Aysel Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aysel Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Mart 2025 Çarşamba

Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” Kitabına Sonsöz’ü: "Herkesin Aynı Olmadığına Alışın!.."

Her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve bugünkü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da grup halinde karşısındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alışkanlıkları kapsıyor.

Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de savaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özellikle de, içinde yaşadıkları toplumun kültürüyle içinden çıktıkları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara almadan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıklarını koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.

Böyle ifade edildiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde yaşadıkları halde çıkış kültürlerine duygusal bir bağla bağlı kalanları da -birçokları arasında, bugünkü tanımları olan african americans’la çifte aidiyetlerinin ne olduğu açık seçik ortaya konulan Amerikalı siyahları düşünüyorum- kapsıyor; bu temel ilke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler yüzünden kendilerini “azınlıkta” hisseden, “ayrı” hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından olduğu kadar iç barış açısından da büyük önem taşıyor.

Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üstlenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüyle özdeşleşebilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bulabilmesi ve genellikle olduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yolunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.

Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı ifade yollarının meşruluğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa’nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke olduğundan hiç kuşku yok; bu onun Protestan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan “Voltaire’ci” bir boyutu kabul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu kadarla da kalmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kavrayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği olduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Germen, Kelt, sonra Afrika’dan, Antiller’den, Arapçadan, Slavcadan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.

Burada sadece Fransa’nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı olduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan kopup gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. Ama bu göçmenlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırılıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde yaşadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bunun işleyişindedir.

Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gösteriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini uygun görmeyen Batı Avrupa’da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine referanstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, birleşmeye yaklaştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetlerinin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupalı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan düpedüz çıkacak.

Yeni Avrupa’yı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülkelerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için yeni bir kimlik kavramı yaratmaktır.

Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girmenin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim gözümde önem taşıyan, kimliğin “işleyişi”-‘n bir yönüne değinmekle yetiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi olduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korursunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamıştır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, Torino’ya ve onun geçmişine duyduğu özel sevgi içinde saklı kalsa da, Venedik’in ve Napoli’nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bulacak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıymış gibi davranan genç Avrupalılar tanıyorum.

Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya “vatan” ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına “vatandaş” diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.

Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.

İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik etmekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her paragrafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda bu sayfalarda gerekli tonu -ne fazla soğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en doğru formülleri bulduğumdan emin değilim. Ama bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim.

Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun diye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.

Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler



13 Ocak 2023 Cuma

Bilmemek: Kundera'nın 'göçmen'leri


Milan Kundera, bilmemek, hatırlama, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine yazdığı romanı “Bilmemek”te karakterlerinin geçmiş hikâyelerini Çek tarihi üzerinden kuruyor. Kundera, 'göçmen olma' durumunu psikolojik ve siyasal kalıplar içinde inceleyerek romanına kendi kişisel tarihini de katıyor.

Milan Kundera’ya göre Çeklerin tarihi yirmi sayısının üç kere tekrarından doğan bir matematik hesabıyla şekillenir. Yüzyıllar süren sömürgelikten 1918’de kurtulurlar. Bu yıl, bağımsız devlet oldukları tarihtir. Tam yirmi yıl sonra, 1938’de tekrar işgal edilirler. 1948’de, “Moskova’dan ithal komünist devrim”, ikinci yirmi yılı başlatır. 1968’de ise Çeklerin “küstahça özgürleşmesiyle gazaba gelen Ruslar beş yüz bin askerle ülkeyi işgal eder.” Yazara göre Sovyetlerin Çek topraklarına yerleşmesi bir seneyi bulur. Üçüncü yirmi yıl ise 1969’da başlar ve 1989 yılında, komünist rejimlerin çökmesiyle sona erer.

Kundera, Bilmemek ismini verdiği kitabında karakterlerinin geçmiş hikâyelerini işte bu denklem üzerinden kurar. Irena ve Josef, birbirlerine çok kısa bir süre, bir barda arkadaş ortamında denk gelmiş ve o gün tanışıp sohbet etmiştir. 1960’lı yılların ikinci yarısında, henüz Çek topraklarındayken geçen bu kısa hikâye, Irena’nın aklında yer eder. Josef’ten etkilenmiştir ama hayatında başka biri vardır ve bir an önce hayatında olan kişiyle birlikte ülkeden çıkmak ve iltica etmek zorundadır.

Fransa’ya giden Irena evlenir ve kısa süre sonra iki çocuğu olur. Ancak hayatındaki kişi vefat eder. Irena, geriye dönmeyi kafasından atmıştır ancak Fransa’da da tutunması zor olur. Ağır beden işçiliği yapar. Derken, ülkesinde aldığı Rusça eğitimi ve kısa süre içinde Fransızca öğrenmesi, önünü açar, çevirmenlik yapmaya başlar. Kundera, Irena’nın Fransa’da kendini yabancı hissetmesini, anlaşılamamasını şu gözlemi yaparak dile getirir. “Ellili ve altmışlı yıllarda, komünist ülkelerden gelen göçmenler Fransa’da pek sevilmezdi. Fransızlar o dönemde tek felaket olarak faşizmi görüyorlardı. Ancak altmışlı yılların sonunda ve yetmişli yıllar boyunca adım adım komünizmi de bir felaket olarak kavramaya karar verdiler, her ne kadar daha alt dereceden bir felaket, şöyle diyelim, iki numaralı felaket olarak olsa da.”

SIĞINMACILIK

Kundera, bu bağlamdan yola çıkarak sığınmacılık olgusuna değinir. Ona göre, sığınmacıların tamamı geceleri uyurken aynı rüyayı görür. Gündüzleri her şey yolunda gibidir sanki. Terk edilen ülkeden güzel manzaralar sık sık akla gelir. Bu zihin oyunu, hasret ve özlem gibi duyguları doğursa da, temelde kötü ve olumsuz değildir, yazara göre. Negatif olan başka bir şeydir… Sığınmacıların her sabah uyandıklarında birbirlerine ülkelerine dönmenin dehşetini anlattığını söyleyen Kundera, Irena özelinde bu durumu, “Önce, birbirini tanımayan insanların bu gece kardeşliği karşısında duygulandı, daha sonra ise biraz sinirlendi: Nasıl olur da bir düşteki mahrem deneyim kolektif olarak yaşanabilirdi?” sözleriyle dile getirir. Yazara göre “sığınmacılık rüyası”, 20. yüzyılın ikinci yarısının en garip olgularının başında gelir.

Aradan yirmi yıl geçtikten, Prag Baharı yaşandıktan sonra Irena, o tarihte hayatında olan kişi sayesinde Prag’a gitmeye karar verir. Artık her şey değişmiştir. Henüz Paris havalimanında bir başınayken, Josef’i görüverir. Sadece tek bir akşam, bir arkadaş ortamında gördüğü Josef’i hemen tanır ve yanına gider. Josef de Danimarka’da yaşayan bir göçmendir ve ülkesine –tıpkı Irena gibi- kısa süreliğine bir ziyaret gerçekleştirmek ister. Onun da başında türlü hikâyeler geçmiştir. Karısını kaybetmiştir. Sürgünde bir başına kalmıştır.

Bu andan sonra, baştan beri Irena’yı takip eden “kamera”, Josef’in peşine takılır ve odakta o olur. Abisiyle, Çek topraklarıyla, Çeklerle olan ilişkisi okura yansıtılır. Aslında, o gün havalimanında karşılaştığı Irena’yı tanımamıştır bile. Ama güzelliğine, yıllar sonra Çekçe konuşan o kişiye kapılıp gider.

İkili, Çek topraklarında kendi kişisel geçmişleriyle yüzleşme çabasına girdikten sonra bir otelde buluşur ve –Irena’ya göre- yarım kalmış hikâyeyi tamamlamaya koyulur.

Kundera, Bilmemek’te sık sık Odysseus’a atıfta bulunur. Göç etmenin, yolda olmanın, sonu bilinmeyen bir maceraya atılmanın, savaşın ve barışın bu gözde yapıtı, yazar için hikâyesini besleyen en güçlü motiflerden birini oluşturur. Yapılan mitolojik göndermeler, Kundera’nın yarattığı karakterlerin duygu-durumlarını ustaca ortaya çıkarırken, mekân ve insan arasındaki ilişkinin de altı kalın çizgilerle çizilir.

Bilmemek için Kundera’nın, kendi kişisel yaşamından yola çıktığını da söylemek mümkün. Zira Kundera da tıpkı Irena ve Josef gibi hemen aynı tarihlerde Çek topraklarını terk etmiş ve –Irena gibi- Fransa’ya yerleşmiştir. Her iki karakterin de hissettikleri, Kundera’nın içinden dökülmüş sözcüklerle karşılık bulur: Başkalarını ve kendini inandırmak istediği şeye bakılırsa, o ülkesini boyun eğmiş ve alçalmış olarak görmeye katlanamadığı için terk etmişti. “…bununla birlikte Çeklerin çoğu da kendilerini resmen onun gibi köleleştirilmiş ve alçalmış hissediyordu…”

BELLEK

Yabancılaşma, göç, yalnızlık, yurtsuzluk ve ait olamama gibi olguların yanında, Kundera’nın kitabının bir diğer tartışması da; bellek. Kundera, bu kitabında bu kavrama sık sık başvurur. Belleğin, yaşanan hayat zamanı ile zihinde stoklanan hayat zamanı arasındaki sayısal ilişkiden yola çıkarak anlaşılabileceğini söyleyen yazar, bu durumun insanın özüne ait olduğunu dile getirir. "Eğer biri, yaşadığı her şeyi belleğinde tutabilseydi, herhangi bir anda geçmişinden herhangi bir bölümü hatırlayabilseydi, insanla hiçbir ilgisi olmazdı; ne aşkları, ne dostlukları, ne öfkeleri, ne bağışlama ya da öç alma özellikleri bizimkilere benzerdi."

Soner Sert

Milan Kundera, Bilmemek, Çeviri: Aysel Bora

Gazete Duvar'dan Alıntılanmıştır

İzleyiciler