Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





5 Mart 2025 Çarşamba

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?"

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?" dedim kendi kendime. "Çocuklar için kağıt olacaksın ya, hey şımarık kavak. Daha ne isteyeceksin?"

"Kağıt olmak için harcanan emeğe acıyordum. Böyle yakıldıktan sonra, ormanımda kavak ağacıyken de yakabilirlerdi beni. Ama duyduğum, orman yakmak suçtu. Kitap yakmak suç değil miydi yoksa?"

"Kağıt olacağız," dedim. "Gidenlerden haber gelmemesi bundandır."
"Kağıt mı?"
"Kağıt ya... Üzerimize yazılar yazılacakmış. Yavru insanlar okuyup iyiyi, güzeli, doğruyu öğreneceklermiş. Anamın söylemesi, yetişkin insanların kitapları da bizden olurmuş. Becerikli elleri arasına alırlarmış. Öğrenmeleri bitince de, kitaplıklarına yerleştirirlermiş. Bir kitabın, yani bir kavağın ömrü yüz yıl, bin yıl olabilirmiş böylece."

"Kitaplar yeniden toplatılıp yakılıncaya kadar, gidin, kitapçılardaki bütün masalları, öyküleri, romanları alın. Siz çocuklar, ne kadar çok kitap okursanız, kitap yakmalar da öylesine azalacak yeryüzünde."

Bekir Yıldız, Ölümsüz Kavak, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları



1 Mart 2025 Cumartesi

Yaşama Sevinci

                                                    Yeryüzüne gelmiş, gelecek tüm alçaklar için.

    Anamın yüzü ap-ak kireçle badanalanmış gibiydi, bana dönük olmadığı halde karanlık içinde seziyordum. Duvara dönüktü, tüm kutsal kitaplardan bildiği satırları ezberden tekrarlıyordu yine, biliyorum. Sırtında serin havalar için bir atkı. Gözüm pencerede, kulağım kapının dışında duyulmak istenen bir seste. Babama güvencim var, kapının arkasına yüzü-koyun yatmış dinliyor dışarsını. Ve böylece üç kişiyiz odada, bu odaya açılan öteki odalardan birinde, en diptekinde kısılmış bir lamba sönüp sönmemek arasında kararsız bocalıyor. Elbet saatin düzgün vuruşları üçümüzün kulağında, ama onu kim duymak istiyor sanki, zorbayı.
    Pusu kurmuş bir oda. Yaşamaya pusu kurmuş üç kişili bir oda. Yeryüzüne başka bir çağda gelmiş olmalıydık, diyorum aklımca, ama o zaman da şimdi ölmüş olacaktık, kimbilir kaç milyarıncı ölü; toprağın altında, ağaçların, denizin, kömür madenlerinin aldında... Ademden bu yana (bu efsaneyi haklı olarak başlangıç alıyoruz, bilim metafiziği ancak kemirebiliyor, ancak.) ölen tüm insanların çizelgesini, nitelikleri nicelikleri arasındaki bağıntıyı çılgınca, çocukça öğrenmek isterdim şöyle...
    Daha çocuk yaşındayım. Babam doğramacı, işler kesat şu günlerde. Daha doğrusu, savaştan hemen sonra, o büyük şenliklerin, gösterişli törenlerin, (inanın bana, ölüm töreniyle kıl vardı arasında.) gürültülü söylevlerin, çekildiği, demeçlerin verildiği günden sonra işler durmuştu bizim. Kimse ölmek istemiyordu artık, kimse ölmek bilmiyordu artık, kimse ölmüyordu artık. Felaket gelip kapıyı çalmıştı. Babam akşamları dövülmüş gibi dönüyordu kös kös eve... Anam arka odalara koşuyordu karşılaşmamak için babamla, kaçıyordu. O günlerin başlangıcını iyi hatırlıyorum. Günlerce aç kalmıştım, açtık, dışarda herkes tok gibi geliyordu bana, herkes iyi giyinmiş, anam da iyi giyinmek ister, babam da, ben de. Babam ise içmek de ister, ne yapalım doğar doğmaz içmeye vermiş kendini, ne yapalım. İşte o ilk günleri iyi hatırlıyorum. Kentin sevincine biz de kendimizden bir şeyler katmıştık önceleri, esirgemeden. Neydi o renk renk, bayraklar, değişen bayraklar, değişen üniformalar, değişen gemiler, hepsi değişiyordu namussuzların, hepsi. Herkesin yüzü bile değişmişti, bizimse hep aynı kaldı. Bizim evde değişmek için bir gümüş parçası bile yok. Ayna bile... Şimdi ayaklarımda kadifeden kardinal bir pantolon.
    Babam hâlâ yüzükoyun yatmış döşemeye, pusuda. Soluk alışı verişi hep  böyledir onun. Pencereden uzanarak, boynunu uzatarak gelen giden var mı, diye göz atıyorum arada bir. Kimsecikler yok henüz. Kimin geleceğini de ne bileyim ben şimdiden. Anam herhalde tanıdığı kişilerden biri gelmesin diyordur içinden, ben kim gelirse gelsin, -gelsin de, iş onda zaten- diyorum içimden babam içinden de bir şey demiyor. Bari iyi birisi gelsin, varlıklı, paralı. Babam demiyor asla ama biliyorum, babam bu düşüncenin ta kendisi. Anam bilmem kaçıncı duasını  mırıldanıyor. Ah, romen sayılarıyla numaralandırırlar onları. Çok güzel ve tertemiz basılmıştır bu kitaplar, vitrinlerde saygıyla seyrederim onları. Gazetelerde reklamlarına rastlamıyorum ve yazarının adı unutuluyor hep. Bir fırsatını bulursam kitapçıya söyleyeceğim bunu. Böyle hata olmaz. Kartalı bir meleğin ettiği hataya benziyor, anlatması uzun sürer sanırım, çarpmaları iyi yapamamış, 7x8 ile, 8x7 meselesi...
    Babam, ha babamdır, ha karanlık, ona değin hemen hiçbir şey bilmem. Belki hiç konuştuğunu da hatırlamıyorum. Ne yapmak istiyorsa, anlıyoruz hep. Anam böyle değil bak, o konuşuyor. Bir gün benim nedense babamla evlenmeden önce doğmuş olduğumu söylemişti, usumda kalan bu kadarı, ötesine ulaşamıyordum ben.  Gerçekten babam başka bir adam, buralılara pek benzemiyor. Bakıyorum da şimdi, uzun kolları ve bacakları var, kesilmiş koca bir ağaç izlenimini veriyor adama. Dili sürçer hep, ferç gibi de dudakları var şöyle biçimli mi, değil mi? diye yargı  veremiyorum pek, sırasını düşürüp de... İnsanın bu yaşta, bu konuda düşünebilmesi eh biraz güç, hem ezbere de olur... Daha diyorum, birazcık daha büyüyeyim. Evde, sokakta, denizde, merdivenlerde, milimetre milimetre büyüdüğümü sezinliyorum ama bilinçli olarak değil. Bir arkadaşın dediği gibi, en küçük böcekler bile ayırt edemezmiş, o denli yavaş büyüyoruz. Başkalarını bilmem tabii, kendi hesabıma konuşuyorum hep.
    Saatlerdir aynı durumdayız. Kimse yerini değiştirmedi. Babam kapıda, kapının altına uzanmış, altından bir şeyler görmeye, duymaya çalışıyor. Anam duvara dönük, yüzü kireç gibi. Biliyorum, o imzasız yazarlardan çok çekiniyor, onu anlıyorum. Ama bugünkü peygamberlerin de seçimlerden adaylıklarını koyduklarını kazanmak için birbirlerini yediklerini... görmesi gerekir. Ne Hazreti Muhammet, ne Hazreti İsa, ne Hazreti Musa... Hiçbiri oyunu bana ver' diye renkli afişler, en iyi basımevlerinde titizlikle düzenlenmiş afişler asmadılar duvarlara.. Hiç sesi çıkmıyor, bir gün köşesinde yiteceğinden korkarım onun. Ne de olsa anam anamdır, anam beni doğurmuş. Ben anamdan önce doğamam. Nasıl tüm  tikesinden küçük olamazsa, nasıl.
    - Dikkat, dedi babam.
    - Ah, dedim, ağzımdan kaçıverdi.
    - Susun...
    Anamın duaları hızlandı. Duvara doğru üflüyordu alt dudağıyla.
    Bir kadın, dedim, pencereden bir acele göz atarak, köpeğiyle.
    - Şeytan götürsün köpeği. Aksilik.
    Babam konuşmuyor yine. Biliyorum ne dediğini, anlıyorum, siz de anlıyorsunuz değil mi?
   Şu anda kapıdan girmiştir, kapıdan merdivenlere, eh birazcık daha var. Burada sırası gelmişken açıklıyayım, galiba sırası geldi. Babam doğramacıdır, bu kentte tüm tabutları o yapar, ekmek parası için elbet. Fakat savaştan sonra kimse ölmek istemediği için, kimse ölmediği için artık başımızın çaresine bakmamız  gerekiyordu. Tabutlarını hazırladığımız gibi, insanların ölümlerini de hazırlıyorduk, ne yaparsınız, anlayın bizi, yaşamak istiyoruz, üç kişiyiz. Birinci katın basamakları biterken trabzanda babamın dahice kurduğu bir tuzak var. Yukarı çıkarken,  elleriyle şöyle, yavaşça izlerler bilirsiniz, yavaşça, ondan sonrası kolay. İyi bir sipariş alacağımızı umuyoruz, bu hafta.
   Bu kadınla anamın ne ilişiği var sanki, zaman zaman duvara yapıştığı oluyor dudaklarının, bilmem kaçıncı sayfayı hatırlayarak. Belki de sessizce ağlıyordur. Babam duymasın. Artık salt dikkat kesildik, adımları hafiften duyuyoruz, babam sayıyor anlaşılan... Oturduğumuz evden ilk müşteri olacak, bu... Biraz dedikodu olduğuna eminim, hep bu yakınlarda olması, hafiften dikkati çekmiştir sanırım, babama söyleyeceğim, alanımızı genişletmeli... Köpeğin herhangi bir aksilik yapacağından ben de korkuyorum. Çıtırtıları sayıyordum... Bir, iki... bir çatırtı, acaba? Köpek şiddetle havlamaya, kadın bağırmaya başladı, anlaşılan kadın aşağı sarkmıştır kırılmış trabzana tutunarak, yüreğim ağzımda, ah diyorum, diyoruz... Anamı bilmem. Şimdi daha büyük bir çatırtı ve içi şunu bunuyla dolu bir çuvalın yüksekten düşmesi sırasında çıkardığı sese benzer bir ses. Gürültü koptu. Kapılar açıldı. Koşuşmalar. Gürültüler gittikçe arttı.
    Anam duvardan bu yana dönmüştü karanlıkta. Babam kalktı, koştu lambaya doğru, başka lambalar da getirdi, yaktı. Anam sessizce arka odaya geçti. Babam pencerenin önünde beceriksizce bir sigara yaktı. Işıkta yüzünü gördüm ben. Ilık bir hava var dışarda. Gürültüler bir zaman sonra dindi. Geç vakit ikimiz aşağı indik, merdivenlerin duvar yanından yürüyerek indik. Dışarda biraz dolaştık, parka gittik, bulutlu bulutsuz göğe karşı oturduk. Babam hep sigara içti. Eve  döndüğümüzde anam uyumuştu. Biz de yattık. Anlatacak şey kalmadı  ama, kısaca, sonunda ne olduğunu söyleyeyim... O kentten ayrıldık, bu son işimiz olmuştu... Başka bir  kente gittik. Özür dileriz, bağışlayın bizi, böyle olmasını istemezdik ama babam burada bir ay içinde bizi parasız pulsuz bırakarak, nedense öldü... Onu başka bir şey öldürdü sanıyorum... Bana öyle geldi. Anamı bilmem.

Ece Ayhan, 1956
Sivil Şiirler, Cem Yayınevi, S.135-139



8 Aralık 2024 Pazar

Kutsal Emek ve Pedro

    Kül rengi giysiler içindeki Meksikalı işçi, koşar adımlarla genç kazazedenin yanı başında diz çöktü. Islak ve kanlı başını okşadı, yüzünü silip temizledi. Yüzünün yarısı kanla karışık toz içindeydi.
    Uzun bir rüyadaymış gibi irkilerek uyanan işçi, acı bir çığlık attı. Henüz ne olduğunu algılayamamıştı. Arkadaşı İspanyolca konuşuyordu. Kapının önündeki plastik yemek kutusunun üstündeki cep telefonundan İspanyolca müzik sesi yayılıyordu.
    Kuşkusuz İngilizce biliyorlardı. Duygular ve düşünceler, en iyi konuşulan dilde
kendini ifade edebiliyordu.
    İlk tümceyi kurduğun, ilk soruyu sorduğun dil, bedenin önemli bir parçasıydı. Öbür türlüsü bedenin bütünlüğüne müdahaleydi. Bu müdahale hiçbir nedenin arkasına saklanıp aklanamazdı.
    Genç kazazedenin kanlı başı, sondan bir önceki basamağın üzerindeydi. İstem dışı bir devinimle kalkmaya çalıştı, elini arkadaşına doğru uzattı, ama kıpırdayamadı.
    Burası varsılların yaşayacağı yeni kurulan, korunaklı, denetimli, gözetlemeli, Amerika'nın herhangi bir eyaletindeki herhangi bir kentin tipik bir mahallesi. Herkesin yaşamak için rüyalarını süsleyen ülkeden küçük bir kesit.
    Ana kapıya doğru yükselen on yedi basamağı bir bakışta sayabildim.
    Ev kocaman bir bahçeye, arazi demek daha doğru olur, açılıyor. Meşe ağaçlarının göğe dal verip yükseldiği arka bahçede büyük bir havuz var.
    Satılmıştır, levhası göze çarpacak bir yerde duruyor. Son rötuşları yapılıyor. Bitince alıcısı gelip oturacak.
    Mermer merdivenleri cilalarken dengesini kaybedip düşmüş.
    Hayatları gibi işçilikleri de ucuz. Artık her ülkede ucuz işçi bulmak çok kolaylaştı.
    "Dünyanın her yerinde iş kazaları sık sık oluyor. Bütün önlemleri almamıza rağmen." Bütün varsıllar ve işverenler aynı kalıplaşmış tümcelerle soruları yanıtlıyor.
    Ölen, sakat kalan, artık çalışamayacak durumda olan, yoksullara verdikleri tazminat ise yıllarca süren davalar sonucu, ancak mahkeme kararıyla alınabiliyor.
    Sistem hep aynı şekilde işliyor. Çarklar hep aynı şekilde dönüyor.
    Ülkelerin gelişmişlik düzeyleri; işçiler için, yoksullar için, gelişmiyor.
    Basamakları cilalarken ne düşünüyordu bu genç işçi?
    Hangi düşü kovalıyordu?
    Merdivendeki o göz kamaştırıcı pürüzsüzlüğü yaratırken, hangi hayalini diğerine
köprü yapıyordu?
    Basamakları ivecenlikle atlayarak girip çıktığı evin içinde dolaşırken annesini mi,
yoksa yavuklusunu mu düşünüyordu?
    Ya da her köşesine damla damla bıraktığı alın terinin izlerini mi arıyordu?
    Varsıllara alın terini, kokusunu, ideallerini, hayallerini, gençliğini, emeğini, farkına varmadan teslim ediyordu.
    Yaşamak için değil, ölmemek için bütün hayatını varsılların pazarında düşünmeden satıyordu. Aldığı ücret, yarı aç yaşamasına ancak yetebiliyordu.
    Ambulansta giderken emeğin kutsal olup olmadığını düşünecek durumda değildi.
    Emek gerçekten kutsal mıydı?
    Ya da şöyle sorayım, kimin için kutsaldı?
    Varsıllar için mi, yoksa yoksullar için mi?
    Varsılların işine yaramasaydı, emek gerçekten kutsal olabilir miydi? Kutsallık zırhına büründürülebilir miydi?
    Bir şey kutsallık tanımı içinde yer alıyorsa, mutlaka varsılların işine yaradığı içindir.
    Çalışma kutsanıp, zaman törpüledikçe, düşünme azalıyordu.
    Çalışmaktan düşünmeye vakti olmayanlar, en harika kölelerdi.
    Bunlar, efendilerinin buyruklarından bir milim dahi dışarı çıkmayanlardı.
    Buyruklarla yaşayanlardı.
    İtaatte birinci sınıf kullardı.
    Nazi Toplama Kampları'ndaki:
    "Arbeit macht frei. Çalışmak özgür kılar."
    Sözü, korku, şiddet ve vahşetle bedenlerini ve düşlerini yok ederek, ölesiye çalıştırdıkları Yahudi'leri özgür kılmadı. Gaz odalarında nefeslerini kesti. Bu söylemin yazılı olduğu kamplara sağ girenler, ölü olarak çıktılar.
    Bir de adalet sorunu var, tabii ki.
    Varsıllar, adaletin amansız savunucularıdır. Adalet vaat ederler. Adalet istekleri,
yoksulları daha iyi ezmek, sömürmek, açlık sınırındaki gelirlerinden, devlet yardımıyla daha çok vergi toplamak ve kendilerine bağımlı kılmak içindir.
    Varsılların adaleti, yoksulların hapishanesidir.
    Her geçen gün sayıları biraz daha artan yoksullar, açgözlü varsılların modern ve
gizli köleleri olmaya devam ediyorlar.
    Bu çark kırılmadığı sürece;
    Dünya, yoksulların mülk edindikleri çaresizliği köpürterek dönmeye devam edecektir.
    Genç Meksikalı beyin kanamasından öldü.
    Başını okşayan arkadaşı: "Pedro, Dünya'dan daha kötü bir yer olmayacağına göre, gittiğin yer, mutlaka iyidir."
    Başı dizlerinde, elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Dünyanın sesini duymak istemiyordu.
    Yaşlı olan: "Bu topraklar bize düşman, artık gitme zamanı."
    Yankısı dinmeyen bir gün daha bitti.
    Merdivendeki kan kurumamıştı.
    Basamak, içten içe kanıyordu.

Emine Aydoğdu, Edebiyat Nöbeti, Ocak-Şubat 2023, Sayı 44,  S.35-36


24 Kasım 2024 Pazar

Otuz Beş Kuruş Verip Susturamazsın

Alaçam'ın dağ köylüleri, alış veriş için kendi ilçelerinden çok Vezirköprü'ye gelirlerdi. O sıralar ilçeleri, daha çok büyücek bir köyü andırıyordu. Vezirköprü ise alabildiğine gelişmişti. Pazarında dükkânlarında ne ararsan bulunuyordu.

Zeytinlik köyünden yola çıkan atlı, eşekli, yaya köylüler sıcakta çok yorulmuşlar, ulu bir çınar ağacının altında hepsi dinlenme gereğini duymuşlardı. Acıkmışlardı da. Herkes çıkınından pıt pıt ekmeklerini, soğan ve haşlanmış patateslerini, yanında sularını çıkardılar. Tam yemeğe başlamışlardı ki, biri başlarına dikilip:

"Yarasın" dedi. Köylüler,

"Sağolasın buyur" diyerek karşılık verdiler.

Ayaktaki hiç nazlanmadan oturdu, kendi azık torbasını açtı, içinden pıt pıt ekmeğiyle taze peynir çıkardı. Su matarasını da kenara koydu. Torbanın dibinden iki baş soğanı çıkarmayı da unutmadı.

Tanıyan çevre köylüler "Deli Çoban" diyorlardı ona. Fazlabir deliliği de yoktu aslında. Kimseye zararı dokunmazdı. Kimsenin usuna gelmeyecek şeyler yapardı. Güzel kaval çalardı. Hiç yanından ayırmazdı. Canı çektiği zaman dağ, taş, bayır demez nerde isterse orda çalardı. İlçeye indiğinde de kahvede, yolda, dükkânda nerde olursa... İlçeye indiğinde çocuklar peşine takılır çalmasını isterlerdi. Ama o yine de canı çekmedikçe çalmazdı.

Sonradan Zurnaya heves etmişti. İlçede pazar yerinde kaval, düdük, zurna satan satıcıdan bir zurna almıştı. Kısa zamanda bildiği bütün ezgileri çalar olmuştu. Zurnası yanındaydı. Yemekten sonra canı çalmak istedi. Yolcular toparlanıncaya kadar usuna gelen ezgileri çaldı. Yolcular zevkle dinlediler. Herkesin toparlandığını gören çoban, zurnasını torbasına yerleştirdi çarçabuk. Hep birlikte yola düzüldüler.

Akşama Semerci köyüne varmalıydılar. Yolda yine çalmasını istediler. Nasılsa nazlanmadan çaldı bir süre. Yolcular yeter demeden çalmayı kesti. Neden kesti? Biraz daha çalsaydın diyen de olmadı. Kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı.

Akşam, gün batarken köye vardılar. Recep Ağa'nın evinde konakladılar. Recep ağa onlara güzel bir sofra hazırladı. Yediler içtiler serilen döşeklere oturup yastıklara dayandılar. Semaverde çay hazırlanırken Recep ağa tek tek yolcuların hal ve hatırını sordu. Bazılarıyla tanışıyordu zaten.

Çaylar içilirken herkesin neşesi yerindeydi. Köyden gelenler de olmuştu. Yolcular yolda dinledikleri havaları yeniden dinlemek için çobandan biraz çalmasını istediler.

"Canım çekmiyor" diyerek nazlandı.

Ağa merak etmişti. Düğünlerdeki çalgıcıları geceleri herkes çekildikten sonra çağırır, evinde çaldırırdı. Yanında kafa dengi kimseler bulunursa büyük zevk alırdı.

"Hele bir çal da dinleyelim. Güzel çalarsan yeniden bir sofra da düzeriz." Yolcular ağanın ne demek istediğini anlamışlardı. Yolculardan biri.

"Haydi be çoban! Nazlanma! Biraz kulağımızın pası gitsin.

"Cık!" dedi çoban.

"Bizim deli çobanın inadı tuttu yine" dedi, biri. Köylülerden bir genç,

"Aramızda beşer kuruş toplayalım çalman için."

"Olmaz" dedi kısaca.

Genç yine üsteledi.

"Neden olmasın, bak burda kaç kişiyiz. Harçlığın çıkmış olur." Herkes keselerine davranmaya başlamıştı bile.

"Olmaz" dedi.

Bir sessizlik oldu. Sessizliği kendisi bozdu.

"Onar kuruş verirseniz çalarım."

Bazıları çok bulduysa da sonunda herkes onayladı. Recep Ağa çobanın çalmaya davranmadığını görünce,

"Ne o? Herkes onar kuruş verecek neden çalmıyorsun" dedi.

Çoban,

"Parayı toplayıp verin ondan sonra çalayım" dedi.

Çobanı yeni tanıyanlar, bunun neresi deliymiş dediler, kendi kendilerine. Ağa parayı toplayıp uzattı. Çoban paraları ve içerdekileri tek tek sayıp parayı kesesine koydu. Zurnayı çıkarıp çalmaya başladı. Yolculardan köylülerden istekler oldu nazlanmadan çaldı istediklerini. Recep Ağa da çaldırdı bildiği ezgileri. Herkes neşe içindeydi. Bazı ezgilerin sözlerinin birlikte söylüyorlardı. Çaylar içiliyordu. Recep Ağa sofra kurdurdu. Yaşlılardan içki kullananlar atıştırmaya başladılar. Kadehlerini tokuşturdular. Bir iki saat sonra köyden gelenler evlerine gittiler. Sofra kalktı. Semaver de kaldırıldı.

Recep ağa,

"İsteyen var mı? yeniden semaveri kurdurayım." Dediğinde, hep bir ağızdan:

"Yorgunuz, yarın erkenden yola düzüleceğiz" dediler.

Benden söylemesi dedi ev sahibi. Herkes çobanın çalmayı bırakmasını bekler olmuştu, yatmak için. Çok dinlemek bıktırıyordu demek. Zurnanın sesi kulaklarının içinde çınlamaya başlamıştı.

Yolculardan Osman emmi dedikleri:

"Yeter gayrı deli çoban! Yorgunuz yarın erkenden yola çıkacağız."

Çoban hiç oralı değildi. Durmadan çalıyordu. Yolculardan biri, "Biz buna parayla çaldırdık, ancak parayla susturabiliriz." diye düşündü.

"Ey deli çoban sana on beşer kuruş toplayalım aramızda, bırak şu zurnayı."

Kaşlarıyla olmaz işareti yaptı. Yirmi, yirmi beş, otuz dediler olmadı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Deli çobanın deliliği tutmuştu. İlk para öneren,

"Otuz beşer kuruş verelim" dedi kızgın bir biçimde.

Çoban zurnayı çıkardı ağzından. Herkes razı oldu diye sevinirken,

"Olmaz" dedi, yine.

Kızgınlıktan ne diyeceklerini bilemediler. Recep Ağa karışmıyordu. Kendisine kalsa sabaha dek dinlerdi. Çoban tek tek hepsini süzdü,

"Ellişer kuruş verirseniz çalmayı bırakırım" dedi ve yine çalmaya başladı. Çarnacar odadakiler ellişer kuruşu toplayıp önüne koydular. Çoban çalmayı bıraktı önündeki paraları bir bir saydı. Kesesine yerleştirdi. Zurnasını da torbasına koydu. Kendisinden çalması için para veren genç, öfkeyle söylendi yatağına uzanırken,

"Çattık belaya be! Beş kuruş verir çaldıramazsın. Otuz beş kuruş verir susturamazsın" dedi.

Yolcuların tümü gencin öfkesine ve söylediklerine güldüler. Sinirleri birden boşaldı hepsinin. Osman emmi,

"Doğru söyledin delikanlı, bizim deli çoban böyle işte "Beş kuruş verip çaldıramazsın otuz beş kuruş verip susturamazsın."

O günden bugüne Alaçam ve Vezirköprü köylüklerinde söylenir oldu, bu söz.

Yılmaz Elmas, Samsun Öyküleri, Gerçek Sanat Yayınları, S.82-85



19 Kasım 2024 Salı

Kedisiz Geniş Zaman

Bir pencereden dışarıya bakıyorsun. Aslında böyle bir pencere yok. Oradan baktığın dışarısı bile. Kendini kandırmayı sevdiğinden, inanıyorsun odanın penceresinden dışarıya baktığına.

Bakışların beklemeli. Bilmem kaçıncı kez girdiği dersin sınavından geçemeyen bir öğrenci. Gözlerinden birini çıkarıp kenarına koyuyorsun pencerenin. Bir şeyler fısıldıyorsun kulağına gözünün. İsteksizce başını sallıyor. Hoşnut olmasa da seni kırmamak için bazı şeylerini onaylamak zorunda kalıyor.

Odalardan birine geçiyorsun. Bir şiir kitabı kitaplıktan okumak için. Yasak bir kitap ama bu. Bitirmeden ilk şiiri, kapatmak istiyorsun kitabı. Tam örtmek üzereyken sayfaları birbirinin yüzüne, yeniden aralıyorsun. Orada bir sözcük bağırıyor. Sözcükle göz göze geliyorsun. Kim olduğunu soruyorsun ona. Bilemiyor. Adını bilemeyen sözcüğe de ilk kez rastlıyordun. Sen biliyordun oysa. Ama nedense sormak istemiştin.

Bir yerlerden tanıyordun, bu yasak şiirin yasak sözcüğünü. İlkokuldaydın. Çantanın en iyi yerine sıkıştırdığın ekmek arası helvaların yağı çıkardı. Kaç kez öğretmenin azarlamıştı seni. Alamadığınız paltonun ekmek arasına sıkıştırılmışıydı helva belki.

Teneffüslerde sobaya sokuldukça sokulurdunuz. Birinde, adını bilmediğiniz bir kız çocuğunun önlüğü yanmaya başlamıştı.

Öteki çocuklar:

- Tutuştu, tutuştu diye bağırmışlardı.

Öğrenmiştin böylece onun adını. Eski bir tanıdığındı bu sözcük. bir şiir yasak sayfaları arasında karşılaşmak... Başka türlü nasıl karşılaşabilirdin, yasaklı bir sözcükle?

Birkaç gün önce, bir arkadaşın: - Hani canım oturup çiçeklere laf attığınız. Anımsamadın mı daha? Figüran Çiçek diye de bir şiir yazan.

Bir kedi bulmam gerek kendime, onsuz yaşanmıyor demişti.

Sen:

- İnsana yaşama özlemiyle zehir eden türden olmasın, demiştin.

Kedinin gözleri hangi mevsimdeydi şimdi. Gerçi yanında olduğu zamanlar gözlerini göremezdin. Cam vardı gözlerinin yerinde. Ucuzlarından. Çocukluğunda oynadığın bilyelerdi, cam parçaları. Göz çukurlarıysa bilye girdirmeye çalıştığın çukurlardandı.

Ara sıra silip geri yerine koyuyordu gözlerini. Bakışlarının var olduğunu kanıtlamak için yapıyordu bunu, sana göre. Anlamı: "Yanındayım. Beraberiz. Sıcak bakışlarımı senin gibi cebimde saklamıyorum." demekti.

İçmiş içmiş sarhoş olmuştu kedim dediğin. Ele avuca sığmıyordu. Usuna geleni söylüyordu. Yasak türküler söylemeye başlamıştı, bütün bunlar yetmezmiş gibi.

Kulağına eğilip:

- Yasak bu türküler demiştin. Sus söyleme. Başımızı belaya sokma lütfen. Yüzüne şiir serpmiştin ayılsın diye. Orada bulunanlar birbirlerinin yüzüne bakmış, yaptığına bir anlam bulmaya çalışmışlardı. Anlam ararken anlamsızlığa gittiklerinin ayrımında değillerdi.

Bardaklarınıza durmadan iğrenme dolduruyorlardı. İğrenme kokusundan başı dönüyordu bardağının. Masadan yere düşüp kırılmak geçiyordu içinden. İntihar ya da kaçış dediğini bir çözüm olarak görüyordu. Kendini masadan aşağı atmasın diye, bardağını ortalardan bir yere koydun.

Arkası arkasına bardaklarınızı boşaltıyordunuz. Yineleyip durduğun tek bir söz vardı. Anlamıyorlardı ama. Bir olasılıkla boşalan bardaklarınızı doldurmalarını istediğini sanıyorlardı.

Kapının zili çalınıyor. Düşüncelerinden sıyrılıyorsun. Aceleyle gözünün tekini bıraktığın pencere kenarına koşuyorsun. Alıp yerine koyuyorsun gözünü. Gelirse seni gözsüz görmesini istemiyorsun. Kim olduğunu bile sormadan gelenin, kapıyı açıyorsun. Kimse yok. Öfkeyle kapıyı kapatıyorsun. Zil çalmıştı belki. Olamaz mı? Öyle sanmıştın kesinlikle. Gelmiş, kapı açılmayınca... Anayola bakan pencereye koşuyorsun. Jaluziyi aralıyorsun. Olamaz... Pencere tuğlayla örülmüş.

Ne yapacağını bilemiyorsun. Soracağın bir şeyler olduğunu duyumsuyorsun ona. Gelmedi oysa. Gelseydi soracaktın.

Örneğin, "- sensiz geçen geniş zamanı anlatmamı ister misin?" Diyecektin.

- Hayır! diyecekti, adı "KEDİ"olan sözcük de

Mustafa Aslan

27 Ağustos 2024 Salı

Üç Kısa Öykü

Amnezik

Açın bakalım kitabı dedim, nerde kalmıştık? Golgi aygıtı. 
Golgi aygıtı ökaryot  hücrelerde salgılama ve…
Hocam, dedi biri, bu konuyu işledik, hatta bu üçüncü 
işleyişimiz olacak.
E niye söylemediniz yavrum dedim.
Hocam söyledik ama siz nolur nolmaz dediniz anlattınız 
yine de.
Telefonum! Aceleyle cebimdeki telefonu çıkardım. Galeriye
baktım. Son çekilen fotoğrafa tıkladım. Evet, ütünün fişini
çekmişim. Tarihine de baktım, bu sabah. Oh be!
Telefonu cebime koyacakken beynimde bir şimşek daha
çaktı. Aradım hemen.
Sınıf öğretmeni: evet, kızınız burada endişelenmeyin, dedi.
Emin olmam gerekiyordu, iyi günler, dedim kapadım. Derin
bir oh çektim.
Öğrenciler kıkırdamaya başlamıştı. Sonra zil çaldı. Okul
dağıldı.
Eve geldim. Zile bastım. Bir kadın açtı. Şaşkın gözlerle 
baktım. Gayet sakin,
“anneniz artık burada yaşamıyor” dedi.


Buruk

İlkin hiçbir şey yoktu.
Sonra ışıltılar oldu.
Bulutlar çekildi.
Fark ettim. Uzaktaydı. Yüksek bir tepede. Sarayın kulesi.
Gitmek bir hayaldi.
Yola düştüm.
İnanamıyordum.
Kapıya vardığımda heyecanlıydım.
İçerden sesler geliyordu.
Emin olmalıydım.
Dinledim günlerce.
Belli ki o da beni bekliyordu.
Sonunda ikna oldum.
Dövdüm kapıyı.
Açıldı.
Hayaline yaslandığım bir başkası, dedi.
Ama yalandayız, dedim.
Evet, dedi, o kadar ki buraya gelemeyecek biri…


Kırmız Elbiseli Kadın

Kâğıda bir bulut bir de kırmızı elbiseli kadın çizdim.
Kadın da benim onu çizdiğimi bildi. Baktı bana, sonra
etrafa. Pek keyifsizdi.
Bulut uzaklaştı. Kadın da.
Kadın buluta yetişti. Sıktı, kirli sular aktı.
Akan sulardan bir kapı çizdi.
Anlamıştım.
O da anladığımı bildi.
Bildiği halde vurdu kapıyı. Çıktı.
Bir kapı bir ben. Kaldık.
Bir boş kâğıt.  

Mehmet Dönmez, Akatalpa Dergisi, Mart 2023, Sayı:279

Resim: Frederick Walker, Spring, Suluboya, 1864


14 Ağustos 2024 Çarşamba

Fener

Ona "Stalin" derlerdi. Havza'nın bir köyündendi. Annesi bazen bize bakraçla yoğurt getirip, satardı.

Stalin dışadönük, tilki gibi akıllı birisiydi. Uzun boyluydu ve kumral saçları vardı. Konuşurken aynı zamanda düşünüyordu. Kafasından kırk tilki geçer, kırkının da kuyruğu birbirine değmezdi denildiği gibi, kurnazdı. Adil ağabeyimden biraz büyüktü.

Ona Stalin lakabını takanın da "Alman Recep" olduğunu duymuştum. 

Askere gitmeden önce kamyon şoförlüğü yapardı. Stalin'in askerliği yılan hikâyesine dönmüştü. Askerden kaçmayı alışkanlık edinmişti. Özgür, asi bir kişiliği vardı ve disiplin altına alınamıyordu. Kaçar, iki üç ay geçtikten sonra yakalanır ve tekrar askere götürülürdü. Cezalar üst üste eklenince askerliği hiç bitmiyordu. Hücreye atılır, dayak yer, ama bana mısın demez, yine kaçardı. Anlattığına göre komutanları yaka silkmişti ondan.

Bazen annesi ile bize ziyarete gelirlerdi. Annem Stalin'i görünce,

"Yine askerden mi kaçtın?" diye sorardı.

O ise, kafasını sağa ve sola sallar:

"Yok kafa değişimindeyim, Durhan yenge" derdi.

Yılın altı ayı askerde ise, altı ayı kaçaktı. Stalin askerliği kaç yılda bitirdi bilmiyorum. Sanırım en az on yıl sürmüştü askerlik macerası. Belki de sonunda ondan bıkmışlar ve tezkereyi eline vererek, "Git, lanet olsun!" demişlerdi.

Adil ve Levent ağabeylerimin sünnet düğünü birlikte yapıldı. Ben ve küçük kardeşim Zeki'nin sünnet töreni ise daha sonraki yıllarda gerçekleşti.

O gün Adil ağabeyime çok güzel bir fener hediye edilmişti. Feneri çok sevmiş, yatakta yakıp yakıp söndürüyordu.

Düğünden birkaç hafta sonra Stalin yine bize gelmiş. Ağabeyimin elindeki feneri görmüş ve ilgisini çekmiş. Evin önünde feneri istemiş ve şöyle demiş:

"Adil sen biraz uzağa, karşı tarafa doğru git. Bak bakalım oradan fenerin işığını görebilecek misin?"

Adil ağabeyim arkasını dönmüş ve biraz uzaklaşmış. Bir süre yürüdükten sonra tekrar geriye dönmüş. Bir de bakmış ki ne görsün, Stalin'in yerinde yeller esiyor.

Stalin o gün elindeki fenerle birlikte kayıplara karışmış.

Erol Anar, Aşağı Mahalle Öyküleri

Fotoğraf: Havza,1932

29 Temmuz 2024 Pazartesi

Kavga Avı

Otuz üç gemi çekiyordu onu. Gemilerin sancak direklerinde bayraklar dalgalanıyordu. Öylesine büyüktü ki, gemiler onu taşıyabilmek için boğazın dört bir yanını kaplamak zorunda kalmışlardı. Karadeniz açıklarından bin bir güçlükle alınıp, otuz üç gemiye bağlanarak çekilmeye başlayalı yirmi günü geçmişti. İnanılmaz bir ağırlığa sahipti; otuz üç gemi tarafından çekilmesine rağmen, yerinden bir damla bile kıpırdamıyor gibi görünüyordu. Neyse ki, rüzgâr gemilerden yanaydı. İstanbullular, Avrupa'nın dört bir yanından gelen meraklılar, televizyonlar, gazeteler, radyolar, ordular, herkes ama herkes onu bekliyordu. 

İnsanlar iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıkla doldurmuşlardı kıyıları. Anadolu ve Avrupa yakasında denizi gören her noktada insan vardı. O, otuz üç gemiyle herkesin gözünün önünden geçirilerek okyanuslara, onun gibi bir devi ağırlayabilecek en derin sulara götürülüyordu. 

Nihayet gemiler sabaha karşı boğazda göründüğünde insanlar sevinç ve şaşkınlık çığlıkları atmaya başlamışlardı. Gökyüzü helikopterlerle doluydu. Sadece İstanbul'un değil aslında dünyanın da nabzı onun ölü vücudunda atıyor gibiydi. Devdi. Yüzlerce metre boyundaydı. Kolları ve bacakları hacim daraltabilmek için haftalarca süren çabalarla vücuduna sıkı sıkı bağlanmıştı. Böylece dev vücudunun kıyılara çarpması önlenebiliyordu. Başı, otuz üç geminin arkasında kara bir dağ gibi yükseliyordu. Sırt üstü yatıyordu. Hafif aralık gözleri siyahtı. Esmerdi. Kısa saçlıydı. Yüzünde kirli sakal, üzerinde eprimiş uzun kollu, büyük yakalı, yoksul, beyaz bir gömlek, altında siyah kadife pantolon vardı. Ayaklarındaki makosen ayakkabılardan birisi yolculuk sırasında Karadeniz'in derin sularına gömülüp kaybolmuştu; ayakkabısız ayağındaki siyah mı, lacivert mi olduğu anlaşılamayan koyu renk çorabı iyice esnemişti, dalgaların etkisiyle neredeyse ayağından çıkmak üzereydi.

Açık sağ gözüne bir karga konmuştu. Gözbebeğini didikliyordu. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü' nün altından geçerken herkes nefesini tutmuştu; köprünün ayaklarına ya da doğruca köprünün kendisine çarpmasından korkuluyordu. Her iki kōprūde de trafik kapatılmıştı. Deniz trafiği de öyle. Bir sandal bile yoktu denizde ondan ve otuz üç gemiden başka. Bütün bir gün boyunca süren yolculuktan sonra Boğaz Köprüsü'ne kadar getirmeyi başarmışlardı. Köprüyü henüz geçmişlerdi ki, haftalarca önce tahmin edilmesine ve önlemler alınmasına rağmen, ölü de olsa bir devin vücudunun ne denli güçlü olabileceğini öngöremedikleri için, beklenmedik bir olay insanların şaşkın bakışları arasında gerçekleşmeye başlamış, sol kolu birdenbire iplerden kurtulmuştu. Bacakları ve ayakları henüz köprünün diğer tarafındaydı. Avrupa yakasından seyredenler kendilerine doğru yaklaşan dev kolu gördüklerinde dehşet içinde gerilere, şehrin iç kesimlerine doğru kaçışmaya başlamışlardı. Kol birdenbire boşalmanın etkisiyle, suyu yararak kıyıya doğru hızla ilerliyordu; muhtemelen sol elinin parmakları kıyıya ulaşacaktı. Nitekim, birkaç dakika içinde beklenilen gerçekleşmiş, sol elinin parmakları Ortaköy'e çarpmıştı. Kıyıda bulunan Ortaköy Camii elin hızını biraz olsun kesmeyi başarmış olmasına rağmen, kendisi bir kibrit kutusu gibi yıkılmaktan kurtulamamıştı. El birkaç binayı yerle bir ettikten sonra kolun peşinden, usulca yeniden suya düşmüştü. Kıyıdaki tekneler parmakların dokunuşundan kurtulamayarak parçalanmış, birer ikişer sulara gömülmüşlerdi. Tahmin edilebileceğinden çok daha az bir hasar olmuştu yine de. Buna rağmen devin cesedinin bile, kontrol dışı kaldığında ne büyük zararlar verebileceği hakkında bilgi sahibi olunmuştu.

Tepedeki helikopterlerden çekim yapan televizyon kameramanları için görüntü inanılır türden değildi. Sol kolu başının yanından ileriye doğru uzanmıştı. Eli bir hedefi gösteriyor gibi gemilerin önüne geçmişti. Sanki otuzüç gemi onun gösterdiği derinliklere doğru ilerliyor gibiydi.

Birden, beklenmedik bir şey oldu. Vücudunun dengesi bozulmuştu. İleriye uzanan kolu sularda kaybolmuştu. Batıyordu. Başı yana düşmüştü. Ağzına sular doluyordu. Kıyılarda ısrarla bekleyenler ve otuzüç gemidekiler şaşkınlık içindeydiler. İrili ufaklı su parçaları çıldırmış bir arı sürüsü gibi ölü bedenine saldırıyordu. Hava kararıyordu. Okyanuslara ulaşacak gücü kalmamıştı. Dev gövdesi her zaman göz önünde olmak için Kız Kulesi açıklarına, boğazın karanlık sularına ağır ağır gömülüyordu. 

Devin gözbebeğiyle işini bitiremeyen karga, üzerine saldıran dalgalardan hafif bir kanat darbesiyle kurtulmuştu. Avı elinden kaçıyordu. Gözü dönmüştü. Avını geri almak için çığlık çığlığa bağırıyordu.

Hakan Şenocak, Kavga Avı, E Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi, Öykü 99 S.130-132

Fotoğraf: Gökhan Ilgaz, Kız Kulesi

22 Temmuz 2024 Pazartesi

Kalbimde Bin Yara Var

Yataktayım. Yeni banyo yapmış girmişim yatağa. Derin bir uykuya dalmak istiyorum. Öylesine derin olmalı ki uyku, hiçbir şey duymamalı, hiçbir şey düşünmemeliyim. Boşalmalı kafam. Sıfırlanmalı. Uyku yarı ölüm derler. Bu gece tam ölmeliyim derin yalnızlığımın içinde.

Korkunç, boğucu, yapış yapış bir sıcaklık var havada, Gecenin saat biri ve hava, gökte güneşin kurşunlaştığı çöl sıcağını andırıyor. Örtünmek için hiçbir şeye gerek yok. Pencere açık kalmalı, Durmadan vızıldayan şu sineği bile kovmak istemiyor canım. Az önce Andrey'i astılar. Sonya'yla birlikte hem de. Jeliyeboy.. Ömrünü bir tek suikast için harcayan adam. Bir oğlu var nerede olduğunu hiç bilmiyor. Az önce kirli mahkûm elbisesini giydirdiler ona. Yüksek at arabasına bindirdiler. Herkes görsün diye dimdik bağladılar.

Sonya uzaktan gülümsüyordu ona. Hep yanında olmak istemişti..

Hep yanımda olmasını istemiştim..

Az önce Erdal'ı astılar. Bir suikastçı değildi Erdal. O siyasal iktidara dikmişti gözlerini.

Sırtımda bir serinlik var. Biri hafifçe girdi yatağa. Oysa o kadar yalnızım ki. Henrich Böll'le söyleşiyorum geceleri.. Issız bir koruluğun içinde yaşıyorum şimdi. Göz alabildiğine uzanıyor otlaklar. Arada bir köpekler havlıyor. Kime havlarlar, kimi uzaklaştırmak isterler bilmiyorum. Geceleri melemez koyunlar. Ama şimdi hepsi birden meliyor. Heinrich Böll'ün yattığı yatakta yatıyorum. Onun yazdığı masalarda yazıyorum yazılarımı. Onun dinlediği karanlığı dinliyorum. Adımlarını duyuyorum yatak odasına çıkan merdivenlerde.. 

Eller sırtımda boğazıma doğru yükseliyor. Işığı az önce söndürmüştüm. Kimse yoktu o zaman. Bomboştu oda. Perdesiz pencereden bahçedeki ışığı görebiliyorum. Birden buharlaştı pencere camı. Yok oldu. Karanlık doluyor içeri oluk oluk. Güller dikenlerini uzatıyor. Hepsi birer mızrak. Sırtıma doğru geliyor mızraklar. Bana değil, sırtıma sarılana saplanacaklar. 

Kim sarılıyor sırtıma. Kımıldamaya çalışıyorum. Bacaklarıyla sarılıyor belime. Soğuk, kaygan bacaklar.. yılan gibi.. Sessizce sıkıyor. Bağırmak istiyorum. Bırak beni demek istiyorum. Sadece dudaklarım kımıldıyor.. Bağıramıyorum. Bağırdığımı sanıyorum.

Eller yavaş yavaş sıkıyor boynumu. Andre'nin boynunu sıkan ipler gibi kaygan eller. Erdal'ın boynuna yapışan eller gibi.. İp yumuşacık. Boğazıma oturuyor iyice. Ellerimle tutmak istiyorum ipi. Ellerimi tutuyorlar. Ayaklarım soğumaya başladı bile. Moraracağım birazdan. Sırtımda bir soğukluk var. İçime doğru akıyor soğuk. Camdan içeri doluşan kıpkızıl güller ağlıyorlar. Ağlamayın diyorum. İlk ölen ben değilim. 

Ölüyor muyum? Ölüm bu mu?

Daha yazılacak bir yığın yazı var.

Fırlayıp kalkmak istiyorum. Tonlarca ağırlığıyla çöküyor üstüme ölü. Bembeyaz. Gülümsüyorum. Sadece diş, gülümseyen ağız. Sadece kemik, boynuma sarılan eller. Gırtlağımdan çıkan ses korkutuyor beni. Hırlıyorum. Nefes alamıyorum artık. Göğsümün üstünde bin tonluk kaya. Üstünde oturan sigara sarıyor keyfince.

Birden boşalıyor nefesim. Birden haykırıyorum.

Yine tuttu ağrılar. Yine o angina pektoris. Yine ölüm yokladı beni.

Hazır değilim. Bitirilecek dünya kadar işim var..

A.Kadir Konuk, Haziran 1990, Heinrich Böll’ün Evi, Langenbroich 
Dağın Öte Yüzü, Belge Yayınları, S.13,14


10 Temmuz 2024 Çarşamba

Ben Çiçek Değil Plastiğim!


“Hiç uzağa gitmedim. Yani çingeneler çalmadı beni. 'Sana şeker veririz, gel' demediler. Tembihini tuttum. Uslu durdum. Şimdi karşıma bir çingene çıkarsa, onun beyaz dişlerini saatlerce seyredebilirim. Yanağından da öperim. Ama dudağı...”  (Hür Yumer)

Çeşmeler bir yana, tek katlı bahçeli evlerin olduğu, sokakların her iki yanındaki arklardan şarıl-şarıl suların kahkahalar atarak aktığı bir kasabaydı. Kasabanın en çirkin binası ise, duvarları arasından demirlerin sırıttığı Belediye binasıydı. Festival için geleli iki günü geçmişti lâkin şiir etkinliğinin hangi mekânda olacağını bir türlü öğrenememiştik. Şiir dinletileri için mekânın olmazsa olmaz olduğu düşüncesi ve kaygısıyla ne zaman mekânı sorsam, görevli zabıtalar ağızbirliği etmiş gibi, bazıları “Şair Bey!”, bazıları “Şair abi!”, bazıları “Şair hoca!” diye seslenerek “Mekânın lafımı olur, illâki şairlere mahcup olmayız!” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Dilimden geldiğince, “mekânın sihri ve hikâyesi” olması gerektiğinden başlayıp, “şiirin bir atmosfer yaratma meselesi olduğunu” anlatmaktan dilimde şiir bitse de teslim olmayıp çareler aramaya başladım. İş başa düşmüştü. Öyle ya aşk ve devrim gibi şiir de örgütlenmekti. Şiirlerin kalbini kırmamak ve izleyeceklere mahcup olmamak derdiyle, kaldığımız evlerin bahçeleri dâhil, bazıları Osmanlıyla bazıları Cumhuriyetle yaşıt bir kaç ulu ağaç altını, alternatif “şiir mahalli” olarak işaretledim. 

Eskilerin, “sayılı gün tez geçer” dediğince, o dinleti günü gelip çattı. Birkaç görevli önde, biz birkaç şair arkada, bize “sır” olan, olası “şiir mahalli”ne doğru dizeler halinde yürümeye başladık. Yol boyunca merakla yürürken iki gündür tanıştığım kuşlarla, ağaçlarla ve sularla selâmlaştım. Gele gele, kasabanın o en “çirkin” binası, belediyenin önüne gelmeyelim mi? O anda, bana “Şairlere mahcup olmayız!” diyen görevliyle göz göze geldik. Söz söze gelme ihtimalini düşünerek bizi ânında içeri buyur etti. Cümle kapısından girdik. Bir ân iyimserliğe kapılıp, binanın içinde şiirin tabiatına uygun bir “dinleti mekânı” olma ihtimali geldi aklıma. Lâkin, ikinci kata çıkan merdivenlerin her iki yanında, her basamakta plastik kaplarda, plastik çiçekleri görünce saçım sakalım, elektrik çarpmış gibi ayaklandı. Kişi başına düşen su miktarının ve çiçek miktarının haddinden fazla olduğu bir kasabada, plastik çiçekleri ve üzerlerinde yıllanmış tozları görünce, öfkeden dilim tutuldu, ezberimdeki tüm şiirleri unuttum, desem abartı olmaz. İster inanıp gerçeğe, ister inanmayıp kurmacaya ve mecaza sayın; şehirlerarası, yolculuklarda “ihtiyaç molası!” verildiğinde zorunlu olarak gittiğimiz “umumi tuvaletlerdeki” umumi manzarayı görünce insanın çişi nasıl geri kaçıyorsa, şiirim, hevesim geri kaçtı... 

Şairler plastik çiçekler arasından yukarı çıkınca ben eşikte kalakaldım. İlk aklıma gelen, eski alışkanlığım gereği tozların üzerine yazılamaya çıkmak oldu. Nasıl olsa beni yakalayacak polis veya bekçi yoktu, boyaya, fırçaya da gerek yoktu, işaret ve itiraz parmağım ne güne duruyordu. Önce, aşağıdan yukarıya çıkanlar okusun diye, aşağıdan yukarıya sol tarafta dizili çiçeklerin üzerine tek tek, “Ben çiçek değil plastiğim! Beni koklamayın plastiğim!” yazdım. Sonra merdivenlerden çıkıp, zabıtaların meraklı bakışları arasında yukarıdan aşağıya inenler okusunlar diye yukarıdan aşağıya da “Ben çiçek değil plastiğim!” yazdım... (Çiçeklerin kalbini kırarak süren hikâyenin sonrası uzun. Aradaki bölüm borcum olsun.) 

Aradan bir kaç ay geçti... Taksim’de bir çiçek satıcısında, çiçeklerinin arasına iliştirilmiş, yan taraftaki “plastik çiçek” satan çiçekçiyi işaret eden bir ok bulunan, kargacık burgacık bir yazı gözüme ilişti. Merakla yaklaşıp okudum; “Ben plastik çiçek satmam. Ben plastik değil, Çingene’yim!”

Hikâye sizin olsun, kasabanın ismi bende saklı kalsın...

Sezai Sarıoğlu, 2013

Çiçeklerin Düğünü



Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...

Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.

Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.

Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!

İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.

Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...

Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:

Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.

Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.

Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.

İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi

İzleyiciler