Roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2025 Cuma

Ağrı Dağı Efsanesi

    (...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu. 
    Cellatlar zindana vardılar, Memoya: 
    "Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
    Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç: 
    "Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
    Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı: 
    "Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum." 
    Paşa:
    "Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun." 
    Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi. 
    "Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun." 
    Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu. 
    Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü. 
    Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72




15 Şubat 2025 Cumartesi

"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler."

"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim, keçe, çullarımız... Harran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık, insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası, Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere... Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylanınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik... Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız... Harran ovasında, Mezopotamyada yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece..."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.263-264


9 Şubat 2025 Pazar

"Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı."

    Yalnızağaçtan ta Anavarzaya kadar çeltik tarlaları. Çeltikler sarı başaklarını dolu, verimli saçaklamışlar. Irgatlar bellerine kadar çemrek, tarlaların ortasında, binlerce. Kimi çeltik biçiyor, kimi biçilenleri sırtlanarak harman yerine götürüyor.
Irgatlar çamura batmış bir karınca katarı gibi harman yerinden tarlaya, tarladan harman yerine çekiliyorlar. Tarlalarda traktörler, batoslar. Batoslar bir yandan tane, bir yandan sap kusuyorlar. Kerem önce merakla bu tarlaları dolaştı. Bir kedi merakıyla batosu, traktörü, kamyonları, harmanı, ırgatları yokladı. Öğle oldu, sıcak kızdırdı. Sonra Kerem acıktı. Bir arkın göleğinde, göleği çepeçevre sarmış salkımsöğütlerin altında çocuklar oynuyorlardı. Kerem güvenli bir içgüdüyle
çocukların yanına gitti.

    Karakol köyün dışında tek başına kalmış yayvan, han gibi bir toprak damdır. Önünde, içinde yalnız kadife çiçekleri dikili, o da toz içinde kalıp yarı yarıya kurumuş bir bahçesi vardır. Bayrak gönderinde iyice solup bozarmış, ayı yıldızı belirsizleşmiş bir bayrak dalgalanıp durur. Anayol köyle karakol arasından geçer. Yol, karakola elli adımdır. Yolun kıyısında tek tük cilpirti çalıları nasılsa kalmıştır. Cilpirti çalısı topluluklarını böğürtlenler, yabanıl otlar sarmıştır. 
    Yağmur yağıyordu. Kerem cilpirti çalısının içine sinmiş, gözlerini de karakolun kapısına dikmişti. En küçük bir devinimi kaçırmıyordu. Karnı da çok açtı. Karakola elleri biribirine kelepçelenmiş bir delikanlıyla bir kız getirdiler. Kızın yüzü ıpıslaktı.
Saçları darmadağın biribirine dolanmıştı. Delikanlı candarmaların önünde başı yerde karakola girdi. Az sonra karakoldan kızın bitip tükenmeyen çığlığı duyuldu. Kerem ürktü. Buradan kaçıp gitmeyi birden istedi. Ama şahin... Şahini gönlünde bir havalandı, geri Çukurovanın düzüne indi. Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı. Kerem öyle gördü. Çok yılan varmış şu Anavarza kayalığında da, diye düşündü. Yılanların başı orada yaşarmış. Yılanların başı  üstüne bir hikâye anımsamaya çalıştı ama olmadı. Bölük pörçük bir şeyler geçti
gözlerinin önünden ama, birden silindi. Candarmalar yaşlı, erkeği çok şişman, kadını çok uzun, zayıf, savanlara sarınmış iki insanı yüzlerine tükürerek dama soktular.
    Keremin birden gözleri acıdı, boğazı kurudu:
    "Aaah, dedem," diye inledi. "Aaah, soylu dedem, kim bilir neredesin şimdi. Ya kara toprağın altında, ya da hastasın. Ya da bu alçak Çukurovalı yatırmıştır seni sopanın altına dövüyordur."
    Dedem ağlamaz. Hiç mi hiç ağlamaz. Onun gözünden yaş geldiğini kimsecikler yüz yıldır görmemiştir. Dedem, Haydar Usta, ulu Haydar Ustanın torunu... Keşki benim adımı da Haydar koysalardı. Ulu Haydar Usta, dedemin dedesi ta Horasandan gelmiş. Avşarlının koca Beyi, üç tuğlu vezir dedemin kapısında bir kılıç almak için tam bir yıl beklemiş. Büyük Haydar Ustanın kılıcını kullanırlarmış şahlar, padişahlar. Yaaa, işte öyle.
    "Şimdi de benim dedemi karakollara sokup iyice döverler. Kan işetirler. Ama dedem sağlamdır. Horasan toprağıdır, ölmez."
    Demirciler Ocağı bizim ocağımız. Bu ocağa gelip de eşiğine yüz sürene kurşun geçmez, kılıç işlemez. Olur mu? Olur ya, Allah böyle yapmış. Beyler, padişahlar, yiğitler, paşalar, şahlar gelmiş eşiğimize yüz sürmüş. Her gelen, eşiğe yüz sürmeye her gelen kişi, bize, eşiğimize yeşil gözlü, yaaa, yemyeşil, zümrüdü
yeşil gözlü, boynu uzun, kulakları kalem, soylu Arap atlar getirirmiş. Atın en soylusu yeşil gözlü olur. Yeşil gözlü at bulunmaz. Bulunursa şahin gibi olur. Öyle uçar. Çadırımızın kapısında don don bir at yılkısı... Dedem her gün birisine biner.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.133-134


7 Şubat 2025 Cuma

"Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi."

    "(...) Bizim mahallemiz bir göçmen mahallesiydi. Kırım'dan Dobzuca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harpler, katliamlar içinde kopup gelen göçmen sellerinin artıkları, yüz elli, iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular, daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.
    Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi.  Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski imparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde Doğudan Batıya uzanıp gidiyordu. 
    Halbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan İran içine, Hint denizine, Podolya'dan Ukrayna'dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki kolu ile kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu...
    Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailesinin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ne alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.
    Bu perişan kafileler, eski istilâ ordularının Balkanlar'da, Tuna'da ve daha ötede yerleşip, köy, şehir, kale kuran eski fatihlerin geri dönen artıklarıydı.
    Şahin atlar üstünde Avrupa'ya giden ataların bu çocukları, şimdi her tarafından torbalar, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı. 
    Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kafilelerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.
    Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman : 
    - Çocuklar! Muhacirler gelmiş!
diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.
    Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hattâ aramızda onlarla hemşeri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı. 
    Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşerilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Bir kısmı yakın yerlere dağılırdı. Bir kısmı yeniden yollara düzülürlerdi. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirlerdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hattâ çit kulübe yaparlardı. 
    Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evinde çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.
    Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. (...)"

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, S.19-21


29 Aralık 2024 Pazar

    "Fabrikanın 'İşçi kapısı' üzerindeki yuvarlak saat öğlenin on bir buçuğunu beş geçeyi gösteriyordu. Tam on bir buçukta dokumahane paydos olmuştu. Şimdi iplikhanenin kadın işçileri, siyah önlük, beyaz başörtü kalabalığı halinde, yorgun çıkıyorlardı. 
    Fabrikanın önü, pazar yeri gibiydi: Üzüm, kuruyemiş, portakal, çeşit çeşit tatlı, kuru köfte, simit satıcılarının haykırışları birbirine karışıyor, kuvvetli güneşin altında zevkle uçuşan besili karasinekler yiyeceklere inip kalkıyorlardı. 
    On iki saatlik yorucu bir işten sonra kavuştukları hürriyetin neşesiyle güneşe karşı gerinen, birbirini kovalayan, yahut birbirlerine yaslanarak iplikhane kızlarını seyreden, laf atan delikanlı dokumacılar, fabrika meydan hamalları, yalınayak çocuklar, bütün bu gürültü, şamata ve kaynaşmayı alışmamış, yadırgı gözlerle seyreden yayla memleket uşakları... 
    Paramparça üst başlarıyla bunlar öyle çoktu ki..."

Orhan Kemal, Cemile, Epsilon Yayıncılık, S.46



"Horasandan bu yana..."

"Göç Ceyhan köprüsünü geçtiğinde gün kuşluktu. Hemite köyünün üstüne boz bir duman çökmüştü. Hemite dağı kayalık, mosmor, kıraç, ot bitmez, keskin, hüzünlü, karanlık ovanın üstüne binmiş yükseliyordu, bir top. Kayalar bir kopkoyu morarıyor, bir mavi mavi tütüyor, bir ortadan siliniyordu,boz duman. Göç Sakarcalığın top, karanlık dutlarının aşağısına vardı durdu. Çocukların bir kısmı, analarının sırtında, daha büyücekleri develerin, eşeklerin üstünde. Develer gene her zamanki gibi nakışlı kilimlerle, mavi boncuklarla, ak deve boncuklarıyla, binbir çeşit, ebemkuşağı gibi kolanlarla donatılmıştı. Göçün her şeyi, hiçbir şey olmamış, sanki bir yangından kaçıp kurtulmamışlar gibi düpdüzgündü. Develerin, erkeçlerin boğazlarındaki çanlar ağırdan ötüyordu. Bir anda sabahın alacakaranlığında, yangın hüyüğü sarmışken, böylesine düzgün bir göç yapmak, yüzlerce yılın alışkanlığıydı. Horasandan bu yana bu göç her gün çözülür yeniden bağlanırdı."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.115

11 Aralık 2024 Çarşamba

Candide (ya da İyimserlik)

    (...) Cacambo, konukevinin sahibine, kendisini şaşkınlığa düşüren, merak ettiği şeylerin hepsini açıkladı; o da ona, ''Ben çok bilgisizim ama bundan da hiç yakınmıyorum; burada saraydan çıkmış bir yaşlı adam var; o, ülkemizin en bilgin, en cana yakın adamıdır" dedi. Cacambo'yu hemen o yaşlı adamın yanına götürdü. Candide artık ikinci derece bir rol oynuyor,uşağının arkasından gidiyordu. Çok basit bir eve girdiler; çünkü kapısı ancak gümüşten, odaların tavanları ise altındandı; ama o kadar zevkle işlenmişti ki en zengin tavanlar bile bunlardan üstün olamazdı. Bekleme odası gerçek zümrüt ya da yakutla işlenmişti; her şeyde görülen uyum bu aşırı yalınlığı gözlerden gizliyordu.
    Yaşlı adam, iki yabancıyı, sinek kuşu tüylerinden yastıklarla kaplı bir sedirde kabul etti; onlara elmas kadehler içinde içkiler sundu; ondan sonra da şu sözlerle meraklarını giderdi:
    "Yetmiş iki yaşımdayım; kralın seyisi olan rahmetli babamdan, Peru'da tanık olduğu hayret verici ayaklanmaları dinledim. Bulunduğumuz ülke, buradan, dünyanın bir bölümünü istila etmek için çıkan, sonunda İspanyollar tarafından yok edilen İnkaların eski yurdudur. Bu ailenin anayurtta kalan hükümdarları daha akıllı çıktılar; milletin rızasını aldıktan sonra, küçük ülkemizden hiç kimsenin dışarı çıkmaması için emir verdiler; işte saflığımızı ve zenginliğimizi korumamızı sağlayan da bu oldu. İspanyolların bu ülke hakkında kesin bir bilgileri yoktur; buraya Eldorado adını verdiler; hatta Chevalier Raleigh (34) adında bir İngiliz, aşağı yukarı yüz yıl önce buralara kadar gelebilmişti; fakat yanaşılmaz kayalar ve uçurumlarla çevrilmiş olduğumuzdan, toprağımızın çakıllarıyla çamurunu anlaşılmaz bir hırsla arayan, bunları elde etmek için de en son bireyimize kadar bizi öldürmeyi göze alan Avrupa milletlerinin yırtıcılığından şimdiye kadar kurtulduk." (...)

Voltaire, Candide, Cumhuriyet Dünya Klasikleri, S.71-72

Çeviri: Fehmi Baldaş

İyimserlik içinde yaşamını sürdüren genç Candide, bir gönül meselesi yüzünden Baron de Thunder-ten-tronckh’un şatosundan kovulunca, iyimser akıl hocası Pangloss ve karamsar filozof Martin’le uzun bir yolculuğa çıkar. Yolları Paris’ten El Dorado’ya, Paraguay’dan Türkiye’ye ve daha pek çok gizemli diyara düşen üçlü, yolculuk boyunca tanıştıkları köylüler, hükümdarlar, tüccarlar ve daha pek çok farklı insandan yaşama dair öğretiler topladıkları uzun bir maceraya atılır. 

19 Ekim 2024 Cumartesi

"Kemal Tahir / Yorgun Savaşçı"

 (...) Ben debelenirken, Karlos Çorbacı piposunu temizleyip doldurdu, "Bak n'apacağız her doktor, dedi, eski bildiklerini bir yana bırakacağız, Dekart hesabı, dedi, yeniden aramaya başlayacağız ön yargıları atıp... Bakalım bu davranış bizi nerelere götürecek? Başlıyoruz! Anadolu toprakları nasıl topraklardır sence?

- Nasıl mı? Yamandır Anadolu'muzun toprağı, dedim. Dünyanın ekin ambarı olacak topraklardır. Biz tembelliğe vurduğumuzdan bu cennet vatanın üstünde sürünmekteyiz. İş bilir ellere geçse bak neler olur...

- Bunları nerden çıkarıyorsun? Kendin çiftçilik edip denemedin. Babanın çiftçi olduğunu da sanmam. Sizde böyle kitapların daha yazılmadığını da biliyorum! Bunlar gerçeği aranmamış palavralar... Salt Anadolu toprağı değil, Akdeniz'i, Ege Denizi'ni çevreleyen bütün topraklar, cenabet topraklardır. Çünkü, bu bölge toprakları dünyanın yüzünde, gayet ince, pek yalınkat bir kabuk gibidir. Tarım derin derin aktarılmaz, kara sapanın ucuyla az biraz karıştırılır. Bu bölgenin hava durumu da tarıma uygun değildir doktor, ya kurak gelir, ya taşkın... Kurakta sizin toprak, hiç saban görmemiş gibi taş kesilir. Taşkınlar, tarlaların yarısını alır denize götürür, yarısını dar vâdilere indirip bataklık yapar. Bataklıklarda insan barınamaz. Bu yüzden, Adana, Küçük, Büyük Menderes ovaları gibi verimli ovalarınız ancak on dokuzuncu yüzyıl ortalarında tarıma açılabilmiştir. Daha önceleri buralarda göçebeler hayvan otlatıyorlardı. Bu özellikteki topraklarda, Batıda olduğu gibi, özel mülkiyet yerleşip gelişemez, zenginlikler sayılı ellerde toplanamaz. Sizde batı anlamında FEODALİTE'nin bulunmaması bundandır. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir FEODAL, böyle topraklarda serflerini doyurup kendisini zengin edecek tarımı, yalnız kendi gücüyle sürdüremez! Türkçesi, toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten batıda devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç haline geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İHYA EDİCİ'dir. Yani, batıda devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, doğuda devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu halde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi TALANCILIK'la suçlarken, batı kültürünüzle, batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz. Batıda, ilkçağların kölelik sisteminden bu yana özel mülkiyet kutsal olduğu halde, sizin beş bin yıllık toplum tarihinizde devletten başka kutsal hiçbir şey yoktur. Bu açıdan bakınca, Melek Ahmet Paşa'nın ağası devlet işine giderken Bolu Paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılmaz. Çünkü sizde her iş devlete yararlılığıyla değerlendirilir. Sizde devlet tehlikeye düştüğü zaman devletten sorumlu olanlar, bir dakika önce, en korkunç suçlamalarla geri ittikleri en akıl almaz sistemi kabullenmekte bir an duraklamazlar. Batıda bütün monarklar geriliği tuttukları halde, sizin padişahların apansız ilerici kesilmeleri bundandır. Burdaki ilericilik, bilinçle, imanla kazanılmış bir şey değildir, beyin ameliyatı gibi ister istemez katlanılan, bir çaresiz durumdur. Sizde padişahlar, baba, kardeş, evlat demeyip öldürmüşlerdir. Bir gecede on dokuz kardeşini, sonra da öz oğlunu öldüren üçüncü Mehmet'in, para denilen bakır, gümüş, altun parçalarını bulduğu yerde almasına yalnızca talan deyip geçemeyiz. Kaldı ki, ikinci padişah Sultan Orhan'dan bu yana, modern anlamıyla devletçidir de sizin devlet... Tersanelerini, baruthanelerini, dökümhanelerini, madenlerini işleten, tarım topraklarının mülkiyetini elinde tutan, bayındırlık işlerini, yol şebekesini, postayı, kervansaraylar sistemini, okulları, üniversiteleri, merkezden idare edilen bütün imparatorluğa yaygın yargılama örgütlerini, loncaları, hatta dini bile devletleştirip devletçilikle yürüten, ana tüketim maddeleriyle besin maddelerini tekele alan, iç ticareti, dış ticareti aralıksız denetleyen, pazarda fiyatları belli bir çizgide tutan bir ekonomik sosyal örgütün ana özelliği talancılıkla belirlenmez. Bütün bu işleri başarabilmek, kısacası toplumun var olabilmesini savunmak için sizin devletiniz, sırasında, despot da olmak zorundadır. Sizin devlet merkezcilikten, bürokratlıktan, hatta despotluktan vazgeçtim dese, siz bunalınca ayaklanır, bunları geri getirmesini ister, hatta bunun için onu zorlarsınız...» dedi. (...)

Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, Tekin Yayınevi, S.146-148




23 Aralık 2023 Cumartesi

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!"

 
"Ölmemiştim ama diri de değildim;
Bir nebze aklın varsa kendin tasarla ne hale geldiğimi,
yaşamla ölümden yoksun kalınca."

Dante Alighieri - İlahi Komedya

"Sokaktaki kör dilenciye kesinlikle para ver.. Bu kentte olup da görememek ne dehşet bir acı!" dediklerini duymuştum. Kentler de insanlar gibidir, kılıktan kılığa bürünmeyi severler. Oysa Floransa en güzel giysisini hiç çıkarmaz. O giysiyi sadece körler değil, turistler de göremez. Hiçbir yabancı Dante'nin evinin arka sokağında olanları bilemez. Heykelini görmek ve birkaç resim çekmek yeterli gelir. O gün herkesin yanından geçtiği, yabancıların asla göremeyeceği Floransa'ya dokundum. Ciddi, ağırbaşlı, sade ve dayanıklı kahverengi örtüsünü sıyırdım.

Aslında bir yazarım. İyi bir yazar sayılmasam da yazarım. Gündüzleri 10:30'dan 19:30'a Osteria del Porcellino'nin bulaşıkçısı, geceleri de Perito Specialista'nin yazarıyım. Daha önceleri de gündüzleri köşebaşında ev yapımı sandeviçler satan bir yazardım. (...)

Cem Akgül, Dönmeyenlerin Seyahat Rehberi, Noktürn Yayınları, S.89



17 Aralık 2023 Pazar

Yürüyenler


"Batıdaki büyük ergin yakınlarındaki kumulların ardında, gözleri kör eden ışığı, sıcağı, kum fırtınaları ve uçsuz bucaksız gökyüzüyle, şehirlilerin ve toprağa yerleşik yaşayanların ve özellikle de artık yürümeyenlerin unuttuğu bir çöl vardır.

Düne kadar göçebe olarak yaşayan Zehra, yaşama amacı olan bu sonsuz yürüyüşe bir son vermek zorunda kaldı. Aşiretinin bir bölümüyle buraya, kum tepelerinin eteklerine, iki ayrı dünyanın sınırına yerleşti; Bedevi geleneklerinin ve bilgeliğin temel direklerinden, zamanının ölümsüz hikâyecilerinden biri haline geldi. Cezayir Rumî istilalarıyla sarsılırken, onun etrafını saran sayısız çocuk büyülenmiş bir halde tuz yolunun sihrini ve Sahra'yı dolaşan kervanların hikâyesini dinliyordu.

Aşiretinin okuma yazma öğrenen ilk genç kızlarından olan Leyla, onu saf dışı bırakmak isteyenlere başkaldırdı. Göçebe kökenleri sayesinde kaderine ve geleneklere karşı çıkabilecek gücü buldu. Çöle ve kumlara savaş açan kadınların zaferini irdeleyen ve gerçek bir aşk türküsü olan bu roman, diğer yandan yeni yetişen genç neslin de hikâyesidir. Bağımsızlık savaşından sonra terör, özgürlük ve köktendincilik sorunları arasında gidip gelen Cezayir, en gerçek haliyle karşımıza çıkıyor: dişi ve doğurgan."

Melike Mukaddem, Yürüyenler

Çeviri: Mine Tan

17 Haziran 2023 Cumartesi

Bir Çağımız Yazarının İtirafları

 "(...) / Sokakta yeni bir insanın, bir serserinin doğduğunu görüyorum. Artık hiçbir şeye inanmayan, ama hayatın kuvvetlerine iman eden bir serseri. Belki de bu sonbaharda ölüm döşeğim olacak hasta döşeğimden o serseriye, Adrian Zograffi'nin söylemeye vakit bulamayabileceği bir şeyi söylüyorum. Şöyle diyorum ona:

Bütün demokrasilere, bütün diktatörlüklere ve bütün bilimlere iman ettikten sonra, son toplumcu adalet umudum sanata ve sanatçıya yönelmişti. Yığınlar üstündeki büyük güçlerini düşünerek edebiyattan başkaldırmış devler çıkacağına, sokağa inerek demokratik, diktatoryal, dinsel, bilimsel bütün ikiyüzlülüklere karşı savaşanların başına geçeceklerine umut bağlamıştım.

Bildiğin gibi böyle bir şey olmadı. Bütün öteki sözde değerler gibi sanat da bir aldatmacadır. Ben de sanatla uğraştım, bir şeyler başardım da sayılır, o yüzden sana söyleyebilirim: Bu da bir aldatmacadır. Sanatçı da din adam gibidir. Yüceliklerden söz açar ama elinden geldiğince altın biriktirmeye bakar, kurdun ağzına düştüğün zaman sırt çevirir sana, tıkır tıkır paracıklarını yemeye koyulur, senin, tek başına yıkmanı beklediği makineli tüfekler de bir güzel korurlar onu.

İşte seni o kadar duygulandıran sanatlar ve sanatçılar bundan ibarettir. Şarlatanlar! Onun için çekildikleri köşelerinden, haline bakıp, iki gözü iki çeşme, seni şu inanca, bu savaşa katılmaya çağırırlarsa aldırma onların sözlerine. Hatta bu yüzyılın modası olan 'enternasyonal vatan'lara da inanma.

İster ulusal, ister uluslararası olsun, eski ya da yeni efendileriyle, demokrat ya da mutlakiyetçi, birbirlerini yaşatmak için başkalarını öldürenler yerin dibine batsın. Bir başkası uğrunda can vermeye yanaşma. Kavuştur kollarını! Olduğun yerde kal. Kim olursa olsun, o baylara, her yüzyılda yarattıkları yeni yeni ülkelerin hepsinin birbirine benzediklerini söyle ve gidip kendiniz can verin, de onlara. Sen, çıplak adam, zavallı kollarıyla zavallı başından başka bir şeyi olmayan adam, düşüncelerine de, tekniklerine de hayır de, sanatlarına da, rahat koltuklarından destekledikleri ayaklanmalara da boş ver. İlle de biri ya da bir şey uğrunda gebermeyi çekiyorsa canın, bir orospu uğrunda geber, bir dostun köpeği uğrunda, ya da tembellik yüzünden geber. 

Yaşasın hiçbir inanca bağlanmayan kişi!  (...)"

Panait Istrati, Uşak, Önsöz'den, S.12-13

29 Mayıs 2023 Pazartesi

"Ciddiye Almak"

"Bir şeyi ciddiye almak demek; titizlenmeyi, ölçüp biçme kaygılarını, olası sonuçlardan duyulan korkuyu da beraberinde getirecek olduğundan, yaşamsal katı kısıtlamaları zorunlu kılar. Çembere alır ve daraltır. Aslına bakarsanız, yaşam fazlası ile topa gelişine vurmaktır; her vuruş aynı olmayacağından, tekrarlanan vuruş deneyimleri bizi bilinç derecesinde gelişmelere götürür. Her kalkışma vuruşa dönüşmese de, zaman zaman isabetli vuruş kaydetsek de, vuruşlar amaçlandığı gibi olmasa hedefi bulmasa da, asıl olan; topun yol alma estetiğidir. Gökdoğan ölümlüdür ama uçuşuna paha biçilmez.

İnsanlık tarihinde ölümlere yol açan acımasız savaşların ve diğer olguların hatırlanması bile, aslında yaşamın ciddiye alınmasını kusurlu hale getirmez mi?

(...)

Yaşamak pek öyle dendiği gibi ciddiye alınacak bir şey de değildir hani... Öylesine, olasılıklardan olası bir an gelmiş ve oluvermişsinizdir! Var olmanın size katacağı, elde ettiklerinizi biriktirmenin yeni baştan bir yerlerde işinize yarayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuzdur aslında! Bir ikinci fırsat yoktur hiçbir zaman ve sonraki olan bir sonrakine de benzemeyecektir, bir öncekinden farklı olduğu gibi..."

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.90-91-94, Roman, 2022

Fotoğraf: Sarah Moon, Now and Then




28 Şubat 2023 Salı

"İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder, hayat çirkinleşir." 

Yaşar Kemal, İnce Memed

28 Ocak 2023 Cumartesi

"Düzen, ölüme yakın bir bitkinlik üzerine kurulur"



"(...) Dönüşün bir noktasında bazı atomlar, kapıldıkları anafordan bağımsız hareket etmeye başlarlar. Çünkü bazı atomlar diğerlerine göre daha çabuk yorulur, yavaşlarlar. Düzen dediğimiz şey, bu yorgun atomlarla kurulur. Dönmeye, hareket etmeye devam edenler çekirdeği oluşturur, yorgun atomlarsa kabuğu. İşte binalar, hayat, köprüler, sistemler, bankalar, evlilikler, aklına ne geliyorsa işte, bu kabuk üzerine kurulur. Düzen, ölüme yakın bir bitkinlik üzerine kurulur Dedektif !"

Ece Temelkuran , Devir (Roman), S.279  

15 Ekim 2011 Cumartesi

Oblomov


"Her gün yan yana oturmak kolay iş değildir. Birbirinin iyi yanlarından zevk alıp kötü yanlarına kızmamak için büyük bir yaşama deneyi, akıl olgunluğu ve insan sevgisi gereklidir."

İvan Gonçarov,  Oblomov, 
İletişim Yayınları
Çeviri: Ergin Altay

9 Aralık 2010 Perşembe

"Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz."

Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kim zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutmağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, “- Veli ağanın öküzleri gibi öküz, yoktur,” demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın..

Yusuf Atılgan "Aylak Adam"dan Alıntı, Yapı Kredi Yayınları


İzleyiciler