Behice Boran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Behice Boran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2024 Cuma

Nataşa

1.
Nasıl ki
Bir ana ceylan
Vurulmuş yavrusuna
İçten yanıyorsa
Ve nasıl ki
Teksas'lı bir kız
Almanya'da öleni
İstanbul'da arıyorsa
İşte öylesine..
Beyaz yeleli
Bir atın sırtında
Gece demeden
Gündüz demeden
Durmadan dinlenmeden
Koşarak
Azgın denizlerdeki
Kudurmuş dalgalar gibi
Coşarak
Kokladığın her çiçeği
Yaprak yaprak
Bastığın her adım toprağı
Parmak parmak
Dolaşarak
Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!
Seni kaybettiğim dünyada
Bulmak istemiyorum
Geçtiğim yollardaki bütün aynaları
Ters kapattım
O her köşe başında
Tüm insanlardan sakladığım
Hatıralardan
Birer yıldız yaptım
Ve onları
Bilmediğim bir dünyanın
Göklerine astım
Tut ki
Yirmialtıncı asırda
Merih'te
Yahut
Otuzsekizinci asırda
Uranus'ta
Yahut
Zaman adlı çizginin
Bir x noktasında
O her köşe başından
Çekip çıkardığım
Ellerimle göklerine
Pençe pençe
Yıldızlara astığım
Dünyadayız.
Orada
Ne meyhane tezgahlarında
Mumlar gibi yanıp tutuşunların
Gönül yarası
Ne yalın ayak başı kabak
Sokakta dilenenlerin
Ekmek davası
Ve ne de
Kana susamış insanların
Ölüm kavgası..
Her köşe başında bir çeşme
Her çeşmeden
Oluk oluk akan sular
Ve suların başında
Hep bir ağızdan
İpek bir yumak sarar gibi
Türkü söyleyen kızlar..
Ne Neron
Ne Sezar
Ne Hitler
Ne Mussolini
Ne Hiroşima
Na-ta-şa......
Dokuz gezegenin
Onuncusu
Kardeş kavgasının
En sonuncusu
Öylesine bir dünya ki bu
Ne İsa'nın oniki havarisi
Ne Muhammed'in dört halifesi
Çözemedi
Çözemedi
Bunun ne demek 
Olduğunu..

2.
Tüm ışıkları söndürdüler
Birer birer
Tüm çeşmelere
Kilit vurdular
Güneşi hapsettiler
Ve seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya 
Tutsak ettiler.
Sen ki
Burjuva züppeleri nezdinde
Salonları süsleyen
Bir gül
Ve proleter sınıfından
Bir emekçisin
İstesen
Senin için
Sönen mumlar birer birer
Yanabilir
Kilit vurulmuş çeşmeler
Gürül gürül
Akabilir
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Şiirler okunur
Ve Adalar'da
Türküler yakılır
Altın saçlarına
Ben 
Jandarma dipçiklerinin
Meydanlarında şaha kalktığı
Sokakları
Barut ve ölüm kokularının
Sardığı
Bir sonbahar akşamında
Üç kurşun sesiyle doğdum.
Senin için
Doktor-hastabakıcı
Ebe-hemşire
Yahut suyla ekmek
Ne ise
Benim için 
Sehpa ve ölüm
Barut ve ateş
Yahut kavga
O'dur
Ve kavgasız geçen günlerimin neşesi yoktur.
Yasamızda 
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Türkü yakmak yok
Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütun bacaklı kızların 
Gözbebeklerini
Yasamızda
Kilit vurulmuş
Yasak kapıları
Kırmak yok
Açmak var
Suları 
Gürül gürül
Akıtmak var
Ve tüm insanları
İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda
Kan
Barut
Ateş
Ölüm
Yok
Olmayacak
Özgürlük ve kardeşlik var.
Ve düşün ki
Seni
Yıldızların karanlığında
Yaşamaya tutsak ettiler
Ve sen
Siyahın ne kadar siyah
Beyazın ne kadar beyaz
Olduğunu
Görmeden öleceksin
Oysa ki ben
Güneş aydınlığını gördüm
Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum.
Hazır ol
Ordu ordu
Bölük bölük
Teker teker
Geliyorum.
Bu
Ne benim sana 
Tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
Bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
Bükülmez bileklerin
Yani tarihin
Durdurulmaz emridir.

Necati Siyahkan

Necati Siyahkan'ın Ardından...
Nataşa’nın yazarı kendi isteğiyle ayrıldı aramızdan
Yirmi yılı geçti. Necati Siyahkan bir akşamüstü kitapevine geldi. Tedirgindi. Çay, sigara muhabbetinden sonra anlatmaya başladı.
"Dost" dedi, "önüne gelen bizim şiiri okuyor ama, adımızı söyleyen yok. Geçenlerde yine öyle bir toplantıda mikrofonu eline geçiren bir delikanlı "Nataşa" şiirimi baştan sona gümbür gümbür okudu. Salon alkıştan inledi. "Yahu bu şiir kimin?" diye kimse merak edip sormadığı gibi, okuyan arkadaş da usulen ve nezaketen adımı bile söylemedi. Çocuk haklıydı belki, okuduğu şiiri kimin yazdığını bile bilmeyebilirdi. Buna benzer karşılaştığım olay beşi altıyı buldu. Şimdilik elden ele, dilden dile dolaşan bu şiirin altına yarın birisi imzasını atıp yayınlasa ben ne yapabilirim? Doğrusu ağrıma gidiyor artık.
“Peki ne yapmamı istersin Neco?” dedim.
“Acaba" diyorum bir kitap mı çıkarsak?”
“Olabilir” dedim, ”Ancak Nataşa’nın dışında yeteri kadar şiirin var mı?”
“Çıkar o kadar canım” dedi.
Nataşa adlı şiir kitabının oluşum serüveni böyle başladı.
Kapağını değerli karikatürcü dostumuz Nezih Danyal’ın çizdiği Nataşa, sonunda gün ışığına çıktı. Sanırım 1986 ya da 1987 yılıydı. Artık arkadaşımızın Nataşa şiirini kimse gürültüye getirip üstüne geçiremezdi.
***
Yüz seksen altı mısralık Nataşa şiiri, özellikle Necati’nin berrak ve gür sesinde etkili, hatta kışkırtıcı oluyordu. Nâzım’dan ve öbür toplumcu şairlerden epeyce esinlenen bu destan/şiirde Nataşa sözcüğü sadece bir kez geçiyordu. Bu şiirde emek, iyilik ve temizlikle eş tutulup yüceltilen Nataşa adı, ne gariptir, 1990’larda birtakım tatsız ve uygunsuz rolleri çağrıştıran bir imgeye dönüştürüldü ülkemizde.
Nataşa yetmişli yıllarda, özellikle Güneydoğulu gençlerin yoğun bulunduğu mahallerde bir vesile yaratıp düzenlenen gece ve gündüzlerde Necati Siyahkan’ın bu şiiri fişek gibi ses getiriyordu.
***
1959 yılının sonlarına doğru, elliye yakın aydın, ağır bir suçlamayla, İstanbul’dan ve Güneydoğu’dan derdest edilip İstanbul'da Harbiye Tutukevi’ne konuldu.
Dört beş yıl tutuklu/tutuksuz devam eden yargılamanın sonunda, sanıkların neredeyse hepsi yattıklarıyla kalır. Bunlardan ilerde milletvekili, bakan vb. olanlar vardır. Literatürde bu ünlü davanın adı, başlangıçtaki sayısından ötürü 49’lar diye geçer. Şairimiz Necati Siyahkan (Siverek 1938-Ankara 2007) henüz yirmi bir yaşında ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenci iken, o da 49’lardan biri olarak tutuklanıp yargılanır, sonunda beraat eder.
***
Fakülteyi bitirdikten sonra memleketi Siverek’e dönerek avukatlık yapmaya başlayan Necati Siyahkan, o sıralar Güneydoğu’ya açılan Türkiye İşçi Partisi’nin burada örgütlenmesinde ön ayak oldu. Daha sonra da ilçe başkanlığı görevini üstlendi.
Necati, yıllar sonra özel ve genel sorunlarından yoruldu. Ankara’ya geldi. Bir ara yolunu Akdeniz kıyısına düşürdü; bir arayış içindeydi. Sözü sohbeti kadar, sofra adabı da kendine yaraşır düzeydeydi. Son yıllarda zaman zaman aynı ya da komşu masalarda kadeh kaldırdık.
Burada olmayan dostlar için. Üstündekiler her zaman tiril tirildi. Zevkli olduğu kadar özenliydi de. En son Behice Boran’ın Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen anma gecesinde birlikte olduk.
O geceden sonra Necati dostumla bir iki kez daha karşılaştığımı anımsadım şimdi. Yaşamdan, yaşamın tatlarından artık keyif almadığını hissediyordum ve bu bana hüzün veriyordu.

Bir gün, gazetede partili arkadaşlarının verdiği ilanı okuyunca, ne saklayayım, fazla şaşırmadım. Ama çok üzüldüm.
* Nataşa, Necati Siyahkan’ın Şiirleri, Fırat Yayınları, Ağustos 1990 (3. baskı), İstanbul.
* 49'lar Dosyası, Naci Kutlay, Fırat Yayınları, Kasım 1994 (1. baskı), İstanbul.

Remzi İnanç, Evrensel Gazetesi, 13 Mayıs 2007



30 Temmuz 2015 Perşembe

29 Temmuz 1950: Savaş karşıtı Behice Boran ve Adnan Cemgil tutuklandı

İkinci Dünya Savaşı sonrası, uluslararası politikada iki kutuplu bir sistem oluşmuştu: ABD'nin başını çektiği Batı bloğu ve Stalinist SSCB'nin öncülük ettiği Doğu Blok'u. SSCB'nin Doğu Avrupa'yı kendi denetimine almasının ardından Almanya'nın birleştirilmesi ve Berlin Ablukası gibi meseleler Batı Avrupa ülkelerini endişelendirmişti. Bu nedenle Benelüks ülkelerinin girişimiyle 1948 yılında Batı, Avrupa Birliği adıyla bir oluşuma gidildi.
ABD ise SSCB yayılmasını bahane ederek kendi kontrolünde bir savunma örgütü kurulması yanlısıydı. Savaştan harap bir vaziyette çıkmış Batı Avrupa için "komünizm tehdidi" karşısında ABD'nin desteğini almak kaçınılmazdı. Bunun bir sonucu olarak 4 Nisan 1949 Washington Antlaşması ile birlikte NATO (Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü) kuruldu.
Türkiye'nin savaş sonrasında Sovyetler Birliği ile arasının bozulmasının ardından Türk egemen sınıfları politik alanda bir yandan ABD başta olmak üzere Batı'nın desteğini almaya çalışırken, diğer yandan da Batı kapitalizmi ile bütünleşme sürecini hızlandırmıştı. İç politikada da, biraz da dış baskının etkisiyle göstermelik de olsa çok partili bir hayata geçilmiş, Soğuk Savaş'ın getirdiği bir ortamda yine iç siyasette geçmişten devralınan anti-komünist politika daha da yoğunlaştırılmıştı.
Batı bloğunda yer almak isteyen Türkiye açısından, Batı'nın ekonomik, askeri ve siyasi kurumlarında yer almak temel hedefti. Bu nedenle 1947 yılında IMF'ye üye olmuş, 1949'da Avrupa Konseyi'ne kurucu üye olarak katılmıştı. Ama Türk burjuvazisi için asıl önemli olan Batı kaynaklı savunma örgütlerine dahil olabilmekti.
Türkiye bu nedenle NATO'nun kurulduğu uluslararası toplantıya çağrılmamasından dolayı tepki göstermiş ve NATO'ya dahil olmak istediğini ilgili taraflara bildirmişti. Türkiye'nin NATO'ya üyelik için başvurusu ise 11 Mayıs 1950'de yani CHP iktidarı henüz sona ermeden önce yapıldı, ancak Türkiye'nin başvurusu reddedildi. Türkiye'nin NATO üyeliğine İngiltere ve Baltık ülkeleri karşı çıkıyordu. İngiltere'ye göre Türkiye NATO yerine, İngiltere öncülüğünde, Mısır merkezli olarak kurulması planlanan Ortadoğu Komutanlığı'na dahil olmalıydı.
Türkiye'de 1950'de yönetime gelen Demokrat Parti, Türkiye'yi NATO'ya dahil etme konusunda yoğun bir çaba gösterdi. Bu konuda DP'nin eline bulunmaz fırsat bir ay sonra geçti. 25 Haziran 1950'de Kore Savaşı'nın patlak vermesi ve ABD'nin savaşa müdahalesi ile birlikte DP yönetimi de Kore'ye asker gönderme kararı almıştı.
Temmuz ayı içerisinde cumhurbaşkanı, başbakan ve genelkurmay başkanının katıldığı, Yalova'da yapılan bir toplantıda Tahsin Yazıcı komutasında 4.500 kişilik muharip bir Türk birliğinin Kore'ye gönderilmesi uygun bulundu. Ana muhalefet partisi CHP ilke olarak Kore'ye asker gönderilmesine karşı değildi. CHP'nin itiraz ettiği tek nokta, böyle bir kararın ancak Meclis tarafından alınabileceği yönündeydi. 1924 Anayasası'nın 26.maddesine göre yurtdışına asker gönderilmesi veya savaş ilan edilmesi ancak TBMM kararıyla mümkündü.
Aynı tarihlerde de ülkedeki asıl savaş karşıtları güçleri sınırlı da olsa harekete geçmişlerdi. Başını akademisyenlerden Behice Boran'ın çektiği bir grup aydın Barışseverler Cemiyeti'ni kurdu. Cemiyet, 25 Temmuz tarihinde Galata Köprüsü'nde savaş karşıtı bildiriler dağıttı. Bu eylem karşısında DP Hükümeti. Sert tedbirler alarak Cemiyet'in önde gelen yöneticilerini tutuklar. Barışseverler Cemiyeti' nin eylemi Cumhuriyet tarihinde ilk savaş karşıtı eylem olma özelliğini göstermekteydi.
Neticede Türkiye Kore'ye asker gönderir. Kore'ye giden Türk askerlerinden 721'i ölür, 2147 asker yaralanır, 234 asker esir düşer ve 175 asker ise kaybolur. Bu bedel karşısında ABD emperyalizminin ve NATO'nun Türk egemenlerine "hediyesi" üyelik olur. NATO'nun 1951 sonbaharında düzenlenen zirvesinde Türkiye'nin üyeliği kabul edilir. 18 Şubat 1952 tarihinde ise NATO'ya resmen üye olur.

(marksist.org' dan alıntıdır)

İzleyiciler