30 Haziran 2015 Salı

Yazın Bittiği


Yazın bittiği her yerde söylenir.
Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir
Ölüleri örten yapraklardan başka.
Çünkü sahiden yaz bitmiştir,
Göle bakmaktan usanır insan,
Koru tutmaktan, yol gözlemekten;
Çadırlar toplanır, yaralar sarılır;
Durgun bir yolculuk, uzun bir şapka
Artık yaprakları beklemektedir.

Aşk mıdır kış gelince başlayan
Beyaz kılıçla yürüyen aşka...
Bırakmaz olur kuşlarını ülkeler,
Yazın her yerde bittiği söylenir;
Yorgunluklar çoğalır silahlardan sonra;
Kardan mezarları görülür ıssızlığın
Ölü öpüşlerin koyuluğuyla...
Aşk kalmıştır otlarda yılı götüren,
Cesur savaşçıları taşıyan kışa.

Her yerde yazın bittiği söylenir,
Çürür çiçeklere yapışan kanlar;
Belki uzaktan iki atlı yaklaşır,
Belki yakından iki yaprak kalkar;
Akşamın örtüsü derelerde yıkanır,
Gökyüzünü görünce gecenin devi
Çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar,
Cüceler bunu bilir, gürgenler bilir,
Aşkın uyumadığı her yerde söylenir.
Ülkü Tamer

"Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır."


"Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan 'sermaye sahibi egemen sınıf'tır. Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir." 

Maksim Gorki

18 Haziran 2015 Perşembe

"Sizi arkamdan sürüklediğim için çok üzülüyorum bazen. Öykülerimin o pis, karanlık, boğucu sokaklarında dolaştırıp kimbilir ne bitmek tükenmek bilmeyen eziyetlere sokuyorum sizi. Belki de hemen çıkamayasınız diye o kadar uzun tümceler kuruyorum hikayelerimde. Yoksa iki aya kalmaz bitirip gidiverirdiniz öyle değil mi?"

Franz Kafka - Milena’ya Mektuplar

17 Haziran 2015 Çarşamba

"Ölüler yaşayanlardan daha çok çiçek alır çünkü pişmanlık minnetten daha güçlüdür." 

 Anne Frank

Çocukken çok büyük diye anımsadığımız bahçeleri, evleri, avluları yıllar sonra ziyaret ettiğimizde çoğu kez çocukluk imgelemimizin bizi yanıltmış olduğunu görür, gördüklerimiz karşısında hayal kırıklığına kapılırız. Hiçbir şey bizim hatırladığımız ve sandığımız kadar büyük ya da geniş değildir. Bizi yanıltan çocukluktur diye düşünürüz. Belki de büyümemiş çocukların hayatları boyunca yanılmamaları bu yüzdendir."

Murathan Mungan  (Şairin Romanı, S. 96) 
Resim: Saim Kara / Pastel Çalışma

16 Haziran 2015 Salı

Akşamı Geciktirebilirsin Belki


Feride için

Gün batarken sula fesleğenleri
balkonun kokusu sokağa taşsın
sokaklar kayıp çocuklar gibi
hırçındır, ürkek ve biraz şaşkın

Sular bulutlanır sen susarsın

ve kent çıngıraklı bir yılan kadar
zehirlidir artık sevgilin mahpusken
üstelik kirli bir lekeye döner umutlar

Acılar katlanır mendil yerine

sarışınlaşırsın bu kaçıncı güz
ellerin üşür, çiy düşer çiçeklere
beklediğin mektuplar da gelmez

Bomboş sayfalara dönerken aklın

tecrit’teki kitabı fareler kemiriyor
ve düşlerin sonsuz bir boşluktayken
bir sigara yakıyorsun, tutuşuyor sular

Akşamı geciktirebilirsin belki

suladığın fesleğenlerle, kimbilir
ama vaktin ayırdındadır şimdi
kuşlar, çocuklar ve mahpuslar

Usulca inse de koldemirleri


Ahmet Telli

15 Haziran 2015 Pazartesi

Arka Bahçe

1

Kendine yabancılaşma, önce, telefonda çevirdiğin sesi tanıyamamaktır. Buna çağımızda kurumsallaşma diyorlar. Tanıyamayıp insan süsü verdiğiniz manyetik sesin sahibi öldürülmüş, arka bahçeye gömülmüştür. Görüşmekte olduğunuz ölü, sizi yok edildiği dünyaya davet ve dahil eder. Giderek sayınız artar. Sizi çevreleyen dış ortamı bir dünya zannıyla algılamaktan uzaksınızdır artık. Ormanlar, dağlar, nehirler, köyler, kasabalar ve kentler… Tümü değişik renk ve biçimlerde, pazarlama kurallarıyla erozyona uğramış motiflerdir. Ölçü ve cazibeyi satın alma özgüveni ile değersizleştiren kurumsal hayat, insanı önce öldürüp yoksulluğu bir bilinç olmaktan çıkarmakta, satın almayı ölüler düzeyinde sürdürmektedir..

2

Kendine yabancılaşma, arka bahçedeki ölünün yanına yatıp uzandığınızda, ziyaretinize gelenlerin, güvenlik görevlisi olan bir kapıdan 'sizi görmeye geldiklerini' bildirerek geçmesidir. Sevgi, dostluk, aidiyet, ne kadar kılık ne kadar kıyafet, güvenlik başlığı altında sorgulanmış, kurumsal arınmadan geçmiştir. İçimizde yeni bir ölüye yer açılmıştır.

3

Kendine yabancılaşma, elmanın kurdu kemirmesidir. Kıpkırmızı düzgün yuvarlığın dışında bırakılmış canlıyı, terör suçlusu sayan genetik dönüşüm projesi ile insanı yurdundan kovan kentsel dönüşüm projesi isimli eş zamanlı imhanın içinde yer almaktır.

4

Kendine yabancılaşma, gün doğumundan gün batımına sağ çıkmamaktır. Aynı zamanda 'işleri bitirmeden' ölmemektir. Belki bir kahve molasında, ajans haberinde: bir tır kasasındaki havasız elli kişilik mülteci ölüme, sessizce gömülmektir. Bir diğer haberde, verdikleri on bin doların, denize bir gölge bırakacak kadar karşılığı olmadığını öğrenmektir; hayata tutunamayanların yerine...

5

Kendine yabancılaşma, çocukluğumuzun para üstlerine el koyan tüccarların kredi kartlarına eklediği bonus puanla tanışmaktır. Artık dolaşımda olmayan bir mutluluğun ‘harcadıkça biriktir!’  ifadesiyle yer değişmesidir. Komşu teyzelerin kapılarını sıkı sıkıya kapaması, bayram zillerinin kapı deliğinden gözetlenmesidir. Bisküvi kutuları ambalajlanan bakkal Hikmet amcanın yalnızlığında dönenmesi, dilinde hikâyesi olmayan berberin kuaförlük belgesidir.  Çok uluslu bir alçaklık eseridir.

(...)

Hüseyin Murat Çinkılıç

Fotoğraf: Nurcan Azaz



duranın efsanesi olmaz; olsa olsa (dağ) gibi adı karışır... 

hüseyin murat çinkılıç

8 Haziran 2015 Pazartesi

Mutfak Saati

Onlara yaklaştığını uzaktan görmüşlerdi çünkü dikkat çekiyordu. Oldukça yaşlı bir yüzü vardı ama yürüyüşünden henüz yirmi yaşında olduğu anlaşılıyordu. Yaşlı yüzüyle onların yanına, banka oturdu ve sonra onlara elindekini gösterdi.
 
Bu bizim mutfak saatimiz, dedi ve güneşin altında bankta oturan herkesi sırayla inceledi. ‘Evet, ancak bunu buldum. Geriye kalan tek şey bu! Elinde tabak gibi beyaz bir mutfak saati tutuyor ve maviye boyanmış rakamların üzerine hafifçe dokunuyordu.

Başkaca bir değeri yok, dedi özür diler gibi, bunu ben de biliyorum ve öyle ahım şahım bir şey de değil. Beyaz cilasıyla yalnızca bir tabağa benziyor ama bence üzerindeki mavi rakamlar da güzel görünüyor dedi. Ama elbette ibresi tenekeden ve artık ilerlemiyor da, hayır, işin aslı bu bozuk, orası kesin ama yine de her zamanki gibi görünüyor, artık ilerlemiyor olsa da. 

Bir parmağının ucuyla tabak şeklindeki saatin kenarı boyunca dikkatle bir daire çizdi ve kısık sesle geriye sadece bu kaldı dedi. Güneşin altında bankta oturanlar ona dönüp bakmadı. Biri ayakkabısına, bir kadınsa çocuğunun arabasına bakıyordu. Sonra başka biri dedi ki : Her şeyinizi kayıp mı ettiniz ? 

Evet, evet dedi sevinçle. Düşünün ki her şeyi, sadece bu, sadece bu saat kaldı. Sonra saati tekrar yukarıya kaldırdı sanki diğerleri daha önce onu görmemiş gibi. 

Ama artık çalışmıyor, dedi bir kadın. 

Hayır, hayır, çalışmıyor, bu bozuk, bunu biliyorum. Ama yine de her zaman olduğu gibi görünüyor: mavi ve beyaz. Ve bir kez daha onlara saatini gösterdi ve en güzeli, diye devam etti heyecanla. Size henüz bundan hiç bahsetmedim. En güzeli şu ki, saat tam iki buçukta takılıp kaldı, aksi gibi tam da iki buçukta, düşünün bir ! 

Öyleyse eviniz tam iki buçukta vuruldu dedi bir adam ve alt dudağını öne çıkardı. Bunu daha önce de duydum. Bomba patlatıldığında saatiniz durdu, basınç yüzünden. Saatine baktı ve kafasını salladı. Hayır, hayır bayım, yanılıyorsunuz. Bunun bombalarla bir ilgisi yok. Bombalar hakkında konuşmamalısınız. Hayır, iki buçuk sizin bilmediğiniz başka bir şeyle ilgili. Esprisi tam saat iki buçukta durmuş olması. Dörde çeyrek kala ya da yedide değil. Saat iki buçukta ben eve gelirdim, gece iki buçukta yani. Neredeyse her zaman tam iki buçukta! Esprisi bu. 

Diğerlerini inceledi, hiç kimsenin ona baktığı yoktu. Başını sallayarak saatine döndü. Onunla konuşur gibi, döndüğümde haliyle çok aç olurdum,değil mi? dedi. Hemen mutfağa giderdim. Saat neredeyse buçuk olurdu. Ve sonra annem gelirdi. Kapıyı ne kadar sessizce açsam da, o her zaman beni duyardı zaten. Ben karanlık mutfakta yiyecek bir şeyler ararken aniden ışık yanardı. Boynuna doladığı kırmızı şalıyla ve yün hırkasıyla orada, fayansla döşenmiş mutfakta, öylece dururdu, yalın ayak. Işık mutfağı çok fazla aydınlattığı için gözlerini kısardı. Ben gelmeden çok daha önce uyumuş olurdu, geceydi haliyle. Yine çok geç, derdi ve devamında başka hiçbir şey söylemezdi. Sadece bu kadar, yine çok geç. Benim için bir şeyler hazırlardı ve ben yerken beni izlerdi. Sürekli ayaklarını birbirine sürterdi çünkü fayanslar çok soğuk olurdu. Geceleri terlik giymezdi. Ben karnımı doyurana kadar benim yanımda otururdu. Odama girip ışıkları kapattığımda onun hala mutfakta, tabakları kaldırdığını duyardım. Her gece böyleydi, genellikle de iki buçukta. Annemin her gece iki buçukta benim için yemek hazırlamasını çok olağan bulurdum. Tamamen olağan. Bunu her zaman yapardı ve bana hiçbir zaman yine çok geç dışında tek kelime etmezdi. Bunu ise her seferinde söylerdi ve ben bunun asla bitmeyeceğini düşünürdüm. Bu benim için o denli olağandı, çünkü hep bu şekilde olmuştu. 

Bankın üzerinde bir anlık bir sessizlik çöktü. Sonra sessizce, ya şimdi dedi. Diğerlerine baktı ama onlar ona bakmadı. Saate dönüp mavi beyaz yuvarlak yüzüne, şimdi, ancak şimdi anlıyorum bunun cennet olduğunu. Gerçek bir cennet. Bankta oturanlar hala sessizdi. Sonra bir kadın sordu: ya aileniz ? 

Mahcup gülümsedi. Ailemi mi soruyorsunuz? Onların hepsi gitti. Hiçbiri yok, hepsi gitti, düşünebiliyor musunuz ? Hepsi. 

Yine mahcup bir diğerine gülümsedi. Ama onlar ona bakmıyorlardı. Tekrar saati havayı kaldırdı ve güldü. Sadece bu, geriye kalan ve en güzeli de tam da iki buçukta takılıp kalmış olması. Aksi gibi tam da iki buçukta. 

Ve başka hiçbir şey söylemedi, ama yüzü hala yaşlı görünüyordu. Yanında oturan adamsa ayakkabısına bakıyordu ama ayakkabısını gördüğü yoktu. Boyuna şu cennet sözcüğünü düşündü durdu. 

(İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'da oluşan Yıkım Edebiyatı'nın (Trümmerliteratur) önemli yazarlarından Wolfgang Borchert, birçok cephede savaşmak zorunda kaldı, yaralandığında kendini çürüğe çıkarmaya çalıştığı gerekçesiyle yargılandı, sonunda tekrar cepheye gönderildi. Katıldığı birlik Fransız birliklerine teslim olunca, esirlerin taşınması sırasında kaçmayı başardı fakat ağırlaşan hastalıkları yüzünden zamanının çoğunu yatarak geçirmek zorunda kaldı. Savaş sonrası, tiyatro oyunları ve kabarelerde yer aldı. Yazdığı yirmiden fazla kısa öykü ve daha sonra kitaplaştırdığı şiirleri ve Kapıların Dışında (Draußen vor der Tür) isimli tiyatro oyunuyla büyük yankı uyandırdı. Karaciğer hastalığının tedavisi için gittiği Basel'de 1947' de öldü. Mutfak Saati (Die Küchenuhr) savaşın etkisiyle dağılmış aileleri ve savaş travmalarını konu edindiği öykülerinden biridir.)

Wolfgang Borchert 

Özgün ismi: Die Küchenuhr (1947)
Çeviri: Anıl Alacaoğlu 
Fotoğraf: Wolfgang Borchert, annesi Hertha Borchert ile

İzleyiciler