Bir pencereden dışarıya bakıyorsun. Aslında böyle bir pencere yok. Oradan baktığın dışarısı bile. Kendini kandırmayı sevdiğinden, inanıyorsun odanın penceresinden dışarıya baktığına.
Bakışların beklemeli. Bilmem kaçıncı kez girdiği dersin sınavından geçemeyen bir öğrenci. Gözlerinden birini çıkarıp kenarına koyuyorsun pencerenin. Bir şeyler fısıldıyorsun kulağına gözünün. İsteksizce başını sallıyor. Hoşnut olmasa da seni kırmamak için bazı şeylerini onaylamak zorunda kalıyor.
Odalardan birine geçiyorsun. Bir şiir kitabı kitaplıktan okumak için. Yasak bir kitap ama bu. Bitirmeden ilk şiiri, kapatmak istiyorsun kitabı. Tam örtmek üzereyken sayfaları birbirinin yüzüne, yeniden aralıyorsun. Orada bir sözcük bağırıyor. Sözcükle göz göze geliyorsun. Kim olduğunu soruyorsun ona. Bilemiyor. Adını bilemeyen sözcüğe de ilk kez rastlıyordun. Sen biliyordun oysa. Ama nedense sormak istemiştin.
Bir yerlerden tanıyordun, bu yasak şiirin yasak sözcüğünü. İlkokuldaydın. Çantanın en iyi yerine sıkıştırdığın ekmek arası helvaların yağı çıkardı. Kaç kez öğretmenin azarlamıştı seni. Alamadığınız paltonun ekmek arasına sıkıştırılmışıydı helva belki.
Teneffüslerde sobaya sokuldukça sokulurdunuz. Birinde, adını bilmediğiniz bir kız çocuğunun önlüğü yanmaya başlamıştı.
Öteki çocuklar:
- Tutuştu, tutuştu diye bağırmışlardı.
Öğrenmiştin böylece onun adını. Eski bir tanıdığındı bu sözcük. bir şiir yasak sayfaları arasında karşılaşmak... Başka türlü nasıl karşılaşabilirdin, yasaklı bir sözcükle?
Birkaç gün önce, bir arkadaşın: - Hani canım oturup çiçeklere laf attığınız. Anımsamadın mı daha? Figüran Çiçek diye de bir şiir yazan.
Bir kedi bulmam gerek kendime, onsuz yaşanmıyor demişti.
Sen:
- İnsana yaşama özlemiyle zehir eden türden olmasın, demiştin.
Kedinin gözleri hangi mevsimdeydi şimdi. Gerçi yanında olduğu zamanlar gözlerini göremezdin. Cam vardı gözlerinin yerinde. Ucuzlarından. Çocukluğunda oynadığın bilyelerdi, cam parçaları. Göz çukurlarıysa bilye girdirmeye çalıştığın çukurlardandı.
Ara sıra silip geri yerine koyuyordu gözlerini. Bakışlarının var olduğunu kanıtlamak için yapıyordu bunu, sana göre. Anlamı: "Yanındayım. Beraberiz. Sıcak bakışlarımı senin gibi cebimde saklamıyorum." demekti.
İçmiş içmiş sarhoş olmuştu kedim dediğin. Ele avuca sığmıyordu. Usuna geleni söylüyordu. Yasak türküler söylemeye başlamıştı, bütün bunlar yetmezmiş gibi.
Kulağına eğilip:
- Yasak bu türküler demiştin. Sus söyleme. Başımızı belaya sokma lütfen. Yüzüne şiir serpmiştin ayılsın diye. Orada bulunanlar birbirlerinin yüzüne bakmış, yaptığına bir anlam bulmaya çalışmışlardı. Anlam ararken anlamsızlığa gittiklerinin ayrımında değillerdi.
Bardaklarınıza durmadan iğrenme dolduruyorlardı. İğrenme kokusundan başı dönüyordu bardağının. Masadan yere düşüp kırılmak geçiyordu içinden. İntihar ya da kaçış dediğini bir çözüm olarak görüyordu. Kendini masadan aşağı atmasın diye, bardağını ortalardan bir yere koydun.
Arkası arkasına bardaklarınızı boşaltıyordunuz. Yineleyip durduğun tek bir söz vardı. Anlamıyorlardı ama. Bir olasılıkla boşalan bardaklarınızı doldurmalarını istediğini sanıyorlardı.
Kapının zili çalınıyor. Düşüncelerinden sıyrılıyorsun. Aceleyle gözünün tekini bıraktığın pencere kenarına koşuyorsun. Alıp yerine koyuyorsun gözünü. Gelirse seni gözsüz görmesini istemiyorsun. Kim olduğunu bile sormadan gelenin, kapıyı açıyorsun. Kimse yok. Öfkeyle kapıyı kapatıyorsun. Zil çalmıştı belki. Olamaz mı? Öyle sanmıştın kesinlikle. Gelmiş, kapı açılmayınca... Anayola bakan pencereye koşuyorsun. Jaluziyi aralıyorsun. Olamaz... Pencere tuğlayla örülmüş.
Ne yapacağını bilemiyorsun. Soracağın bir şeyler olduğunu duyumsuyorsun ona. Gelmedi oysa. Gelseydi soracaktın.
Örneğin, "- sensiz geçen geniş zamanı anlatmamı ister misin?" Diyecektin.
- Hayır! diyecekti, adı "KEDİ"olan sözcük de
Mustafa Aslan