemen sonra, o büyük şenliklerin, gösterişli törenlerin, (inanın bana, ölüm töreniyle kıl vardı arasında.) gürültülü söylevlerin, çekildiği, demeçlerin verildiği günden sonra işler durmuştu bizim. Kimse ölmek istemiyordu artık, kimse ölmek bilmiyordu artık, kimse ölmüyordu artık. Felaket gelip kapıyı çalmıştı. Babam akşamları dövülmüş gibi dönüyordu kös kös eve... Anam arka odalara koşuyordu karşılaşmamak için babamla, kaçıyordu. O günlerin başlangıcını iyi hatırlıyorum. Günlerce aç kalmıştım, açtık, dışarda herkes tok gibi geliyordu bana, herkes iyi giyinmiş, anam da iyi giyinmek ister, babam da, ben de. Babam ise içmek de ister, ne yapalım doğar doğmaz içmeye vermiş kendini, ne yapalım. İşte o ilk günleri iyi hatırlıyorum. Kentin sevincine biz de kendimizden bir şeyler katmıştık önceleri, esirgemeden. Neydi o renk renk, bayraklar, değişen bayraklar, değişen üniformalar, değişen gemiler, hepsi değişiyordu namussuzların, hepsi. Herkesin yüzü bile değişmişti, bizimse hep aynı kaldı. Bizim evde değişmek için bir gümüş parçası bile yok. Ayna bile... Şimdi ayaklarımda kadifeden kardinal bir pantolon.
    Babam hâlâ yüzükoyun yatmış döşemeye, pusuda. Soluk alışı verişi hep  böyledir onun. Pencereden uzanarak, boynunu uzatarak gelen giden var mı, diye göz atıyorum arada bir. Kimsecikler yok henüz. Kimin geleceğini de ne bileyim ben şimdiden. Anam herhalde tanıdığı kişilerden biri gelmesin diyordur içinden, ben kim gelirse gelsin, -gelsin de, iş onda zaten- diyorum içimden babam içinden de bir şey demiyor. Bari iyi birisi gelsin, varlıklı, paralı. Babam demiyor asla ama biliyorum, babam bu düşüncenin ta kendisi. Anam bilmem kaçıncı duasını  mırıldanıyor. Ah, romen sayılarıyla numaralandırırlar onları. Çok güzel ve tertemiz basılmıştır bu kitaplar, vitrinlerde saygıyla seyrederim onları. Gazetelerde reklamlarına rastlamıyorum ve yazarının adı unutuluyor hep. Bir fırsatını bulursam kitapçıya söyleyeceğim bunu. Böyle hata olmaz. Kartalı bir meleğin ettiği hataya benziyor, anlatması uzun sürer sanırım, çarpmaları iyi yapamamış, 7x8 ile, 8x7 meselesi...
    Babam, ha babamdır, ha karanlık, ona değin hemen hiçbir şey bilmem. Belki hiç konuştuğunu da hatırlamıyorum. Ne yapmak istiyorsa, anlıyoruz hep. Anam böyle değil bak, o konuşuyor. Bir gün benim nedense babamla evlenmeden önce doğmuş olduğumu söylemişti, usumda kalan bu kadarı, ötesine ulaşamıyordum ben.  Gerçekten babam başka bir adam, buralılara pek benzemiyor. Bakıyorum da şimdi, uzun kolları ve bacakları var, kesilmiş koca bir ağaç izlenimini veriyor adama. Dili sürçer hep, ferç gibi de dudakları var şöyle biçimli mi, değil mi? diye yargı  veremiyorum pek, sırasını düşürüp de... İnsanın bu yaşta, bu konuda düşünebilmesi eh biraz güç, hem ezbere de olur... Daha diyorum, birazcık daha büyüyeyim. Evde, sokakta, denizde, merdivenlerde, milimetre milimetre büyüdüğümü sezinliyorum ama bilinçli olarak değil. Bir arkadaşın dediği gibi, en küçük böcekler bile ayırt edemezmiş, o denli yavaş büyüyoruz. Başkalarını bilmem tabii, kendi hesabıma konuşuyorum hep.
    Saatlerdir aynı durumdayız. Kimse yerini değiştirmedi. Babam kapıda, kapının altına uzanmış, altından bir şeyler görmeye, duymaya çalışıyor. Anam duvara dönük, yüzü kireç gibi. Biliyorum, o imzasız yazarlardan çok çekiniyor, onu anlıyorum. Ama bugünkü peygamberlerin de seçimlerden adaylıklarını koyduklarını kazanmak için birbirlerini yediklerini... görmesi gerekir. Ne Hazreti Muhammet, ne Hazreti İsa, ne Hazreti Musa... Hiçbiri oyunu bana ver' diye renkli afişler, en iyi basımevlerinde titizlikle düzenlenmiş afişler asmadılar duvarlara.. Hiç sesi çıkmıyor, bir gün köşesinde yiteceğinden korkarım onun. Ne de olsa anam anamdır, anam beni doğurmuş. Ben anamdan önce doğamam. Nasıl tüm  tikesinden küçük olamazsa, nasıl.
    - Dikkat, dedi babam.
    - Ah, dedim, ağzımdan kaçıverdi.
    - Susun...
    Anamın duaları hızlandı. Duvara doğru üflüyordu alt dudağıyla.
    Bir kadın, dedim, pencereden bir acele göz atarak, köpeğiyle.
    - Şeytan götürsün köpeği. Aksilik.
    Babam konuşmuyor yine. Biliyorum ne dediğini, anlıyorum, siz de anlıyorsunuz değil mi?
   Şu anda kapıdan girmiştir, kapıdan merdivenlere, eh birazcık daha var. Burada sırası gelmişken açıklıyayım, galiba sırası geldi. Babam doğramacıdır, bu kentte tüm tabutları o yapar, ekmek parası için elbet. Fakat savaştan sonra kimse ölmek istemediği için, kimse ölmediği için artık başımızın çaresine bakmamız  gerekiyordu. Tabutlarını hazırladığımız gibi, insanların ölümlerini de hazırlıyorduk, ne yaparsınız, anlayın bizi, yaşamak istiyoruz, üç kişiyiz. Birinci katın basamakları biterken trabzanda babamın dahice kurduğu bir tuzak var. Yukarı çıkarken,  elleriyle şöyle, yavaşça izlerler bilirsiniz, yavaşça, ondan sonrası kolay. İyi bir sipariş alacağımızı umuyoruz, bu hafta.
   Bu kadınla anamın ne ilişiği var sanki, zaman zaman duvara yapıştığı oluyor dudaklarının, bilmem kaçıncı sayfayı hatırlayarak. Belki de sessizce ağlıyordur. Babam duymasın. Artık salt dikkat kesildik, adımları hafiften duyuyoruz, babam sayıyor anlaşılan... Oturduğumuz evden ilk müşteri olacak, bu... Biraz dedikodu olduğuna eminim, hep bu yakınlarda olması, hafiften dikkati çekmiştir sanırım, babama söyleyeceğim, alanımızı genişletmeli... Köpeğin herhangi bir aksilik yapacağından ben de korkuyorum. Çıtırtıları sayıyordum... Bir, iki... bir çatırtı, acaba? Köpek şiddetle havlamaya, kadın bağırmaya başladı, anlaşılan kadın aşağı sarkmıştır kırılmış trabzana tutunarak, yüreğim ağzımda, ah diyorum, diyoruz... Anamı bilmem. Şimdi daha büyük bir çatırtı ve içi şunu bunuyla dolu bir çuvalın yüksekten düşmesi sırasında çıkardığı sese benzer bir ses. Gürültü koptu. Kapılar açıldı. Koşuşmalar. Gürültüler gittikçe arttı.
    Anam duvardan bu yana dönmüştü karanlıkta. Babam kalktı, koştu lambaya doğru, başka lambalar da getirdi, yaktı. Anam sessizce arka odaya geçti. Babam pencerenin önünde beceriksizce bir sigara yaktı. Işıkta yüzünü gördüm ben. Ilık bir hava var dışarda. Gürültüler bir zaman sonra dindi. Geç vakit ikimiz aşağı indik, merdivenlerin duvar yanından yürüyerek indik. Dışarda biraz dolaştık, parka gittik, bulutlu bulutsuz göğe karşı oturduk. Babam hep sigara içti. Eve  döndüğümüzde anam uyumuştu. Biz de yattık. Anlatacak şey kalmadı  ama, kısaca, sonunda ne olduğunu söyleyeyim... O kentten ayrıldık, bu son işimiz olmuştu... Başka bir  kente gittik. Özür dileriz, bağışlayın bizi, böyle olmasını istemezdik ama babam burada bir ay içinde bizi parasız pulsuz bırakarak, nedense öldü... Onu başka bir şey öldürdü sanıyorum... Bana öyle geldi. Anamı bilmem.

Ece Ayhan, 1956
Sivil Şiirler, Cem Yayınevi, S.135-139



11 Ekim 2024 Cuma

Yunus Emre, Şiirler - XIII

Miskinlik ile gelsin
Kimde erlik var ise
Merdivenlerden iterler
Yüksekten bakar ise

Gönül yüksekte gezer
Daima yolda azar
Dış yüzüne o sızar
İçinde ne var ise

Aksakallı bir koca
Hiç bilmez ki hal nice
Emek yemesin hacca
Bir gönül yıkar ise

Gönül Çalapın tahtı
Çalap gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

Sağır işitmez sözü
Gece sanır gündüzü
Kördür münkirin gözü
Alem münevver ise

Az söz erin yüküdür
Çok söz hayvan yüküdür
Bilene bu söz yeter
Sende güher var ise

Sen sana ne sanırsan
Ayruğa da anı san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise

Bildin gelenler geçmiş
Konanlar geri göçmüş
Aşk şarabından içmiş
Kim mana duyar ise

Yunus yoldan ırmasın
Yüksek yerde durmasın
Sinle sırat görmesin
Sevdiği didar ise

Yunus Emre

Sabahattin Eyüboğlu, Yunus Emre, S.89-90


11 Ağustos 2024 Pazar

"Anarşiden sonra gelen ilk doğal aşama despotluktur."

"Anarşiden sonra gelen ilk doğal aşama despotluktur, zira egemenlik ve boyun eğmenin içgüdüsel mekanizmaları despotluğu kolaylaştırır; aile,devlet ve iş yaşamı bunun örnekleriyle doludur. Eşit işbirliği despotluktan daha zor olduğu gibi içgüdüye de o kadar uygun değildir. İnsanlar eşit işbirliğine kalkıştıkları zaman boyun eğme dürtüleri rol oynamayacağından, herkesin ötekiler üzerinde tam bir egemenlik kurmak için çaba harcaması doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar."

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi


"Toplu heyecan, insana sağduyu, insanlığı, hatta kendini koruma duygusunu bile unutturan, iğrenç kırımlara girişilmesini mümkün kılan, kahramanca şehit olmayı göze aldıran, tatlı bir sarhoşluktur." 

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi, S.28


"Hatiplerin istediği kalabalık, düşünmekten çok heyecanlanmaya yatkın, korkular ve bu korkuların sonucu nefretlerle dolu, derece derece uygulanan, ağır işleyen yöntemler karşısında sabırsızlık gösteren, hem iyice çileden çıkmış hem de hâlâ bir umut besleyen kalabalıklardır."

Bertrand Russell, İktidar / Çeviri: Mete Ergin, Remzi Kitabevi, S.29


26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

14 Ağustos 2023 Pazartesi

"Her sanık, hakkında verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir tarihe ertelenmesine çalışır."


Tatra’daki sanatoryuma giderken Kafka’yla vedalaştığımızda: "İyileşecek ve sağlığınıza yeniden kavuşup döneceksiniz", dedim. "İleride yoluna girecek yine her şey. Her şey bir başka türlü olacak"
Kafka, sağ elinin işaret parmağını göğsüne dayayarak gülümsedi.
"Geleceği şimdiden içimde taşıyorum. Değişen bir şey varsa, gizli saklı yaraların kendilerini açığa vurmasından başka bir şey olmayacak."
Ben sabırsızlanmıştım.
"Madem ki iyileşeceğinize inanmıyorsunuz, ne diye o zaman sanatoryuma gidip yatmak istiyorsunuz?"
Kafka masanın üzerine eğildi.
"Her sanık, hakkında verilecek mahkûmiyet kararının ileri bir tarihe ertelenmesine çalışır."

Gustav Janouch, Kafka ile Söyleşiler, Cem Yayınevi, Türkçesi: Kamuran Şipal, Haziran 2000

İzleyiciler