Edip Cansever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edip Cansever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Haziran 2025 Salı

Ölü Bir Deniz Yıldızı

Ey sonbahar! ey düşsel yolculuk! seni
Dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim
Duydum ki benim değildi artık, doğanın
Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.

De bana, anlat bana, öyleyse neden hatırlıyorum onu
O fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren
Gittiydi geldiği yere, uzaklığına
Döner mi bir daha dönmez mi bilmem
Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
Ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı
Bir sen kalmıştın sen, ey sonbahar ılımı, dörtnala gelen
Bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.

Parlar ki şimdi arasıra geceleri
Diplerde, derinlerde, yalnızlığımda
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.

Edip Cansever

Resim: Hennadiy Kyrychenko, 2018


1 Haziran 2025 Pazar

Yaz Mutluluğu

Sen bir karanfilsin, delisin
İçlisin de, bükersin hemen boynunu
Mendilimin içindeki kirazdır
Mendilin içi kiraz
Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu.

Nasılız ay ışığındaki dostum
Bütün bir gecenin uykusuzluğu
Bak şimdi her şey bir dengeye uydu
Bir domates, birkaç domates hemen hemen tartıldı
Bir sancı gibi yerleşti şuramıza özgürlük
Kirazlar kirazlar
Gözyaşları günbatımının
Karanfilin kokusu.

Demiştim, evet
Söz haziranın
Surdan burdan bir vapura binildi
Gümüş kafesinde denizin
Bir sürü kuştan geçildi
Sevgilim, canım mendilim.

Bir karabatak sürüsü dadandı bordamıza
Dadansın iyi
De bana kim bulacak denizin kalbini
Yeşimden oyulmuş ağaçlar
Kıyılarda
Kim bulacak kıyıların kalbini
Hepsini anlat, hepsini.
Anlat ki
Güneşli günler de sıkabilirmiş insanı
Bir rastlantı gibi gelen mutluluklar da
Susarsak susarmışız da, ölçemezmiş kimse derinliğini
Kim bulacak derinliğin kalbini
Sana kızar mıyım hiç
Bana bir gül ver.

Sevgilim, canım mendilim
Mendilim kiraz dolu
Anlatamıyorum galiba
Hüzün değil yaz mutluluğu.

Edip Cansever

Resim: Sergiu Ciochină


29 Mart 2025 Cumartesi

Beyaz Atlar Surlara

Benim yüzümde her şeyler var
Üç dilim ekmek bunlardan biri
Annem bir taşa oturmuş bunlardan biri
Sur dışlarında hafif bir eskici olur
Olur ya, bir kendi olur biraz da elleri
İnsan yalnız mı buna bir çare düşünmeli.

Dün biraz ağlamıştım bunlardan biridir şimdi
Çok gülünç bir şekilde kahveye giriyorum
Sorsam ya kapıdayken gözyaşı girilir mi
Girilmez, girilmez, bunu her mahmut biraz anlatır
Korkuyla anlatır, yüzünü baygın tutar anlatır
Kahveci, seni sevmiyorum bunlardan biri.

Bir deniz yandı gene, yansın ne çıkar sanki
İşte horoz öttü yüzümün yarısında
Yüzümde bir horoz var dünyanın biri
Seni sevmek neden mi, acı ve güzel
Geldikçe geliyorlar ellerinin elleri
Odalar! çıplak masalar! buna bir çare düşünmeli.

Bu da bir şarap olmalı şimdi boşluğu dolduracak
İçince bir korsan ağzıyla içmeli
Eskidir, yorgundur, kayıptır diye yüzler
Bir sinek bir sinek mi vurunca öldürmeli
Ve sinek oldu muydu hafif bir uzaklık olur
Olur ya, hem biraz dargındır hem biraz evli
İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli.

Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Toplu Şiirler, Adam yayınları, S.82



16 Şubat 2025 Pazar

Salınacak

                                    “biriyim, cesurum, var mısın ellerime
                                    bir başka sabaha kadar içelim.”
                                                                    Edip Cansever

saçımdaki örgüyü açmakla başlayacağım söze
kasabalar istasyonlarından başlar, her zaman
su kenarına kurulmaz çadır ve benim ayvalarım
güneşte üşür, karıncalarım bir devin avucunda
ne kadar yel diyorsan o kadar sağırım sana
kulak arkalarım çiçeklerin tutunsun diyeydi
toprağım diyorsun ben bir avucum açar mısın meyvene
ellerin diyorum yeni çıkmış bahçeden

içimden geçen çölle dilinden geçen işaretsiz levha
şaşıralım içindi, dilinin tek bir tüyünden
kirli beyaz bir melek doğrulabilirdi ama kanatsız
su çekildi, kum dememi bekliyorsan tanrı da
bu kadar beklemişti, büyük harfle başlamaktan
başka işe yaramıyor şimdi ismi, bağışlamadan
kalkıp yıkadın en çok da boynuma haksızlık eden
nefesini, bundan mıydı kına tutmaması sesinin

bir boğumluk incir rakısıyla devam edeceğim sonra
hangi yanımdaki hangi örgümün kaçıncı boğumu
serçelerinle ördüğünden tutamları aralıklı
kız çocuklarının saçlarına kuşlar konsun diyeydi
bıyıklı babalar, ama serçelerle saç örmeyi
annem bile bilmezdi, babamın bıyık bırakmayı
kuşyemliklerini doldurmayı bilmediği gibi, bu yüzden
hızla havalanan bir salıncaktan inmedi hala çocukluğum

Didem Gülçin Erdem

Resim: Rukiye Garip, Suluboya, 56cm x 38cm


22 Kasım 2024 Cuma

Gelmiş Bulundum

Ben mişim -neymiş- su sesiymiş
Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever


3 Kasım 2024 Pazar

Mendilimde Kan Sesleri

Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama  
Çocuğum beni bağışla  
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer  
İçimden öyle geldiği için değil  
Ama hiç değil  
Ah güzel Ahmet abim benim  
İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)  
Ve sözlerine   
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip Cansever


30 Ocak 2023 Pazartesi

Şairinden meşhur şiirler!

Dünyanın neresine giderseniz gidin, kime sorarsanız sorun herkes “Don Kişot”u bilir, ama dünyanın neresine giderseniz gidin bütün zamanların bu en meşhur kitabının yazarını sorun, “Cervantes” diyecek kaç kişi çıkar bilemem.

Bazı romanlar yazarlarıyla değil isimleriyle bilinir çünkü.

Bazı şiirler de öyle… Daha meşhurdur o şiirler şairlerinden. O kadar meşhurdur ki, o şiiri yazmış olan şairin adını pek az kişi merak eder.

“Makber” yazarından meşhurdur mesela. “Kaldırımlar” da, “Yaş Otuz Beş” de, “Fahriye Abla” da, “Masa da Masaymış ha” da, “Otuz Üç Kurşun” da, “Han Duvarları” da, "Monna Rosa" da…

Şiirlerinin kendilerinden meşhur olması şairlerin pek hoşuna gitmez. Ve genellikle şairler, pek meşhur olmuş, isimlerinin önüne geçmiş, şöhretinden rol çalmış şiirlerine üvey evlat muamelesi yaparlar. “Dur hele ne cezvelenip duruyorsun, seni yaratan benim, senden büyük ben varım,” der o şiirlerinden başka şiirleri de olduğunu gururla söylerler… Bu yüzden bir toplulukta o şiirin adını söyleyerek onu başkalarına tanıştıran dostlarına çok kızarlar.

*

Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” şiiri yazılmadan önce meşhur olmuş bir şiirdir. Hikayesi ibretlik bir hikayedir. Absürttür, komiktir, trajiktir... Sadece bizim memlekette olur cinsinde bir hikaye... Şiir yayınlanmadan önce şairin başını belaya sokmuş. Şair kafasında yazmış, kağıda geçirmemiş, onu birkaç arkadaşına okumuş, tıpkı kutsal metinleri ezberleyip yaygınlaştıran “okuyucular” misali; bu vesileyle şiir kısa sürede belli mahfillerde bilinmiş. Kim artık kaç mısraını ezberlediyse birbirine okumaya başlamışlar.

Ahmed Arif, Van-İran sınırında kaçakçılık yapan otuz üç köylünün kurşuna dizilmesi emrini verdiği için yıllar sonra hakim karşısına çıkartılan General Muğlalı’nın yargılanması sırasında yazar şiiri ancak yayınlamaz. Güvendiği birkaç arkadaşına, dostuna okur o kadar. Kağıda geçirmez onu, biliyor yazılı halini bulurlarsa vay haline! Öyle güvenmediklerine de pek okumaz şiiri, yerin kulağı var her yerde, bunu da biliyor. Aldığı onca tedbire rağmen polis, Ahmed Arif’in pek yenilir yutulur olmayan, netameli bir şiiri olduğu haberini alır, “hele çekelim bu herifi karakola” derler, bakalım şiir “yazmamak” neymiş görsün! Evini basar polis, alıp götürürler. Suçu büyüktür; şiir yazmak değil, şiir yazmamak… Ama polis bu numaraları yutmaz. Basar sopayı, henüz yazmadığı şiiri yazdırmaya çalışır şaire! Hikayenin devamını Refik Durbaş’a anlatmıştı Ahmed Arif, şöyle:

Karakolda sabaha kadar döverler. ‘Oku’ derler şiiri, okumaz. Henüz hiçbir yerde şiirin tek satırı çıkmış değil, polis nereden biliyor böyle bir şiirin varlığını? Oku derler, şairde Kürt inadı var okumaz, işkence uzar, şairin ağzından tek mısra çıkmaz. Basarlar sopayı, falakaya yatırırlar, okumaz. Onlar dövdükçe şair 'ölürüm de okumam' diye inat eder. Biliyor şiir yoksa suç da yoktur. Sabaha kadar dayak atarlar, nafile...

Daha sonra Atatürk Spor Salonu olan o zamanki stadyumun etrafındaki tellerin önüne getirirler, baygın haldeki şairi o tellerden aşağı atarlar. Orada sabaha kadar öylece kalır. Sokak köpekleri gelip gelip koklarlar. Ödü kopar, ölü sanıp yiyecekler diye. Sabah çöpçüler bulur onu. Acıyıp oradan çıkarırlar. Bir taksiye bindirirler. Han gibi bir yerde kalıyor, orada ev sahibi Mebus Hatçe çorba yapar ona, yaralarını sarar. Ancak bir haftada kendine gelir. Bir hafta sonra sokağa çıkar. Bu hadiseyi çok uzun süre kimseye anlatmaz şair, en yakın dostlarına bile.

*

Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” şiirinde ise adam evinden içeri girer; “masaya önce anahtarlarını koyar, bakır kâsede çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, bisikletin, çıkrığın sesini, ekmeği, havanın yumuşaklığını, aklında olup bitenleri, hayatta yapmak istediklerini, sevdiklerini, sevmediklerini, üçü üçle çarparak bulduğu dokuzu, pencere yanındaki gökyüzünü, sonsuzluğu, içmek istediği biranın köpüğünü” koyar. Şiir şu dizelerle biter:

“Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.”

Bu şiir, 1954 yılında çıkan “Dirlik Düzenlik” kitabında yer alır. Ve çok kısa sürede o kadar meşhur olur ki Edip Cansever’in adı bu şiirle anılır. Bela olur başına, “hiç kimseden çekmez bu şiirden çektiği kadar”. “Hayatım boyunca bu şiirden kurtulamadım gitti” der bir yerde şiirinden yaka silkeleyerek. Şöyle anlatır derdini:

“1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da ‘Masa da Masaymış ha’ şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirimden yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, yabancı dillere şiir mı çeviriyorlar benden, ille ‘Masa’ şiiri de olacak.”

*

Aynı dert Ahmet Muhip Dıranas’ın da başında var. O da “Fahriye Abla” diye bir şiir yazmış, Edip Cansever’in başına gelen onun da başına gelmiş. Varsa yoksa “Fahriye Abla”… Bu şiirin şarkısını, yıllar sonra filmini de yaptılar.

Cansever’le Dıranas dert ortağı, benzer bir yaranın acısını çekiyorlar. Edip Cansever, Dıranas’la bir yerlerde karşılaşır:

“Bir gün Ankara’da Ahmet Muhip Dıranas’ın da bulunduğu bir masadayız. Bir ara Dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. ‘Üstat, ben o şiirden bıktım’ dedim, ‘benim başka şiirlerim de var.’ Dıranas gülümseyerek, ‘Eh ben de Fahriye Abla’dan bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır’ dedi.”

İlhan Berk’e göre Ahmet Muhip Dıranas “Fahriye Abla”nın bu kadar tutulacağını, sevileceğini, bu kadar meşhur olacağını düşünmemiş. İlk defa şiir 1935 yılında Varlık Derisinde yayınlanmış. Bir anda şiirin ünü şairin önüne geçince onu kitabına almış. Şiir almış başını gitmiş, kimse yazarını sormuyor, herkes Fahriye Abla’nın peşinde…

Ahmet Muhip Dıranas 1980 yılında öldü. Ölümünün 25. yılında, yani 2005 yılında Fahriye Abla hâlâ yakasını bırakmamıştı şairin. O sene Milli Kütüphanede düzenlenen bir anma toplantısında Dıranas’ın eşi Münire Dıranas da kocasını anlatır, söz yine Fahriye Abla’ya gelir. Kadın Fahriye Abla’dan hâlâ mustariptir. Kocası ölmüş ona Fahriye Abla tartışmasını miras bırakmıştı. O toplantıda Münire Hanım, rahmetli kocası ile “Fahriye Abla” nam kadın arasında bir şey geçmediğini, dolayısıyla onu hiçbir zaman kıskanmadığını ispatlamak için, “Fahriye Abla, eşimin annesinin bir arkadaşıydı, o şiiri yazdığında ben daha doğmamıştım, evlendiğimizde o kadın 70 yaşındaydı, ben Fahriye Abla’yı hiç kıskanmadım,” der.

*

Bütün büyük şairlerin derdi budur işte. Liselerin edebiyat derslerinin de sevimsiz, sıkıcı olmalarının sebebi de… İlle de şair bu şiirinde ne demek istiyor, şiirde bir isim geçiyorsa, o isim hayali bile olsa onun kimliğinin peşine düşüyor millet. Birçok edebiyat öğretmeni talebelerine “bu şiiri düz yazıya çevirin” ödevleri verir, talebelerinin derste yaptığı çoğu şiir çözümlemesini beğenmez, “şair burada yaşadığı yeri bir çöle benzetiyor” diyerek hem şiirin canına okur hem de talebelerin edebiyat dersinden nefret etmelerine sebep olurlar.

Çoğu zaman tarihi romanlara nasıl gerçek tarihi vesika muamelesi yapılıyorsa, aynı şekilde şiirde de hayatın gerçeği aranır beyhude bir çabayla.

Oysa dünyanın tuhaf yaratıklarıdır şairler. Sanatları buna müsaittir. Öyle şeyler yazarlar ki, biz okurların aklına, onların aklına gelmemiş olan tuhaf şeyleri sokarlar.

Bu yüzden “Fahriye Abla” şiirini çözümleyen şiir bilen çoğu kişi o şiirde; şairin mahallesinde Müjde Ar’ın gençliğine benzer, dudağının kenarından şehvet akan şuh edalı, yaşamış, işveli gerçek bir Fahriye Abla aramazlarBunlara göre Dıranas’ın bu şiiri bir “büyüme şiiri”dir. Her kıtada şair çocukluktan ihtiyarlığa giden bir aks üzerinde, hayatın resmini çizer.

Bu fikirde olanlar belki de yanılıyor, bu satırları Dıranas okusaydı eğer, “Ne diyorsun sen, ben gençken hülyasıyla nice fanteziler kurduğum bizim mahallede tanıdığım bir kadından bahsediyorum, nereden çıktı bu derin mana?” da diyebilirdi, kim bilir.

Şiir bu; hem yazarına hem okuruna pabucu ters giydirir.

*

Gelelim, Necip Fazıl’ın “miladı” olan şiiri “Kaldırımlar”a… Kimisinin o tek şiirin üstadı büyük şair yaptığını, sonrasında bir şey yazmasaydı da hep büyük kalırdı dediği, kimisinin de şairin sanatını “Kaldırımlar’dan Önce (KÖ) ve Kaldırımlardan Sonra (KS)” diye ikiye ayırdığı o anıtsal şiire…

Hatıratı “Babıali”de bu şiirin de kaynaklarını açıklar. Cumhuriyet’ten sonra yurt dışına okumak üzere devletin burslu gönderdiği öğrenci kafilesinin arasında Necip Fazıl da var. Orada karşılaştığı Türklerin sabahtan akşama kadar kahvelerde pineklemelerini görünce şunları yazar:

“Korkunç! Başları üzerinde en renkli ve mânalı Batı şehirlerinden birinin kapkara çatıları ve esrarlı bacaları yükselirken, bunlar, her meseleye uzak, bu kahvehanede sıkışıp kalmışlar.”

Fakat kısa bir süre sonra genç Necip Fazıl da okulu mokulu boş verir, onlar gibi kumar masalarına dadanır. Yukarıya aldığım serzenişi, “Kaldırımlar” şiirine şu dizeyle geçer:

“Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;

Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.”

Kumar hayatını kuşatır şairin. Her şeyi boş verir. Bu durumu Ankara’dakiler de haber alır. Bir müfettiş gelir, eline son aylığını ve dönüş parasını tutuşturur, o parayı da kumara kaptırır ve Paris’te cıscıbıldak, çaresiz kalır. Hatıratında şunları yazar:

“Pırıl pırıl cadde, Paris kaynıyor... O, Genç Şair, şehrin kapkara çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız... Ve ‘Işık Beldesi' diye anılan Paris'te, hiçbir yer­den hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta...

Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce, yayan, oteline gitti.”

O sırada bir şeyler “arar” şair. Kumar bu “arayışın” aracıdır derler. Oturur “Kaldırımlar”ı yazar. Şiir “Hayat” dergisinin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında yayınlanır.

Şiir coşkuyla karşılanır. Nurullah Ataç onu yere göğe koymaz. Mustafa Şekip Tunç, “Yalnız bu büyük şiir bir sanatkara yeter” diye yazar. Peyami Safa, başka eleştirmenler de övgü yarışına girerler. Hatta Ahmet Haşim’in şairi bir kenara çekerek “bu sesi nereden buldun be çocuk” dediği bile rivayet edilir.

Ama Necip Fazıl memnun değil, mustariptir, ona göre şiiri yanlış anlaşılmış, o yirminci yüzyılda bunalım içinde debelenen “çilekeş bir entelektüelin” dramını yazmış, şiiri okuyanlar ise ondan “geceleri kaldırımlarda yatan evsiz barksız bir insanın dramını” anlattığı sanmışlar.

“Babıali” kitabında anlatır şair. Necip Fazıl daha sonra adını “Çile” olarak değiştirdiği “Senfoni” şiirini yeni yayınlamış. Çok güveniyor bu büyük şiirine. Hiç olmasa “Kaldırımlar”ın biraz etkisini siler, onun büyüklüğünü bir kez daha ortaya serer diye önüne gelene yeni şiiri hakkındaki fikrini sorar. Fikrini sorduğu şairlerden birisi de Cahit Sıtkı’dır. Şöyle aktarır aralarında geçen konuşmayı:

“Nasıl buluyorsun, Cahit, 'Senfoni'yi?..

“Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem... Meselâ Kaldırımlar ayarında değil..

“His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum!”

*

Hadi gelin yazının burasında şiiri okuyan ile yazanın şiirden ne anladığı üzerine, Memet Fuat’ın yaptığı bir deneyi, Turgut Uyar’ın nakletmesiyle aktaralım. Memet Fuat bu deneyi, o zamanların genç şairi Kemal Özer’in “Ağıt” şiiri üzerine yapmış. Önce şiiri okuyalım:

 

“annem mi bir kadın

geciken bir kadın gece yatısına

ölüm kendini göstereli babamın saçlarından

günübirlik bir kadın

üsküdar'la istanbul arasında

babamdı sakalıydı babamın

bir akşam göle batırdı

çıkmamak üzere bir daha

hepsi de ekmek kokardı

sayısı unutulan parmaklarının

akşam bir attır bütün ülkelerde

serin esmer bir attır

terkisine çocukların bindiği

 

Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat Varlık Dergisi’nin 15 Nisan 1959 günü yayınlanan “Şair-Şiir-Okuyucu” başlıklı yazısına şöyle başlar:

“Şiir eleştirisi yapan kimseler, daha çok, şiirle şair arasında­ki bağlar üzerinde dururlar. Ne demek istemiş? Ne demiş? Nasıl demiş? Şiirleştirme yöntemlerinden nasıl yararlanmış gibi soru­lar sorulur.”

Memet Fuat’a göre, kapalı, anlaşılması güç şiir çeşitli anlamlara gelebilir. Onu okuyan birisi, şairin aklından bile geçirmediği anlamlar çıkarabilir.

Memet Fuat, Kemal Özer’e bir mektup yazar. “Gül Yordamı” kitabındaki, yukarıya aldığım “Ağıt” şiirini anlam bakımından açıklamasını ister. Kemal Özer de kendi şiirinden ne anladığını açıklar. Mehmet Fuat, Kemal Özer’in gönderdiği açıklamayı kendi anladığı açıklamayı karşılaştırır ve söz konusu yazısında birbirini tutmayan ve tutmayışın sebeplerini araştırır, yazar.

İlginç sonuçlara ulaşır. Kemal Özer bu şiirinde, “çocuğunu her gün evinde yalnız bırakarak, akşamlara kadar ölmüş kocasının, yani çocuğun babasının mezarında oturan bir kadını” anlatmış. Oysa Memet Fuat şiirden bunu anlamamış, ona göre, “Kocasının ölümü yahut çalışamayacak kertede hasta olması üzerine geçimini sağlamak üzere, sabahtan akşama kadar çocuğunu yalnız bırakmak zorunda kalan bir kadını” anlattığını düşünmüş.

Memet Fuat yazısında bunun nedenlerini yazıyor sonra. “Üsküdar” deyince Kemal Özer’in aklına “mezarlık”, Memet Fuat’ın aklına ise “çalışmak zorunda olan yoksul insanlar”gelmiş. Gerçeklik, düş bahsinde anlaşamıyorlar. Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat, “Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayan bir kadının çocuğunu her gün evde böyle bırakacağını aklım almaz benim,” diyor yazısında.

*

Şiirin anlamını çözmeye kalkışmak beyhude bir çabadır. Şairin anlatmak istediği ile okurun anladığı çoğu zaman birbirini tutmaz. Şairlere sorsan, onların açıklamaları çoğu zaman okurda hayal kırıklığı yaratabilir. Turgut Uyar’ın aktardığına göre Sokrates savunmasında şöyle diyor: “Kendi yazdıkları parçalardan en güzellerini seçerek, ne demek istediklerini şairlere sordum. Çoğunun söyledikleri, orada bulunan herhangi bir kimsenin söyleyeceğinden farklı değildi.”

Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmak istediğim şeyi André Gide'in anlattığı gibi anlatamam:

"Şair olmak için insanın kendi dehâ­sına inanması; sanatçı olabilmek için de de­hâdan şüphe etmesi gerekir. Gerçekten kud­retli adam, birinin, öbürünü arttırdığı insan­dır."


Muhsin Kızılkaya

(22.01.2023, habertürk.com web sayfasından alınmıştır.)

20 Ekim 2022 Perşembe

Masa da masaymış ha


Adam yaşama sevinci içinde  
Masaya anahtarlarını koydu  
Bakır kaseye çiçekleri koydu  
Sütünü yumurtasını koydu  
Pencereden gelen ışığı koydu  
Bisiklet sesini çıkrık sesini  
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu  
Adam masaya  
Aklında olup bitenleri koydu  
Ne yapmak istiyordu hayatta   
İşte onu koydu  
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu  
Adam masaya onları da koydu  
Üç kere üç dokuz ederdi  
Adam koydu masaya dokuzu  
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında  
Uzandı masaya sonsuzu koydu  
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür  
Masaya biranın dökülüşünü koydu  
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu  
Tokluğunu açlığını koydu.  
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke  
Bir iki sallandı durdu  
Adam ha babam koyuyordu. 
Edip Cansever

7 Şubat 2021 Pazar

Yangın

Dışarı çıkıyorsanız dikkat! çiçeklerle karşılaşmayın
Ya da koklamayın onları, iyisi mi, yüzünüzü örtün şapkanızla
Ya da düşünmeyin hiç, ben bakın öyle yapıyorum
Neden diyeceksiniz, insandaki sevgiliyi eskitiyor bu çiçekler
Güneşe benzetiyorlar adamı, masaya vurmuş koyun butlarına
Pek tuhaf! ben de sahanda yumurtayı kıskanırım.

Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla
Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır Günaydın!
Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir
Beni sevdiniz mi yangındır artık parmaklarınız.

Sizi görmüyor muyum dikkat! trenlere çikolata yediriyorum
Bunu her zaman yapıyorum akılla oynamak yani
Öyle trenler var ki, insanı şımartıyor
Çıkıp kuruluyorum pencere yanına gel keyfim gel
Gidip duruyorum böylece, adımı bileceksiniz, çok ülkeli adam
Üstelik daha kalkma saati gelmeden trenlerin.

Sokağa dökülüyorsam dikkat! bu da doğrudur oldukça
Bir kanunu vardır belki, ya su içmişimdir ya da yıkamışımdır
yüzümü
Ya su kovalarına bakmışımdır çok çok
Olmayacak şey mi, niye bakmayayım denizlere
En akıllı tarafımdır balıkla deniz tutmak.

Bir cümle tuhafsa dikkat! pek tuhaftır insanın tırnak çıkardığı
Sonra da boyadığı, ne demeli sonra da kestiği
Korkum yok, ben güpegündüz rakılar boğazlıyorum
Gözlerimi batırıyorum istakozlara
Oh ne güzel şişenin de bir anlamı oluyor böylece
Kim konuşuyor ben konuşmuyorum.

Bir gün çok yürürseniz dikkat! sinekler şehirde kalıyor
Bütün taşıtlar paslanıyor ayrıca
Pencereli yıldız, misafirli oda, bol bol öttürüyorsunuz onları
Çünkü kırlara çıkıyorsunuz, şemsiyenizi bırakın ayıp
Mana parmağınızdaki çiçekleri gösterin.

Bir yere kapanıyorsanız dikkat! yanınızda olsun elleriniz
Kim ne der bakındı işte durmadan ellerinize
Dünyayı dolaşan damarlar içinde
En kemikli taraflarıyla zencileri döversiniz
En kirli yerleriyle çat kapı fakir mahalleleri
Ayıptır yani insan elini temiz tutmalı biraz.

Bir gün ölümü beğenmeyecekseniz dikkat! ölmeyin kolayla
Kadınlara sarkıntılık edin, hoşa giden bardaklar satın alın
Ya da bir aptalın yalnızlığını seçin, çiçekler sulamakla olsun bu
Tıkır da tıkır işleyen apartmanlar vardır ya, sakın ha
Ya da her sabah
Göğe bir yüz metre kollarınızla.

Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil, Toplu Şiirler, Adam yayınları, S.20-21

Fotoğraf: Nurcan Azaz



















İzleyiciler