Everest Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Everest Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2025 Pazar

Sadrazam Hamamda

Peştemal takıp girdiler hamama
Geçtiler kurnaların başına
Üçer beşer
Sadrazam deseniz
Kuruldu göbektaşına
Yan gelip yattı.

Memleketin en ünlü tellakları
Sardılar dört yanını
Kimi elini kaptı kimi bacağını
Bir keseleme, sürtme faslıdır başladı
Tamam on iki saat
On iki ünlü tellak
İncitmeden keselediler
Hazretin mübarek vücudunu
Öylesine kir çıktı ki sormayın
Her biri nah parmağım gibi
Aman efendimiz bu ne kiri
Demeye kalmadı
Keselerin altında eriyip gitti
Koskoca sadrazam
Bütün maiyet erkanı yerinden fırladı
- Nittünüz devletliyi
Dediler tellaklara
Tellaklar cevap verdi:
- Biz yıkadık, keseledik
Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik
Suç bizde değil
Neyleyelim
Kir bitti Sadrazam elden gitti.

Ümit Yaşar Oğuzcan, Taşlamalar Hicivler 1, S.27-28



24 Mart 2025 Pazartesi

Çağ Yılgını

O çağ ki hiç bilinmeyen
Gizi kutsal - Yaban güzel
Merakımı çeker ve beni daha
Bırakırım da görüntümü burada
Alır başımı giderim yalın-kat
O bilinmezliğe
O ilkel güzelliğe...

Atom, beton, kömür, demir, petrol
Büyürler yerlerinde - siz onlarla
Antenler radarlar size bayram
Size bayram bonolar, çekler -ne denir-
Oysa saatin sarkacı
Dişliye tutsak.
Bir sağa bir sola - istemese de.
Bunalırım elbet, elbet duramam
Babasını hiç bilmemiş
Anası çoktan toprak
O savaş öksüzünün yaşını kurutacak
Bir mendil bulunmazsa
Bir meltem esmezse.

Gelişim müjdelenir boynuz borularla
Ateşler yakılır - ava koşarlar
Çizerler resmimi kuma göğe ve suya
Giyimleri post, yaşamaları ilkel
Ama yürekleri, yürekleri uygar
Günü gelen doğar, günü yiten gider
Yetki vermez orada atoma - ecel.

Güneşi bölüşürler avuçlarıyla şavk şavk
Ve
Orda Tanrıdır aşk.

Türkan İldeniz, Buz Altında Yanardağ, Everest Yayınları


18 Şubat 2025 Salı

Gidersen Yıkılır Bu Kent

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adreslerdeydik, kimliksizdik belki
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
üşür müydük nar çiçekleri ürperirken

Gidersen kim sular fesleğenleri
kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapusaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olmayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
isyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde

Ahmet Telli


2 Aralık 2024 Pazartesi

rüya ve buğday

bir derin tarla sürüyorum, pulluk
bıçağı sanki rüyamsı bir gümüş varak...
topraktan fışkırıyor, iri, sapsarı güneş:
som altından koca bir tepsi olarak...

tepsi boş, istiyorum, buğdayım olsun,
himmet verelim mi? diyor, pîrim;
kalbimse buğdaydan hiç vazgeçmiyor,
o ısrarcı, ben oralı değilim..

dönüşte, yolda torbadan düşüyor güneş;
bakıyorum, hayret! erik dalında üzüm!
şaşkın, diyorum, pîrimin bir bildiği var,
ama himmet istemeye yok artık yüzüm...

Hilmi Yavuz, Rüya Şiirleri, Everest Yayınları, S.33


26 Mayıs 2023 Cuma

Ekmek Kavgası

Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı.
Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılarla kargalar “Gaak, Gaak!” diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur, sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla tekrar havalanırdı.
Gün geldi, Alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir “Oto bölüğü” aldı… Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki bolluk nerede…
Yalınayak çocuklarla kocakarılar paslı kutularını daha önce doldurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler arasında esaslı bir savaş başlamıştı. Ordaki kancık köpeklerden birini kokladı diye, yabancı bir hovardayla boğuşuluyor, hovarda sınır dışı edilinceye kadar uğraşılıyordu.
Gün geldi bu “Oto bölüğü” de kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç er için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek, birkaç kemik, biraz ekmek içi filan…
Mevsim kışa doğruydu. Bol yağmurlar, yazın çatlayan toprakları adamakıllı yıkamıştı. Sırtlarında çalı çırpıyla kocakarılar, yalınayak çocuklar, köpek sürüleri gene geliyordu. Erkekler daha sinirli, daha kavgacı olmuşlardı. Kancıkların peşlerindeki enikler de palazlanmışlardı, lakin zayıftılar. Bazan ufacık bir ayak dolaşıklığı yüzünden erkek köpeklerden biri gazaba geliyor, anayı enikleri birbirine karıştırıveriyordu… “Zavallı bir kancığı boğmak isteyen” erkek köpekse, birer kenarda hırsla bekleşen öteki erkek köpekleri çileden çıkarıyor, bir anda meydancık birbirine giren köpeklerin yaygaralarıyla doluyordu.
Bazan bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usullacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu:
– Allah kahretsin e mi! iki gözün kör olsun e mi!
Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu… Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu.
Kocakarı gene uluyordu:
– Sürüm sürüm sürün e mi! Allah belanı versin e mi!..
İlkbahara doğruydu… Bol güneşli havalar… Karlı dağlardan soğuk rüzgârlar esiyor, hafif beyaz bulutlar telaşlı koşuşuyorlardı.
İki kocakarı alay mutfağının arkasındaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı… Teneke kutuları bomboştu. Yanıbaşlarında birkaç erkek köpek, birbirine geçmiş böğürleriyle, sinirli sinirli soluyarak uyukluyorlardı. Güneş sıcaktı… Kocakarılar, yama yama üstüne vurulmuş, kalın hırkalarını çıkardılar. Sivrilmiş omuz başları, içleri boşalmış kuru memeleri… Koltuk altları güneşte tatlı tatlı gidişti, uzun uzun kaşındılar… Sonra, hırkalarının kıvrımlarına saklanmış bitleri bulup bulup kırmağa başladılar. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış olanı:
– Bet bereket vardı anam… dedi, bet bereket vardı… Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasulyalar, nohutlar, böğrülceler… Ya pirinç pilavları?
Ötekinin bir gözü kördü.
Doğru… diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman…  İnsan karnını doyururdu da, doldurur konu komşuya bile götürürdü…
– Ya karpuz kabukları! Nasıl kemirirdik?
– Eeeeh, o günler de günmüş. Allah bundan geri komasın, zere beterin beteri var!
Bu askercikleri de ne demiye alıp götürürler sanki burdan?
– Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar!
Bir müddet korkuyla bakıştılar. Körü:
– Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan harbinin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi…
– Allah sen gösterme Yarabbi!
İkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler:
– Bundan geri koyma Yarabbi!
Tepelerinde bir çaylak, geniş daireler çizerek dolaşıyordu.

Orhan Kemal

3 Şubat 2023 Cuma


“Bir saat, günleri belki eşit parçalara bölebilir, oysa insanoğlu için zaman böyle değildir.”


Marcel Proust, Kayıp Zamanın Etrafında
Fotoğraf : Nilgün Mısır



16 Ocak 2011 Pazar

Leonardo’nun Kökleri İstanbul’ da Çıktı

Gelmiş geçmiş en ünlü dâhilerden biri O ! Ressam, heykeltıraş, mimar, müzisyen, mühendis, bilim adamı… Sanatı ile Rönesans’a damga vuran, hayatını konu alan yazarları milyarder yapan Leonardo Da Vinci, şimdi de annesi ile gündemde. Robin Maxwell’in geçen yıl İngilizce yayımlanan “Signora Da Vinci” kitabı Everest Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi. Kitap günümüzde sayıları hızla artan popüler tarih kitaplarına çarpıcı bir örnek oluşturuyor. 

Kitapta Caterina İtalya’ nın Vinci kasabasında geleneksel bir eczacı olan babasıyla birlikte yaşayan, dönemin standartlarına göre “fazla meraklı” bir kız. Kırlarda, bahçelerde geçen serbest çocukluğunun ardından sekiz yaşına geldiğinde babası Ernosto ona eczacılığı, tedavinin ve büyü yapmanın formüllerini öğretir. Özgür bir ruha sahip olan Caterina, kırlarda ot toplamak amaçlı gezintilerinden birinde komşu oğlu Piero ile tanışır. Elbette büyük bir aşk başlar, ancak imkânsız bir aşktır, çünkü Piero’ nun ailesi zengindir, Caterina ise bir köylü kızıdır neticede. Bu durum Caterina hamile kaldığında evlenmelerine de mani olur. Dönemin İtalya’sında babasız bir çocuk doğurmak, bir kadın için toplumun kıyısına itilmektir. Caterina “kocaman anne yüreği” ile tüm güçlükleri göze alır ve çocuğunu, yani Leonardo’yu doğurur. Yıl 1452, Caterina henüz 16 yaşındadır. Birkaç yıl büyütür oğlunu, yanından ayırmaz, ancak Leonardo dört yaşına geldiğinde Caterina’dan alınır ve babasının ailesine verilir.

Roman bu minvalde sürükleyici bir şekilde ilerliyor. Peki Maxwell’ in çizdiği, oğlunun dehasında büyük izi olan “dahi köylü kız Caterina” karakteri ne kadar gerçek? Tarihçilerin hemfikir olduğu noktalar var; mesela babası Ser Piero, Leonardo doğduktan kısa bir süre sonra Albiera ile evlendi, annesi de birkaç ay sonra evlenmekte gecikmedi. Annesi ile babası evlenmediği için Leonardo evlilik dışı bir çocuk olarak yaşamanın zorluklarıyla büyüdü. Üniversiteye gitmesi yasaktı. Temel eğitimini okulda aldı fakat Latince, matematik, fizik, anatomi gibi bilimleri kendi çabalarıyla öğrendi. Babasının ailesinin evinde büyümesine rağmen yasal olarak onun varisi değildi, yaygın geleneği izleyerek babasının adını dahi almadı.

Uzun yıllar, Leonardo doğduğunda 25 yaşında olan babası Ser Piero di Antonio’ nun noter, annesi Caterina’ nın ise bir köylü kızı olduğuna inanıldı. Oysa son araştırmalarla Caterina’ nın hayatındaki sırlar aydınlanıyor. Bir iddiaya göre Caterina Orta Doğu kökenli bir köleydi ve İtalya’ya İstanbul’dan gelmişti. Köle sahibi olmak o yıllarda Tuscany’ de çok yaygındı. Üstelik sonradan Hıristiyan olan köle kadınların yaygın olarak aldığı isimlerden biri Caterina’ydı. Bu bilgiler, 1493 yılında Milano’ya gelen ve hayatının son iki yılını oğlunun yanında geçiren Caterina ile Leonardo’nun mektuplarını inceleyince ortaya çıktı. Da Vinci Müzesi’nin 25 yıllık araştırmaları sonucunda gün ışığına çıkan mektuplarda, ilişkilerinin giderek yakınlaştığı görülüyordu. Hatta annesi öldüğünce cenaze masraflarını Leonardo ödedi. Müze Müdürü Alessandro Vezzosi’ ye göre mektuplar Caterina’nın Orta Doğu geçmişinin sanatçı, matematikçi ve felsefeci olarak Leonardo’nun üzerinde sanılandan çok daha fazla etkili olduğunu gösteriyor. Vezzosi Leonardo’nun hayatının son yıllarında Orta Doğu’ya giderek daha fazla ilgi duyduğunu belirtiyor.

Chieti Üniversitesi Antropoloji Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Luigi Capasso, bu bulgulara yenilerini ekledi. Üç yıllık bir araştırmada, sanatçının 52 eserindeki 200′e yakın parmak izi kalıntısı incelendi. Sonuç, Leonardo’nun parmak izinin yüzde 60 Arap özellikleri taşıdığı idi, ki annesinin Orta Doğulu bir köle olduğu bulgusunu kanıtlıyordu. Bu iddialara karşı çıkanlar da oldu, bazı uzmanlar parmak izlerinin Leonardo’ ya değil, zaman içinde tablolara ya da el yazmalarına dokunan kişilere ait olabileceğini ileri sürüyor. Ancak Capasso’ ya göre, Da Vinci’ ye ait olduğundan şüphe edilmeyecek izlerin varlığı göz ardı edilmemeli. 

Leonardo ve Caterina’ ya dair son bir iddia da Kanadalı araştırmacı Louis Buff Parry’den geldi. Parry’ye göre Caterina sadece Orta Doğulu değil, bir Müslüman’dı, üstelik Azeri! “İstanbul’dan gelen kölelere İtalya’da Caterina ismi verilmesi yaygındı” diyen Parry, iddiasını daha da ileri götürüyor ve Leonardo’nun annesinin izlerini aramak için Anadolu’ya ve Azerbaycan’a seyahat ettiğini söylüyor.

Sigmund Freud’a göre Leonardo’nun annesi tarafından çok küçük yaşta terk edilmesinin etkileri en çok bu tabloda görülür. Tabloda İsa’ya uzanan Meryem ve annesi Hena, Leonardo için annesi Caterina ve üvey annesi Albiera’yı sembolize ediyor Da Vinci’ nin Anchiano’da doğduğu çiftlik evi olan “Casa Natale di Leonardo”, 80′lerin ortasında restore edildi. Bugün Da Vinci’nin çalışmalarının sergilendiği bir müze.


(sanatmedya.com isimli kültür sanat sitesinden alıntılanmıştır) 

İzleyiciler