6 Nisan 2025 Pazar
Moesta Et Errabunda / Hüzün ve Serseri
5 Haziran 2023 Pazartesi
Serenat
30 Ocak 2023 Pazartesi
Şairinden meşhur şiirler!
Dünyanın
neresine giderseniz gidin, kime sorarsanız sorun herkes “Don Kişot”u bilir, ama dünyanın
neresine giderseniz gidin bütün zamanların bu en meşhur kitabının yazarını
sorun, “Cervantes” diyecek
kaç kişi çıkar bilemem.
Bazı romanlar yazarlarıyla değil isimleriyle bilinir
çünkü.
Bazı şiirler de öyle… Daha
meşhurdur o şiirler şairlerinden. O kadar meşhurdur ki, o şiiri yazmış olan
şairin adını pek az kişi merak eder.
“Makber” yazarından meşhurdur mesela. “Kaldırımlar” da,
“Yaş Otuz Beş” de, “Fahriye Abla” da, “Masa da Masaymış ha” da, “Otuz Üç
Kurşun” da, “Han Duvarları” da, "Monna Rosa" da…
Şiirlerinin kendilerinden meşhur
olması şairlerin pek hoşuna gitmez. Ve genellikle şairler, pek meşhur olmuş,
isimlerinin önüne geçmiş, şöhretinden rol çalmış şiirlerine üvey evlat
muamelesi yaparlar. “Dur hele
ne cezvelenip duruyorsun, seni yaratan benim, senden büyük ben varım,” der
o şiirlerinden başka şiirleri de olduğunu gururla söylerler… Bu yüzden bir
toplulukta o şiirin adını söyleyerek onu başkalarına tanıştıran dostlarına çok
kızarlar.
*
Ahmed Arif’in “Otuz Üç Kurşun” şiiri yazılmadan önce
meşhur olmuş bir şiirdir. Hikayesi
ibretlik bir hikayedir. Absürttür, komiktir, trajiktir... Sadece bizim
memlekette olur cinsinde bir hikaye... Şiir yayınlanmadan önce şairin başını
belaya sokmuş. Şair kafasında yazmış, kağıda geçirmemiş, onu birkaç arkadaşına
okumuş, tıpkı kutsal metinleri ezberleyip yaygınlaştıran “okuyucular” misali; bu
vesileyle şiir kısa sürede belli mahfillerde bilinmiş. Kim artık kaç mısraını
ezberlediyse birbirine okumaya başlamışlar.
Ahmed Arif, Van-İran sınırında
kaçakçılık yapan otuz üç köylünün kurşuna dizilmesi emrini verdiği için yıllar
sonra hakim karşısına çıkartılan General
Muğlalı’nın yargılanması sırasında yazar şiiri ancak
yayınlamaz. Güvendiği birkaç arkadaşına, dostuna okur o kadar. Kağıda geçirmez
onu, biliyor yazılı halini bulurlarsa vay haline! Öyle güvenmediklerine de pek
okumaz şiiri, yerin kulağı var her yerde, bunu da biliyor. Aldığı onca tedbire
rağmen polis, Ahmed Arif’in pek
yenilir yutulur olmayan, netameli bir şiiri olduğu haberini alır, “hele çekelim
bu herifi karakola” derler, bakalım şiir “yazmamak” neymiş görsün! Evini
basar polis, alıp götürürler. Suçu
büyüktür; şiir yazmak değil, şiir yazmamak… Ama polis bu
numaraları yutmaz. Basar sopayı, henüz yazmadığı şiiri yazdırmaya çalışır
şaire! Hikayenin devamını Refik
Durbaş’a anlatmıştı Ahmed
Arif, şöyle:
Karakolda
sabaha kadar döverler. ‘Oku’ derler şiiri, okumaz. Henüz hiçbir yerde şiirin
tek satırı çıkmış değil, polis nereden biliyor böyle bir şiirin varlığını? Oku derler, şairde Kürt inadı var okumaz, işkence
uzar, şairin ağzından tek mısra çıkmaz. Basarlar sopayı, falakaya yatırırlar,
okumaz. Onlar dövdükçe şair 'ölürüm de okumam' diye inat eder. Biliyor
şiir yoksa suç da yoktur. Sabaha kadar dayak atarlar, nafile...
Daha sonra Atatürk Spor Salonu olan
o zamanki stadyumun etrafındaki tellerin önüne getirirler, baygın haldeki şairi
o tellerden aşağı atarlar. Orada sabaha kadar öylece kalır. Sokak köpekleri
gelip gelip koklarlar. Ödü kopar, ölü sanıp yiyecekler diye. Sabah çöpçüler
bulur onu. Acıyıp oradan çıkarırlar. Bir taksiye bindirirler. Han gibi bir
yerde kalıyor, orada ev sahibi Mebus Hatçe çorba yapar ona, yaralarını sarar.
Ancak bir haftada kendine gelir. Bir hafta sonra sokağa çıkar. Bu hadiseyi çok
uzun süre kimseye anlatmaz şair, en yakın dostlarına bile.
*
Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” şiirinde
ise adam evinden içeri girer; “masaya
önce anahtarlarını koyar, bakır kâsede çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden
gelen ışığı, bisikletin, çıkrığın sesini, ekmeği, havanın yumuşaklığını,
aklında olup bitenleri, hayatta yapmak istediklerini, sevdiklerini,
sevmediklerini, üçü üçle çarparak bulduğu dokuzu, pencere yanındaki gökyüzünü,
sonsuzluğu, içmek istediği biranın köpüğünü” koyar. Şiir
şu dizelerle biter:
“Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.”
Bu şiir, 1954 yılında çıkan “Dirlik Düzenlik” kitabında
yer alır. Ve çok kısa sürede o kadar meşhur olur ki Edip Cansever’in adı bu
şiirle anılır. Bela olur başına, “hiç
kimseden çekmez bu şiirden çektiği kadar”. “Hayatım boyunca bu şiirden kurtulamadım gitti” der
bir yerde şiirinden yaka silkeleyerek. Şöyle anlatır derdini:
“1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün
bakıyorum da ‘Masa da Masaymış ha’ şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş
diyorum. Ayrıca bu şiirimden yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı
şiir, yabancı dillere şiir mı çeviriyorlar benden, ille ‘Masa’ şiiri de
olacak.”
*
Aynı dert Ahmet Muhip Dıranas’ın da başında
var. O da “Fahriye Abla” diye
bir şiir yazmış, Edip Cansever’in başına gelen onun da başına gelmiş. Varsa
yoksa “Fahriye Abla”… Bu
şiirin şarkısını, yıllar sonra filmini de yaptılar.
Cansever’le Dıranas dert ortağı,
benzer bir yaranın acısını çekiyorlar. Edip
Cansever, Dıranas’la bir yerlerde karşılaşır:
“Bir gün Ankara’da Ahmet Muhip Dıranas’ın da bulunduğu
bir masadayız. Bir ara Dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. ‘Üstat, ben o
şiirden bıktım’ dedim, ‘benim başka şiirlerim de var.’ Dıranas gülümseyerek,
‘Eh ben de Fahriye Abla’dan bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri
vardır’ dedi.”
İlhan Berk’e göre Ahmet Muhip
Dıranas “Fahriye Abla”nın
bu kadar tutulacağını, sevileceğini, bu kadar meşhur olacağını düşünmemiş. İlk
defa şiir 1935 yılında Varlık Derisinde yayınlanmış. Bir anda şiirin ünü şairin
önüne geçince onu kitabına almış. Şiir almış başını gitmiş, kimse yazarını
sormuyor, herkes Fahriye Abla’nın peşinde…
Ahmet Muhip Dıranas 1980 yılında
öldü. Ölümünün 25. yılında, yani 2005 yılında Fahriye Abla hâlâ yakasını
bırakmamıştı şairin. O sene Milli Kütüphanede düzenlenen bir anma toplantısında
Dıranas’ın eşi Münire Dıranas da kocasını anlatır, söz yine Fahriye Abla’ya
gelir. Kadın Fahriye Abla’dan hâlâ mustariptir. Kocası ölmüş ona Fahriye Abla
tartışmasını miras bırakmıştı. O toplantıda Münire Hanım, rahmetli kocası ile “Fahriye Abla” nam kadın
arasında bir şey geçmediğini, dolayısıyla onu hiçbir zaman kıskanmadığını
ispatlamak için, “Fahriye
Abla, eşimin annesinin bir arkadaşıydı, o şiiri yazdığında ben daha
doğmamıştım, evlendiğimizde o kadın 70 yaşındaydı, ben Fahriye Abla’yı hiç
kıskanmadım,” der.
*
Bütün büyük şairlerin derdi budur
işte. Liselerin edebiyat derslerinin de sevimsiz, sıkıcı olmalarının sebebi de…
İlle de şair bu şiirinde ne demek istiyor, şiirde bir isim geçiyorsa, o isim
hayali bile olsa onun kimliğinin peşine düşüyor millet. Birçok edebiyat öğretmeni talebelerine “bu şiiri
düz yazıya çevirin” ödevleri verir, talebelerinin derste yaptığı çoğu şiir
çözümlemesini beğenmez, “şair burada yaşadığı yeri bir çöle benzetiyor” diyerek
hem şiirin canına okur hem de talebelerin edebiyat dersinden nefret etmelerine
sebep olurlar.
Çoğu zaman tarihi romanlara nasıl gerçek tarihi vesika
muamelesi yapılıyorsa, aynı şekilde şiirde de hayatın gerçeği aranır beyhude
bir çabayla.
Oysa dünyanın tuhaf yaratıklarıdır
şairler. Sanatları buna müsaittir. Öyle şeyler yazarlar ki, biz okurların
aklına, onların aklına gelmemiş olan tuhaf şeyleri sokarlar.
Bu yüzden “Fahriye Abla” şiirini çözümleyen şiir bilen
çoğu kişi o şiirde; şairin mahallesinde Müjde Ar’ın gençliğine benzer,
dudağının kenarından şehvet akan şuh edalı, yaşamış, işveli gerçek bir Fahriye
Abla aramazlar. Bunlara
göre Dıranas’ın bu şiiri bir “büyüme şiiri”dir. Her kıtada şair çocukluktan
ihtiyarlığa giden bir aks üzerinde, hayatın resmini çizer.
Bu fikirde olanlar belki de
yanılıyor, bu satırları Dıranas okusaydı eğer, “Ne
diyorsun sen, ben gençken hülyasıyla nice fanteziler kurduğum bizim mahallede
tanıdığım bir kadından bahsediyorum, nereden çıktı bu derin mana?” da
diyebilirdi, kim bilir.
Şiir
bu; hem yazarına hem okuruna pabucu ters giydirir.
*
Gelelim, Necip Fazıl’ın “miladı” olan şiiri “Kaldırımlar”a… Kimisinin o tek
şiirin üstadı büyük şair yaptığını, sonrasında bir şey yazmasaydı da hep büyük
kalırdı dediği, kimisinin de şairin sanatını “Kaldırımlar’dan
Önce (KÖ) ve Kaldırımlardan Sonra (KS)” diye ikiye
ayırdığı o anıtsal şiire…
Hatıratı “Babıali”de bu şiirin de
kaynaklarını açıklar. Cumhuriyet’ten sonra yurt dışına okumak üzere devletin
burslu gönderdiği öğrenci kafilesinin arasında Necip Fazıl da var. Orada
karşılaştığı Türklerin sabahtan akşama kadar kahvelerde pineklemelerini görünce
şunları yazar:
“Korkunç! Başları üzerinde en renkli ve mânalı Batı
şehirlerinden birinin kapkara çatıları ve esrarlı bacaları yükselirken, bunlar,
her meseleye uzak, bu kahvehanede sıkışıp kalmışlar.”
Fakat kısa bir süre sonra genç
Necip Fazıl da okulu mokulu boş verir, onlar gibi kumar masalarına dadanır.
Yukarıya aldığım serzenişi, “Kaldırımlar” şiirine
şu dizeyle geçer:
“Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.”
Kumar hayatını kuşatır şairin. Her
şeyi boş verir. Bu durumu Ankara’dakiler de haber alır. Bir müfettiş gelir,
eline son aylığını ve dönüş parasını tutuşturur, o parayı da kumara kaptırır ve
Paris’te cıscıbıldak, çaresiz kalır. Hatıratında şunları yazar:
“Pırıl pırıl cadde, Paris kaynıyor... O, Genç Şair, şehrin kapkara
çatıları, esrarlı bacaları ve her an göz kırpan ışıkları ortasında, kaybolmuş
bir çocuk gibi kimsesiz ve on parasız... Ve ‘Işık Beldesi' diye anılan
Paris'te, hiçbir yerden hiçbir ümit kıvılcımı göstermez bir karanlıkta...
Gözleri kaldırımlarda, ‘Kaldırımlar’ şiirini içinde
biriktire biriktire saatlerce, yayan, oteline gitti.”
O sırada bir şeyler “arar” şair.
Kumar bu “arayışın” aracıdır derler. Oturur “Kaldırımlar”ı yazar. Şiir “Hayat”
dergisinin 19 Nisan 1928 tarihli sayısında yayınlanır.
Şiir coşkuyla karşılanır. Nurullah
Ataç onu yere göğe koymaz. Mustafa Şekip Tunç, “Yalnız
bu büyük şiir bir sanatkara yeter” diye yazar. Peyami
Safa, başka eleştirmenler de övgü yarışına girerler. Hatta Ahmet Haşim’in şairi
bir kenara çekerek “bu sesi
nereden buldun be çocuk” dediği bile rivayet edilir.
Ama Necip Fazıl memnun değil, mustariptir, ona göre
şiiri yanlış anlaşılmış, o yirminci yüzyılda bunalım içinde debelenen “çilekeş
bir entelektüelin” dramını yazmış, şiiri okuyanlar ise ondan “geceleri
kaldırımlarda yatan evsiz barksız bir insanın dramını” anlattığı sanmışlar.
“Babıali” kitabında
anlatır şair. Necip Fazıl daha sonra adını “Çile” olarak
değiştirdiği “Senfoni” şiirini
yeni yayınlamış. Çok güveniyor bu büyük şiirine. Hiç olmasa “Kaldırımlar”ın biraz etkisini
siler, onun büyüklüğünü bir kez daha ortaya serer diye önüne gelene yeni şiiri
hakkındaki fikrini sorar. Fikrini sorduğu şairlerden birisi de Cahit Sıtkı’dır.
Şöyle aktarır aralarında geçen konuşmayı:
“Nasıl buluyorsun, Cahit, 'Senfoni'yi?..
“Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem... Meselâ
Kaldırımlar ayarında değil..
“His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay
anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum!”
*
Hadi gelin yazının burasında şiiri okuyan ile yazanın
şiirden ne anladığı üzerine, Memet
Fuat’ın yaptığı bir deneyi, Turgut
Uyar’ın nakletmesiyle aktaralım. Memet
Fuat bu deneyi, o zamanların genç şairi Kemal Özer’in “Ağıt” şiiri üzerine yapmış.
Önce şiiri okuyalım:
“annem
mi bir kadın
geciken
bir kadın gece yatısına
ölüm
kendini göstereli babamın saçlarından
günübirlik
bir kadın
üsküdar'la
istanbul arasında
babamdı
sakalıydı babamın
bir
akşam göle batırdı
çıkmamak
üzere bir daha
hepsi
de ekmek kokardı
sayısı
unutulan parmaklarının
akşam
bir attır bütün ülkelerde
serin
esmer bir attır
terkisine
çocukların bindiği
Turgut
Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat Varlık Dergisi’nin 15 Nisan 1959 günü
yayınlanan “Şair-Şiir-Okuyucu” başlıklı
yazısına şöyle başlar:
“Şiir eleştirisi yapan kimseler, daha çok, şiirle şair
arasındaki bağlar üzerinde dururlar. Ne demek istemiş? Ne demiş? Nasıl demiş?
Şiirleştirme yöntemlerinden nasıl yararlanmış gibi sorular sorulur.”
Memet Fuat’a göre, kapalı,
anlaşılması güç şiir çeşitli anlamlara gelebilir. Onu okuyan birisi, şairin
aklından bile geçirmediği anlamlar çıkarabilir.
Memet Fuat, Kemal Özer’e bir mektup
yazar. “Gül Yordamı” kitabındaki,
yukarıya aldığım “Ağıt” şiirini
anlam bakımından açıklamasını ister. Kemal Özer de kendi şiirinden ne
anladığını açıklar. Mehmet Fuat, Kemal Özer’in gönderdiği açıklamayı kendi
anladığı açıklamayı karşılaştırır ve söz konusu yazısında birbirini tutmayan ve
tutmayışın sebeplerini araştırır, yazar.
İlginç sonuçlara ulaşır. Kemal Özer bu şiirinde, “çocuğunu her gün evinde yalnız bırakarak,
akşamlara kadar ölmüş kocasının, yani çocuğun babasının mezarında oturan bir
kadını” anlatmış. Oysa Memet
Fuat şiirden bunu anlamamış, ona göre, “Kocasının ölümü yahut çalışamayacak
kertede hasta olması üzerine geçimini sağlamak üzere, sabahtan akşama kadar
çocuğunu yalnız bırakmak zorunda kalan bir kadını” anlattığını düşünmüş.
Memet
Fuat yazısında bunun nedenlerini yazıyor sonra. “Üsküdar” deyince
Kemal Özer’in aklına “mezarlık”, Memet
Fuat’ın aklına ise “çalışmak
zorunda olan yoksul insanlar”gelmiş. Gerçeklik, düş bahsinde
anlaşamıyorlar. Turgut Uyar’ın aktardığına göre, Memet Fuat, “Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayan
bir kadının çocuğunu her gün evde böyle bırakacağını aklım almaz benim,” diyor
yazısında.
*
Şiirin anlamını çözmeye kalkışmak
beyhude bir çabadır. Şairin anlatmak istediği ile okurun anladığı çoğu zaman
birbirini tutmaz. Şairlere sorsan, onların açıklamaları çoğu zaman okurda hayal
kırıklığı yaratabilir. Turgut Uyar’ın aktardığına göre Sokrates savunmasında şöyle
diyor: “Kendi yazdıkları
parçalardan en güzellerini seçerek, ne demek istediklerini şairlere sordum.
Çoğunun söyledikleri, orada bulunan herhangi bir kimsenin söyleyeceğinden
farklı değildi.”
Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlatmak
istediğim şeyi André
Gide'in anlattığı gibi anlatamam:
"Şair olmak için insanın kendi dehâsına inanması;
sanatçı olabilmek için de dehâdan şüphe etmesi gerekir. Gerçekten kudretli
adam, birinin, öbürünü arttırdığı insandır."
Muhsin Kızılkaya
(22.01.2023, habertürk.com web sayfasından alınmıştır.)
28 Ekim 2018 Pazar
Rüzgâr
Nasıl koyup gitmeli bu denizi, bu kırları?
Uğulda, uğulda, uğulda sonbahar rüzgârı,
Bir dal kırabilir misin bakalım, gönlümüzde?
Bu şarkılar, bu hâlis sözler varken, dilimizde.
8 Ocak 2011 Cumartesi
Kar
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu'dan
Sesin nerde kaldı? kar içindesin!
Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram...
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır - tek, tenha - bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın
Ahmet Muhip Dıranas