Yaşar Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşar Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2025 Perşembe

Akrep

"2.Mahkum: … Askerler hükümet oldu. Adettir askerden hükümet olursa arkasından af gelir derler. Mahkum da paşalar bir af çıkarır diye umutlandı. Ama boşuna. Adamlar cezaevlerini boşaltacakları yerde, ha babam dolduruyorlar. Cezaevlerinde yer kalmadı neredeyse. Bir yatakta üç kişi, beş kişi yatıyor. Dışarıda adam bırakmadılar neredeyse. Geçenlerde gariban bir balıkçıyı getirdiler, adamın kendine hayrı yok. Denizde kısmeti kötü gitmiş… Sağa sola, kaderine, kısmetine falan sövmüş. Bu arada paşalara sövmeyi de ihmal etmemiş… Aradan bir hafta geçtikten sonra yanındaki balıkçı arkadaşıyla arası bozulmuş. Adam gitmiş bir hafta sora, garibanı paşalara sövdü diye ispiyon etmiş. Adamı iyi bir dayaktan geçirdikten sonra derhal tevkif kesmişler. İçeride de her vardiya değiştiğinde, yeni vardiya adamı bir posta sopalıyordu. Anlayacağın dayak, hakaret gırla gidiyor"

Eşber Yağmurdereli, Akrep, 1997 (ilk Baskı) / Kibele Yayınları, 01.01.2016

Oyun, 1999 yılında, yönetmenliğini Rutkay Aziz'in yaptığı Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları tarafından sahnelenmiştir. (https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/akrep) 

Youtube üzerinden izleme linki: 

"Yağmurdereli’nin 'Akrep' oyununu okuduktan sonra, her idamın cinayet olduğuna bir daha inandım. İdamların insanlık için ne büyük çöküntülere sebep olduğunu burada sayıp dökmeyeceğim, idama karşı olanların, idama karşı savaşmayanların, kim olursa olsunlar, yürekleri kabuk bağlamıştır. İşte bu oyunu seyredenler yürekleri ne kadar çabuk kabuk bağlamış olursa olsunlar, insanlığın bu en korkunç uygulamasına karşı koyacaklardır. Yağmurdereli’nin belki de ilk oyunudur bu. Yazar, bu oyununda konuya uygun, usta bir biçim yaratmıştır. Yağmurdereli’nin dili, biçiminden de ilerde erişilmesi güç, güzel bir Türkçedir. Bir başeser olan oyun yalnız Türkiye’de değil, dünyada oynandığı her yerde gücünce karşılanacak, insanlığın en utanılacak yarası olan idama karşı insanları harekete geçirecek, en azından kabuk bağlamış yürekleri sağaltacaktır."

Yaşar Kemal



14 Mart 2025 Cuma

Ağrı Dağı Efsanesi

    (...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu. 
    Cellatlar zindana vardılar, Memoya: 
    "Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
    Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç: 
    "Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
    Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı: 
    "Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum." 
    Paşa:
    "Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun." 
    Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi. 
    "Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun." 
    Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu. 
    Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü. 
    Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72




15 Şubat 2025 Cumartesi

"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler."

"Kalktık Horasandan sökün eyledik. Parlar omuzumuzda uzun şelfeler. Kurt sürüleri gibi dağıldık dünyaya, yayıldık mağrıptan maşrıka dek. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımızı Sind suyuna, Nil suyuna sürdük. Memleketler, kaleler, şehirler aldık, devletler kurduk. Harran ovasına, Mezopotamyaya, Arabistan çölüne, Anadoluya, Kafkas dağlarına, geniş Rus bozkırlarına, on bin, yüz bin kara çadırla kartallar gibi indik. Uzun, yedi direkli, keçi kılından kara çadırlarımız... Her birinin içi insan hünerinin en büyük, en güzel, en ince renkleri, nakışlarıyla işlenmişti. Ya şelfelerimiz, ya kılıçlarımız, hançerlerimiz, fildişi sapları altın işleme tüfeklerimiz, dibeklerimiz, hırızma, gerdanlık, tepeliklerimiz, kilim, keçe, çullarımız... Harran ovasında binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük. Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük... Ulu denizlerden ulu denizlere dalgalarca çalkalandık. O kıyıdan bu kıyıya vurduk. Kaleler, şehirler, memleketler, ırklar, soylar karşımızda boyun eğdi. Tutsak kıldık bir çağı. Çok şey yaptık insanoğluna. Ama onları hiçbir zaman aşağılamadık, insanları aşağılamak geleneğimizde yoktu. Yoksula, yetime, düşmüşe, kadına, hangi soydan, hangi dinden, hangi ülkeden olursa olsun dokunmadık, saygıda kusur etmedik. Dost olsun, düşman olsun onları bizim düşkünümüzden, yaşlımızdan, çocuğumuzdan, kadınımızdan ayırt etmedik. Elaman demişin kılına dokunmadık. Kalın, işlemeli, türlü damgalı yurtlar yaptık keçelerden, sıcak sağlam. Hiçbir saray böylesine, bu yurtlar gibi görkemli olamazdı. Dünyanın üstünde konduk kalktık, özgür, tutsak, yenilmiş, yenmiş... Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu. Ulu dağlara, sulara, topraklara, ovalara, ülkelere ad verip, damgamızı bastık. Anadoluda karşımıza çıktı Kayseri dağı, Ağrı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo dağı... Vardık Anadoluda da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan suyu... Anadolu ovası, Tuz gölü, kehribar sarısı üzümleriyle Ege ovaları... Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolunun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta, soyumuz boy versin diye... Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere... Anadolunun taşıyla toprağıyla akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık. Etle kemik gibi... Yağmurla toprak gibi... Her bölüğümüz bir ilde, bir ülkede, bir toprak parçasında kaldı... Çadırımızın her bir parçası bir yerde unutuldu, bir toprakta çürüdü. Gür, sonsuz, ulu, kaynayan bir su gibi bir kökten çıktık. Göz göz olduk... Dağıldık, ufaldık, azala azala tükendik, bittik. Artık türkülerimiz belki de hiç söylenmeyecek, semahlarımız dönülmeyecek, dostlar, canlar, erenler bir yürek olamayacak. Ay gün bizim baktığımız gibi doğmayacak batmayacak. Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boyunlu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek, namımız insan soylanınca söylenmeyecek. Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik... Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık. Geldik Anadoluda da karşımıza çıktı Kayseri dağı. Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış. Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız... Harran ovasında, Mezopotamyada yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız. Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece, kırk gün, kırk gece..."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.263-264


9 Şubat 2025 Pazar

"Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı."

    Yalnızağaçtan ta Anavarzaya kadar çeltik tarlaları. Çeltikler sarı başaklarını dolu, verimli saçaklamışlar. Irgatlar bellerine kadar çemrek, tarlaların ortasında, binlerce. Kimi çeltik biçiyor, kimi biçilenleri sırtlanarak harman yerine götürüyor.
Irgatlar çamura batmış bir karınca katarı gibi harman yerinden tarlaya, tarladan harman yerine çekiliyorlar. Tarlalarda traktörler, batoslar. Batoslar bir yandan tane, bir yandan sap kusuyorlar. Kerem önce merakla bu tarlaları dolaştı. Bir kedi merakıyla batosu, traktörü, kamyonları, harmanı, ırgatları yokladı. Öğle oldu, sıcak kızdırdı. Sonra Kerem acıktı. Bir arkın göleğinde, göleği çepeçevre sarmış salkımsöğütlerin altında çocuklar oynuyorlardı. Kerem güvenli bir içgüdüyle
çocukların yanına gitti.

    Karakol köyün dışında tek başına kalmış yayvan, han gibi bir toprak damdır. Önünde, içinde yalnız kadife çiçekleri dikili, o da toz içinde kalıp yarı yarıya kurumuş bir bahçesi vardır. Bayrak gönderinde iyice solup bozarmış, ayı yıldızı belirsizleşmiş bir bayrak dalgalanıp durur. Anayol köyle karakol arasından geçer. Yol, karakola elli adımdır. Yolun kıyısında tek tük cilpirti çalıları nasılsa kalmıştır. Cilpirti çalısı topluluklarını böğürtlenler, yabanıl otlar sarmıştır. 
    Yağmur yağıyordu. Kerem cilpirti çalısının içine sinmiş, gözlerini de karakolun kapısına dikmişti. En küçük bir devinimi kaçırmıyordu. Karnı da çok açtı. Karakola elleri biribirine kelepçelenmiş bir delikanlıyla bir kız getirdiler. Kızın yüzü ıpıslaktı.
Saçları darmadağın biribirine dolanmıştı. Delikanlı candarmaların önünde başı yerde karakola girdi. Az sonra karakoldan kızın bitip tükenmeyen çığlığı duyuldu. Kerem ürktü. Buradan kaçıp gitmeyi birden istedi. Ama şahin... Şahini gönlünde bir havalandı, geri Çukurovanın düzüne indi. Anavarza kayalıkları gün ışığı altında sırça saraylar gibi ışıldadı. Kerem öyle gördü. Çok yılan varmış şu Anavarza kayalığında da, diye düşündü. Yılanların başı orada yaşarmış. Yılanların başı  üstüne bir hikâye anımsamaya çalıştı ama olmadı. Bölük pörçük bir şeyler geçti
gözlerinin önünden ama, birden silindi. Candarmalar yaşlı, erkeği çok şişman, kadını çok uzun, zayıf, savanlara sarınmış iki insanı yüzlerine tükürerek dama soktular.
    Keremin birden gözleri acıdı, boğazı kurudu:
    "Aaah, dedem," diye inledi. "Aaah, soylu dedem, kim bilir neredesin şimdi. Ya kara toprağın altında, ya da hastasın. Ya da bu alçak Çukurovalı yatırmıştır seni sopanın altına dövüyordur."
    Dedem ağlamaz. Hiç mi hiç ağlamaz. Onun gözünden yaş geldiğini kimsecikler yüz yıldır görmemiştir. Dedem, Haydar Usta, ulu Haydar Ustanın torunu... Keşki benim adımı da Haydar koysalardı. Ulu Haydar Usta, dedemin dedesi ta Horasandan gelmiş. Avşarlının koca Beyi, üç tuğlu vezir dedemin kapısında bir kılıç almak için tam bir yıl beklemiş. Büyük Haydar Ustanın kılıcını kullanırlarmış şahlar, padişahlar. Yaaa, işte öyle.
    "Şimdi de benim dedemi karakollara sokup iyice döverler. Kan işetirler. Ama dedem sağlamdır. Horasan toprağıdır, ölmez."
    Demirciler Ocağı bizim ocağımız. Bu ocağa gelip de eşiğine yüz sürene kurşun geçmez, kılıç işlemez. Olur mu? Olur ya, Allah böyle yapmış. Beyler, padişahlar, yiğitler, paşalar, şahlar gelmiş eşiğimize yüz sürmüş. Her gelen, eşiğe yüz sürmeye her gelen kişi, bize, eşiğimize yeşil gözlü, yaaa, yemyeşil, zümrüdü
yeşil gözlü, boynu uzun, kulakları kalem, soylu Arap atlar getirirmiş. Atın en soylusu yeşil gözlü olur. Yeşil gözlü at bulunmaz. Bulunursa şahin gibi olur. Öyle uçar. Çadırımızın kapısında don don bir at yılkısı... Dedem her gün birisine biner.

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.133-134


29 Aralık 2024 Pazar

"Horasandan bu yana..."

"Göç Ceyhan köprüsünü geçtiğinde gün kuşluktu. Hemite köyünün üstüne boz bir duman çökmüştü. Hemite dağı kayalık, mosmor, kıraç, ot bitmez, keskin, hüzünlü, karanlık ovanın üstüne binmiş yükseliyordu, bir top. Kayalar bir kopkoyu morarıyor, bir mavi mavi tütüyor, bir ortadan siliniyordu,boz duman. Göç Sakarcalığın top, karanlık dutlarının aşağısına vardı durdu. Çocukların bir kısmı, analarının sırtında, daha büyücekleri develerin, eşeklerin üstünde. Develer gene her zamanki gibi nakışlı kilimlerle, mavi boncuklarla, ak deve boncuklarıyla, binbir çeşit, ebemkuşağı gibi kolanlarla donatılmıştı. Göçün her şeyi, hiçbir şey olmamış, sanki bir yangından kaçıp kurtulmamışlar gibi düpdüzgündü. Develerin, erkeçlerin boğazlarındaki çanlar ağırdan ötüyordu. Bir anda sabahın alacakaranlığında, yangın hüyüğü sarmışken, böylesine düzgün bir göç yapmak, yüzlerce yılın alışkanlığıydı. Horasandan bu yana bu göç her gün çözülür yeniden bağlanırdı."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.115

26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

4 Mart 2023 Cumartesi

Yaşar Kemal: Bir büyücü

 
Gözümün önünde değil, gönlümün içinde yüzlerce Yaşar Kemal “fotoğrafı” var... İçlerinden birkaç “sahne” paylaşayım dedim...

Yıl, 1974… Yaşar Kemal, Elia Kazan ve ben bir yolculuğa çıktık... İstanbul’dan başlayıp otomobille, Truva, Bergama, İzmir... “Amerika Amerika” filminin yasaklanması nedeniyle Elia Kazan’ın Türkiye’ye gelmeye korktuğu, daha doğrusu gizli geldiği günlerdi. Yol boyunca Yaşar Kemal bize Homeros’u İlyada’yı anlatıyor. Anlatıyor mu dedim? Anlatmıyor, yaşıyordu...

Bergama’da dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. Bir taşa tüneyip dinlenirken onlar hoplaya zıplaya uzaklaştılar. Bir ara yanıma bir delikanlı geldi. Bütün gün her taşa, her sütuna eğilerek geziyi sürdüren Elia Kazan’la Yaşar Kemal’i göstererek “Kim bunlar” diye sordu. Ben de ona, neden sordun ki, dedim.

Çocuk, “Deminden beri onları izledim. Biri Türkçe konuşuyor, öteki İngilizce ama bir anlaşıyorlar, bir anlaşıyorlar; ben bu işten bir şey anlamadım” dedi.

“Biri İngilizce öğretmenim, (gizli geldi ya, öyle diyorduk) öteki Yaşar Kemal” deyince çocuğun yüzü aydınlandı ve şöyle dedi: 

“Ha o zaman anlaşıldı. Yaşar Kemal Toroslar’da ağaçlarla, sularla, dallarla, çiçekler, böcekler, arılarla bile konuşur anlaşırmış. Bu İngilizle mi anlaşamayacak!”

                                                    ***

Yıl 1980, aylardan temmuz... Fransa’nın güneyinde Avignon Tiyatro Festivali’ndeyim.

Yaşar Kemal de Mehmet Ulusoy’un sahnelediği oyunu görmeye gelmiş. Tiyatrolardan ve kahvelerden çıkmıyoruz. Yaşar Kemal bizi çevresine topluyor, anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor...

Yaşar Kemal oyunu gördü ve gitti. O gittikten sonra Fransız arkadaşlarım, tepkilerini sıralamaya başladılar: Biri, “Çok alçakgönüllü” dedi. Öteki, “Bu kadar büyük bir romancı, nasıl bunca sıradan bir insan gibi dolaşabilir” dedi. Normaldir, Çukurovalıdır demedim... Anlamazlar diye... İçlerinden birinin söylediğini hiç unutmadım:

“Ben yıllarca Türklerden nefret ederek büyüdüm. Kin ve öfke duydum Türkiye’ye ve insanlarına” diye başladı... Arkadaşım Ermeniydi.

“Öyle büyütülmüş, öyle koşullandırılmıştım… Sonra günün birinde Yaşar Kemal’in kitaplarını okumaya başladım. Çok etkilendim. Yaşar Kemal’i okudukça kin, öfke ve nefretin yerini sevgi aldı.”

Sonra bir şey daha söyledi: Ailede ona, Yaşar Kemal’e, “Büyücü” adını takmışlar... Nefreti sevgiye dönüştürebildiği için büyücü...

                                                    ***

2007 yılı. Sonbahar. İtalya’nın ünlü La Scala Operası’nda Yaşar Kemal’in 1953’te yazdığı “Teneke” operasının prömiyeri var. Milan’dayım.
Eseri besteleyen Fabio Vacchi... Sahneye koyan sinema dünyasının efsanevi yönetmeni Ermanno Olmi ... Sahne ve kostüm tasarımını yapan ünlü heykeltıraş Arnaldo Pomodoro… Benim “devlerin buluşması” diye nitelediğim muhteşem bir yaratıcı ekip!

Görkemli opera salonu ağzına dek doluydu. Şeref locasında ev sahibi rolünde kraliçe edasıyla oturan Leyla Gencer’in yanında Yaşar Kemal, kocaman bir çocuktan farksızdı... Heyecanını gizlemeye çalışan kocaman bir çocuk…

Opera sona erip, millet ayağa fırlayıp alkışladığında, tüm kadroyla birlikte Yaşar Kemal de sahnedeydi… Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Durdu durdu, herkesle birlikte birkaç kez selam verdi, sonra… Sonra bir anda döndü, hemen yanı başında duran Arnaldo Pomodora’yı kucaklayıverdi. Ama ne kucaklayış! Sıcaklığı, tüm operayı sardı! Adamın ayakları yerden kesildi; Yaşar’ın kollarında kayboluverdi! Sanki, “Sen misin Anadolu’yu sahneye taşıyan, işte Anadolu kucaklaşması” der gibiydi...

Bu sahneyi benim gibi gözyaşlarıyla izleyen bir İtalyan arkadaşım, sonradan şöyle diyecekti: “O kucaklaşma anı, tıpkı romanları gibiydi. Öylesine sahici...”

İşte size, “Benim Yaşar Kemal”imden birkaç “fotoğraf”...

Söylemek istediğim şu:

Çukurova’yı anlatırken, tüm dünyayı anlatan…

Bir insandan yola çıkıp tüm insanlığa işaret eden…

Tarihi, coğrafyayı, doğayı ve toplumu, mitler, efsaneler, türküler, düşler ve gerçeklerle yoğururken bir bilim adamı titizliği güden…

Türkçeyi kanatlandıran, Türkçeye ışık katan…

Toplumun düşleriyle, romancının yaratıcılığını bütünlerken, Gılgamış’a, Homeros’a uzanan, Faulkner, Çehov, Chaplin’den geçerek, daha güzel, daha iyi, daha mutlu bir gelecek için hepimizi kışkırtan…

Her kitabı bir çığlık, her çığlığı da şiddeti kovan, dostluğa, barışmaya, kucaklaşmaya bir çağrı olan...

Sonsuz çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve sahici olan Yaşar Kemal bir bütündür.  

Zeynep Oral, 23 Ocak 2015
https://www.cumhuriyet.com.tr/

 

28 Şubat 2023 Salı

"İnsanın içindeki adalet duygusunu köreltirsek, insanın insana saygısı kalmaz. İnsanın insana itimadı, hürmeti kalmayınca da bir yerde insanlık çok şey kaybeder, hayat çirkinleşir." 

Yaşar Kemal, İnce Memed

9 Kasım 2013 Cumartesi

"O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler gittiler."


"Urfa'da yaşlı bir adam bana bir fıkra anlattı. Bir adam Urfa'ya gelmiş bilmem kaç yıl önce, 20 yaşında bir delikanlı, hayran kalmış Urfa'ya; herkes evine çağırıyor, herkes selam veriyor, herkes kardeş gibi davranıyor, inanılmaz bir güzellik. Sonra bu adamı Urfa'nın ahırlarına götürmüşler. Dünyanın en güzel atları tabi. Urfa tarihte
n bu yana çok ünlüdür atlarıyla. Asurlular devrinde her yıl Asurlulara 360 tane at verirmiş Çukurova. Adam bir ay kaldıktan sonra memleketine dönmüş, sonra 90 yaşına gelmiş, yahu şu dünyada zaten ölüp gideceğiz, ağzımın tadıyla ayrılayım şu dünyadan demiş, yeniden gitmiş bakmış ki selam verse kimse yüzüne bakmıyor. Yıkılmış, bir de atlara bakayım demiş. Bir sürü at, derisi kemiğine yapışmış, dağlarda yayılıyor. Şaşırmış kalmış adam, keşke gelmeseydim buraya demiş. Bir hanın önünden geçerken yaşlı bir adam uyukluyormuş, ağzına, yüzüne sinekler dolmuş. Uyandırmış, hele kalk, yahu, demiş, burada bir zaman çok iyi insanlar, çok güzel atlar vardı, ne oldu ? demiş. Yanıtlamış karşısındaki: - O iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler gittiler.- "

Yaşar Kemal

İzleyiciler