Aslı Akyüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aslı Akyüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2024 Pazartesi

Sevgilim Beni Ölü Ele Geçirdin

1926’da yağan bir yağmur
ne zaman istesek sessiz yağıyor böyle
bağışlamak gibi neredeyse ezbere
bu bütün damlalarını bildiğimiz tek yağmur
ama olsun insanın bir yağmuru olsun
herkesin bir yağmuru olsun kaçmaya
kendini özlemeye ve törensiz
gömüldüğünü anlamaya bir aşka

oradaydım sözcüklerin dövüldüğü o harda
uzun maşalarla tuttum adının anlamını
hem alaca kartalların yüzüstü çakıldığı
kayalar da ufalanır kısacık hayat
hem acele ettirilmiş bir gelincik
onaramaz yaprağındaki buruşuğu dedim kıvrıldım
unutmaya indim bırak rüzgâr çevirsin
bırak çevirsin rüzgâr denizin sayfasını

rüzgârdan geriye say yosun kanat su kesimi
sanki karanfilleri öğütüyordu gece
böyle mi çizildi vazgeçmenin eğrisi
hani sıradan bir taş fırlatılıp düşünce
göz akıma bir dövme renksiz bir leke düşün
çünkü biz yandıkça soğuyan dünya
dünya bildiğinden dönmüyor
kimseleri yarasız yazmıyor birbirine

gök taşından bir kolye kâgir bir köhne düşün
boynumda ve ahşapta halkalanıyor geçmiş
düşmeyi biliyor yağmur
yağmura bakan her yüzün bütün damlalarda  yansıdığını 
zamanda yer kaplayan anlam
mekânda bal rengi ve akışkan reçinesi ışığın
girintileri çıkıntılara uydurmayı biliyor aşk
taze kırık bibloları yapıştırmayı

ama nedir bir yağmurda iyi olan
çağrılınca gelmesi mi sonsuz ucu olması mı
siyah beyaz bir filmin ıslatmayan yağmurunda
kötü olan tek şey onun ele geçmesi
bir rüyadan yapraklar düşer gibi
bir fotoğraftan taşlar yuvarlanır gibi
bir olmazı anlamak sana verilmiş
sevgilim beni anla beni ölü ya da diri...

Nilay Özer

Resim: Aslı Akyüz, Sonbahar, Yağlı Boya 50x50 cm.


8 Ağustos 2024 Perşembe

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir gong çaldı ormanda
koca ağaçların yüreğine dek salarak titreşimini
yankısı uzun uzun denizin üstüne yayıldı
dinlence aylarının sonuydu
ve insan kendi kendine bile
itiraf etmekten çekiniyordu

yalnızca ilkbahar ve yazlar hiç geri gelmiyordu

bir tavşan durdu bir an
gözünde insanca bir gözyaşı parlıyordu
sonra yürüdü gitti eskisi gibi tavşan
çalılıklar tarlalar arasından

kadın kadehi kaldırdı
gün batımı pınarın buz gibi suyunda yalazlandı

bir çığlık tıkandı kaldı
bacaklarının kemer gibi üstünden aştığı
büyüleyici istekler koyağında

içiyordu şimdi
erkekse dizüstü dudaklarını yosunlara dayamıştı

dağların suyu boğazını dondurarak onun da içinden geçiyordu
bir ara dilinin ucuyla bir alabalık kaçışına dokunur gibi oldu
oynak su ve pul kokuları arasında

ilk yıldız dimdik yükselen kolun ucundaki kadehe düştü

erkek kalkmıştı ve dudak dudağa
ama kavga ateşinden sonra bir dağ boğazının
gölgeliklerinde unutulmuş öç alıcı kılıcın çeliği kadar
soğuktu sevgilinin dudakları

bir bekleyiş uçurumunun kenarında
gözleri yarı kapalı kıpırtısız duruyordu kadın

hangi istek soymuştu onu
beyaz taş yontu geceye meydan okuyordu

dudak dudağaydı soluğumuz ve göz göze
aynalarımız içinden birbirimize uzanmış
deniz hafifçe sallıyor sessizliğin dibinde sözlerimizi
ve dalga alıp götürüyordu son anıyı
geçip giden ay görüverirse gecesinde
çakıl çarşaflarda yatan şu bitkin gövdeleri

ne çok yürüdük o gece
gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında

ilerliyorduk
ne bir yankı ne bir gölge yolun billuru üstünde
ilerliyorduk yine
ne bir çığlık ne bir korku aşağıda sel boğazlarında
ne bir yankı ne bir tehlike yukarıda kayaların çatısı altında
yürüyorduk durmaksızın
ve hep o yok olmuş ses devinim koku vardı
karşımıza çıkan masalda destanda
donup kalmış tarih öncesi ordularına benzer ormanlarda

ne çok yürüdük o gece gözlerimiz ayın görkemli parlaklığında
güneşin sonsuza dek sürecek yokluğu boyunca

ne çok baktık birbirimize gülümseyerek
kesinliğin kılıcı bir anıt gibi dururken aramızda
ve başımızın üstünde o tek gökyüzü
çaresiz bir sevinç çölüne benzer kumu bile boşalmış
kuşları uçmuş

pencerede çıplak yakalıyordu seni şafak
ve işte o zaman çayırların mutlu gölgeliğinden
güneş tayları ayaklandırıyordu gözlerin

benim için hep dingin bir coğrafya oldu bedenin
uysal deniz suyunun gökkuşaklarıyla çevrili
ve sert rüzgarlarına adanmış kız kadırgaların
bin yıllık kepezlerin açığından yelkenler fora
aşıp geçen yıldızların ulu burnunu

eski buluşma yerine geri dönmek istedi
yeniden o koca
gözyaşı damlası mavi bir göz gibi duvarın bir taşı
üstünde yeniden o ayakta ve kanlı çığlık patikada
ve başka bir yerin rüzgarında tek başına

her zaman sarmaş dolaş mercan düşleyenlere dönüşmüşlerdi
kıpırtısız ahtapotların uykusu nöbet tutarken uzun denizlerin dibinde

bu kez iyice yitirdiler birbirlerini
biri öteki oldu ve o anda tersi de
şaşırtıcı biçimde gerçekleşti

bilmiyorlar daha
hiç bilecekler mi

farkında olmadan bırakıp gittiler yatağı odayı yeri göğü
sınırlar ötesindeler şimdi
iç içe sarmaş dolaş
biraz da telaşlı
serüvene kapılmış yürekleri

sonra da bir geceyarısı güneşinin apansız çarpması
tenlerinin en uzak ucunda

birbirlerini bulduklarında
bulabilecekler mi
o iki ayna gibi olacaklar yakın
yüz yüze
alabildiğine dingin

sana doğru iniyordum ve sen bana doğru yükseliyordun
her akşam bizi yaklaştıran boşlukta
o adını anmaya çekindiğimiz şeyin gölgesi ve ışığı vardı yolun üstünde
zaman güneşin kayığının tartımıyla yalpalıyordu
ineğin memelerinin altında

ne kaldı
kasemde o süt maviliği

ve kehanetlerini hiç tüketmeden içebileceğim yüzün
belirgin izi o kırlangıç çığlığı başımın üstünde
ve önümde batan o güneş o yüzyıllardan güçlü şafak
dirençle yükselirken insan sırtımın gerisinde

beller saban demirleri traktörler
koyaklar yamaçlar ovalar boyu
denizde gemi provalarına benzer
çiziyorlardı gökyüzüne yeni burçlar kuşağını

böcek hiyeroglifleri tozda
suyun ve kabukların filigranı
otlarda kuş damarları
havada duvar karalamaları

sabahın içinde yürüyecektik o benzersizle birlikte
ve her gün yeniden biçimlenecekti yüzümüz
açıklanan gizin yasalarına göre

Andre Verdet

Resim: Aslı Akyüz, Mavi Gökyüzünün Altında, Yağlıboya 50x70 cm.


3 Ağustos 2024 Cumartesi

Bütün Güzellikleri Alacaklar Elimizden

Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı 
düşmandılar ne varsa iyiden güzelden yana; 
ant içmişlerdi sanki yok etmeye güzellikleri 
-görünmesin diye kendi çirkinlikleri- 
yaşama ve yeşile düşman çekirge sürüleri... 
Hırs bürümüştü gözlerini, saldırdılar 
aç kurtlar gibi dalında filizlenen çiçeğe, 
kırdılar ormanı çoğaltan genç fidanları, 
kestiler zeytin ağaçlarını, yaktılar ormanları... 

Saldılar suları evlerin, insanların, ağaçların üstüne; 
kaç bin yıllık türküydü Hasankeyf ’in evleri, 
Allianoi’deki su perisi, Zeugma’nın mozaikleri? 
Geldiler dört bir yandan kuşattılar hayatı; 
Haydarpaşa Garı’nın tavan süslemeleri, 
güzellik ve inceliğin simgesi yapılar, 
küçük istasyonlar, çeşmeler ve camiler 
bu kıyımdan kurtulamadılar. 
Acımadılar hiçbirine, hiçbirine acımadılar... 

Yardım isterken bizden bir Artuklu çeşmesi, 
Hasankeyf ’in sadık leyleği, Allianoi’nin su perisi 
Zeugma’nın mozaikleri, Darıbükü’nün evleri, 
Toroslardaki katran ormanları, Marmaris’in çamları; 
yükselirken mavi göğe çığlıkları yakılan ormanların 
koruyamadık hiçbirini, hiçbirini koruyamadık... 
Yaşam nöbetinde şimdi Karadeniz’in dereleri, 
Kazdağlarının eteklerindeki ölmez ağaçları, 
bin yıllardan kalan mermer yontu ve kadim Anadolu. 
Geldiler dört bir yandan savunmak için hayatı; 
Kibele’nin torunu yaşsız kadınlar, 
toprak adamları ve çocuklar... 
Birleştirip ellerini bir türküye başladılar: 
Karşı çıkmazsak eğer, durdurmazsak bu yangını ve yıkımı 
bütün güzellikleri alacaklar elimizden, 
bütün güzellikleri ve sonunda yaşama sevincimizi... 

Rüzgârın kanadında bir türkü şimdi 
dilden dile yayılan, yaşamı savunma imecesinin sesi... 

Gülsüm Cengiz, Başka Bir Gökyüzünün Altında, Tekin Yayınevi

Resim: Aslı Akyüz, Serenity, Yağlı Boya 100x140 cm


İzleyiciler