Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





13 Ekim 2024 Pazar

Savaş Üzerine

 "İnsanlar savaşın ne olduğunu ancak bittiği zaman anlar."

Henry Noel Brailsford 

"Şiddet, ahlak dışıdır. Çünkü sevgi yerine nefret üzerinde yol alır, toplumu yıkar ve kardeşliği olanaksızlaştırır."

Martin Luther King

"Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir."

Bertrand Russell

"İhtiyar adamlar, savaş ilan ederler; fakat savaşan ve ölen gençlerdir ve her türlü meşakkat ve sıkıntıyı çeken de gençlerdir."

Herbert Clark Hoover

"Savaş, teklerin hayatında olduğu gibi toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor."

Platon

"Propagandayla zehirlenmedikleri sürece, kitleler asla savaş düşkünü değildir." 

Albert Einstein

"Bir savaşı kaybetmekten sonraki en kötü şey o savaşı kazanmaktır."

Arthur Wellesley

"Tek masumun dahi öldüğü yerde hiçbir haklı gerekçeden söz edilemezdi."

Nazan Bekiroğlu

  "Şu kadarını biliyorum ki şimdi savaş sırasında kurşun gibi içimize gömülen bu anılar, savaştan sonra tekrar uyanıp canlanacak. Hayat ve ölüm hesaplaşması asıl o zaman başlayacak."

Erich Maria Remarque

Fotoğraf: Gazete Oksijen


İzleyiciler