Ahmet Erhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Erhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2024 Perşembe

Mohi...

                                                            Hüseyin Alemdar'a

Mohikanlar gibi kaldık şu ekmeksiz dünyada
Bugün içimden herkesle barışmak geçiyor
Alnımın silgisini kalbimde sınamak
Çemişkezek'te golf oynamak
Süphan’dan Ağrı’ya kadar yuvarlanmak
En çirkin sevgilime güzel bir şiir yazmak geçiyor

Üç beş adam... kaç kişi eder
Bu resimde hiçbirinin iki yakası biraraya gelmiyor
Mızıkçılık yapsam arkadaşım ağlar
Islık çalsam kızar annem- 'şeytan azar!'
Bütün şeytanlarımı ıslığımla boğsam
Torbamdaki o resmi
çalkalayıp çalkalayıp yeniden bassam
Belki kalbim iyi bir yerlere denk düşer

Mohi
Kan

(Mohi diye bir at var bugünkü yarışlarda
Gelmez  biliyorum, yine de oynasam...)

Kanı eksik bir Mohi gibi kaldım şu damarsız dünyada...

Barışımı erteledim!

Ahmet Erhan (1958 - 2013), Burada Gömülüdür 2, S.235 


24 Şubat 2023 Cuma

Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj


Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj: "Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun." 

1998 yılında ilk albümünün yakaladığı başarıdan sonra Teoman üretimlerine tam gaz devam ederken, şair Ahmet Erhan’ın dizelerine rastlar. Üzerinde iki yıl çalışarak unutulmaz bir şarkı haline getireceği “Oğul”un dizeleridir bunlar. 

Teoman bu şarkısının hikâyesini şöyle anlatır.

 “Yıllar önce Express dergisinde; Haydar Ergülen kimi zaman şiiri odak alan, kimi zaman da bir temayı şiirle bezeyen çok güzel yazılar yazardı. Onlardan birinde rastlamıştım ‘Oğul’ şiirine Ahmet Erhan’ın. Şiire vuruldum ve sonrasında 1996 senesinin kışını ‘Oğul’ ile geçirdim. Türlü çilelerle telefonunu buldum ve heyecanla aradım Ahmet Erhan’ı, bestelediğim şiirini kaydederken izin istemek için. ‘Senindir şiirim’ dedi ve bir şeycik istedi sadece:

‘Albümünde şarkı sözü değil şiir yaz ‘Oğul’ için, eğer adımı yazacaksan.’”

Ahmet Erhan Röportajı: (Radikal, Mayıs 2007)

"anne ben geldim, ağdaki balık

bardaktaki su kadar umarsızım
dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
anne ben geldim, oğlun, hayırsızın...."

Röportaj Teoman'ın anlatımıyla başlıyor:

"Geçen 10 yıl boyunca hiç yüz yüze gelmedik, birkaç kez telefonla konuştuk.

Bu röportaj teklifi geldiğinde de, benim adımı söylemiş, konuşmak istediği kişi olarak... Ne güzel bir şey benim için!

Şiirlerinden çıkardığım ya da onunla ilgili bilmeden hayal ettiğim şeylerden sorular yaptım, annesini, babasını, incir ağaçlarını, galatasaray’ı ve arkadaş ölümlerini” sordum ona.

Bir de “yaprakların birer namlu olup içlerinden çıkan kurşunlarla birkaç saniye içinde ölmüş olan insanları” ya da “düşen gövdenin elinden dışarı fırlamış kese kağıtlarından yere saçılmış portakalları, okunmaktan çıktığı gün eskimiş kıvrık bir gazetenin üstüne damlayan kanları.”

Ahmet Erhan; ben daha fazla aranıza girmeden, sizlerle..."

Ahmet Erhan:

“12 eylül şairi” dediler bana. Oysaki, o şiirlerin hepsi darbeden önce yazılmış şiirlerdi ve içeriden bir eleştiriydi. Sonuçta solcular da sevmedi beni, sağcılar da ama sevenler de sevdi. Açıkçası o kitaba bakınca ona uzakmışım gibi, şu an bana çok acemice geliyor ilk kitabım. 16-17 yaşında yazdım ben o şiirleri. Ama alçakgönüllülük de etmeyeyim, kuşağım o kitabın bir öncü olduğunu kabul eder, ki benim kuşağım en vefalı kuşaktır."

kuşağım, acılı kuşağım

acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak
kimselere nasip olmadı.

"Zaten Haydar (Ergülen) veya sayamayacağım kadar şairle hiçbir zaman, hiçbir sorunum olmamıştır benim şiirsel anlamda. Ama şu anda “edebiyatçılar derneği” başkanı olan kişi o yıllarda neredeyse sadece küfür diyebileceğim şeyler yazdı kitabım hakkında. Halbuki evi gibi bir şeydir insanın yarattıkları, söyledikleri, yazdıkları... mahremiyetidir. Ayrıca, arabesk şair de derler bana, ben de övgü olarak alırım bunu. Müslüm’e de bayılırım, Orhan’a da..

ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık “drink” alsam

yetmiş altı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü babam
bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
o gün bu gündür camlarımda bir buğu

"Herkes beni 'anneci' sanır. Ben aslında 'babacı'yımdır. Aydın bir insandı, Türkiye İşçi Partisi, Aybar kanadından... Beni yetiştiren, beni edebiyata yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17 yaşındaydım ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını aldığım gibi meyhaneye koştum. Şimdiki yaşım (49) o yıllarda o kadar büyük gelirdi ki bana. Ama şu an ölmeye niyetim yok. Babamın yaşı 51’i geçmeye çalışıyorum. 'Babamın öldüğü yaş'a az kaldı yani!"

yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban

kirlenmemek için kendini alkolde saklar

"Gece lisesinde okudum, babamın ölümünden sonra gündüzleri aynı lisenin kantininde çalıştım. Gündüz çay ocağında çalışır, akşam da gider uyurdum derste. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açtılar, bir arkadaşımızı çağırdılar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçtı... Sağcıymış çocuk, çağırıyorlar dışarı, vuracaklar. Ben sınıf sorumlusuyum, önüne geçiyorum onun ve “hayır diyorum, benim sınıfımdan adam alamazsınız.” Ama sonrasında ona da, ”arkadaş okulu bırak” diyorum, ”her zaman ben olmayacağım ki yanında.”

...

"7 kere kurşunlandım ben, toplu ya da tek. İlginç tarafı; dördünü solcuların, üçünü sağcıların yapması. Halbuki hiçbir zaman eline silah değmemiş adamlardanım! Bir gün dereyatağında yürürken sağcılar çevirdiler beni, üzerimde parka, içinde de bir sürü bildiri. Hepimizin “Deniz Gezmiş” olduğumuz zamanlar! Benim sınıfta kurtardığım çocuk çıktı aralarından şansıma, “kimse dokunmasın ona“ dedi. Yoksa mahvolmuştum.

Severim Deniz Gezmiş’i, oğlum adını buldu onda."

...

"80’den sonra bol bol bunaldım, öğretmenlik yaptım... Korktum. Ve bu korku ortamı bitmedi. Şimdi yine kötü bir yere gidiyoruz. Bilmiyorum, hissediyorum. Ama ‘niye?’ desen bilemem."

üçüncü ayakta ‘rüzgarın kızı’ yine gelmeyecekti

ganyanım tökezlemiş ve hayatım buruşuk bir resim olarak hatırlanacaktı.

"...

At yarışı, biraz da beni yaşatan şeylerden biridir. Ben beş yaşındayken iki tane yarış atımız vardı. Babam demir–çelik işiyle uğraşırdı. Sonra ne olduysa battı, Adana’ya gittiğimiz sıralarda. Yoksullaştık, babamın içki olayı da o zaman başladı. Atları göreyim, onlarla ilgileneyim diye giderim hipodroma. At yarışı da oynarım cüzi miktarlarda, genellikle de kaybederim."

benim hiç silahım olmadı mayakovski gibi

tutup bir gece yarısı alnıma dayayacağım
ne de james dean gibi bir otomobilim var
önüme çıkan ilk kamyona vuracağım.

"Hiçbir zaman intiharı düşünmedim ben. Ama diyeceksin ki, insan yaşayarak da intihar eder. O konuda biraz hızlı koştum. Bundan sonra da frene bassam ne olacak ki? Şu andaki durum; uçurumdan atlamışsın, havadasın, düşmemişsin ama! Hayat tökezlemelerle geçti de, hala düşmedim, değmedim yere."

kalbim sen hala burada mısın?

şol bedende, gurbette mi , sılada mısın?
alkol , taşikardi, panik atak
maceran bir gün tıp dergilerini çalkalayacak.
kalbim, sen hala burada mısın?

"...

Panik atakla ilgili doktorumun tavsiyesi bana terapi oldu. Ben dedim ki, her gün terapi yapıyorum şiir yazarak. Yine de hastalığımı atlatabilmiş değilim. Beni tek başıma Taksim’e bırak, herhalde kalp krizinden ölürüm. Kapalı yerlere, kalabalığa, yükseğe gelemem. Yurtdışına gidemiyorum uçaklar yüzünden."

ipsiz ruhum, sarsak, serseri

otobanlarda sırtında heybesiyle
cafelerde tuborg bira ve patates cipsiyle
durdun bir yerde, çağını bekliyorsun.

"...

Son dizesi önemlidir bu şiirin. Sanki o dize için yazılmış gibi... Biraz Amerikanvari bulundu. Öyle düşünenler ya sonradan haksız çıkmış olmalılar ya da gerçekten her yer “Amerika” oldu. Eskiden yol kenarlarında şarap içerdi insanlar, artık otobanlar var; eskiden koltuk meyhaneleri vardı, şimdi barlar. Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun. Acısını çekiyorum, haklı çıkmanın acısını... “Alacakaranlık...”ta anlattıklarımın doğru çıkışını yaşadım, Sivas’ı yaşadım."

adana demirspor’da fatih terim’le aynı takımda

epeyce sıyrık meşin bir yuvarlağın peşinde
fatih galatasaray’a doğru deplase oldu, sense şiire
kesilmiş bir süt kadar buruk
yıllar kaldı arkada ve önde

"...

Futbol ilk gençliğimin en büyük tutkusuydu. Allah aşkına söyler misiniz, ne var yurtdışında şu son 15 yılda Türkiye’yi gerçekten sevindiren Galatasaray dışında? Bunu Galatasaray’lı olduğum için söylemiyorum. Fener şampiyon bu sene ve kutluyorum tabii ama yine de bence futbolu bu sene Galatasaray oynadı. Gerçekten! Göze hoş gelen oyunu Galatasaray oynadı. Yabancı takımlardan İnter’i severim. Adı güzel bir kere!

Başkanına “sandinistlere niye yardım ediyorsunuz?” diye sormuşlar, adam da, “N’apalım, adımız İnter“ demiş, “enternasyonal” yüzünden. Real Madrid’den nefret ederim, Franco kurmuştur bu takımı."

"...

Adana Demirspor’da oynardım futbol, gençlerde. Arasıra A takımına da çıkardım. Adıyamanspor’la oynarken –gol kralıydım, takım da şampiyon!- Adıyaman’ın sağ beki kaval kemiğime girdi, kırıldı kemiğim. Benim de küsme huylarım vardır, sonuçta futbola küstüm ben. Hatta şu anda sanki şiirle de ona benzer bir mecra üzerinde gibiyim, hatta her kitapta şiiri bırakıyorum. Çünkü ortalıkta o kadar çok şiir, o kadar şair, o kadar çok soytarı var ki... O kadar çok dergi, o kadar çok dedikodu... O kadar çok!"

"...

Beni besleyen aslında, romanlardır. Rus Edebiyatı, özellikle de Dostoyevski... Ve Fransız Edebiyatı. Ortaokulda kitaplık kolunda, tüm kitaplardan sorumluyum. Bir gün babam, “oğlum benim gözlerim görmüyor, bana geceleri kitap okur musun?” dedi. Sayfalar dolusu, ciltlerce kitap okudum ona, Dostoyevskiler, klasikler, milli eğitim klasikleri-beyaz kitaplar-. Aslında derdi bana kitap okutmakmış. Sonraları onu küçücük puntolu bir gazete okurken yakaladım."

bu ülkenin genç insanları halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar!

"...

Ama hep öyle oldu! O yıllarda 10.000 genç, sonralarıyla beraber 40.000 insan! Şehirlerden dağlara... Şu anda ülkenin durumunu çok daha karanlık görüyorum. Laiklik, milliyetçilik, bölücülük vs. gibi kalıplar üzerine düşünmeden hem de. Ama aslında benim kafam karışık bu konularda. Çevremin de karışık, görüyorum. Ve ben de azınlık psikolojisine sahibim, bir “Türk” olarak hem de. Babam bir gün bana, “bildiğin her şeyi unut –artık 16 yaşında bir çocuğun unutacağı ne varsa!-, ama 'cumhuriyet çocuğu' olduğunu unutma“ demişti. Vasiyeti olarak kabul ederim bunu. Ama laik kesimin de bir fanus içinde olduğunu, çıkması gerektiğini düşünüyorum. “Bir şairin hayatı tanımaması“ gibi bir şey onların da yaptığı. Ayrıca biraz elimizi vicdanımıza koyalım; iktidar partisinin her yaptığı da kötü değil ki. Ama son iktidar da her iktidarın yaptığı şeyi yaptı ve kadrolaştı. Devlet devletliğini bilmeli, kurumlarını dürüst çalıştırmalı, samimiyetle yerine oturtmalı.

...

Türkiye’de hiçbir kesim kendi içinde bir bütün değil. Belki tek bütün kesim Mhp ve onlar konuşmuyor dikkat edersen. Ama geliyorlar da! Milliyetçilik yükseliyor burada, oysa tam tersinin olması gerekirdi; yurtseverlik yükselmeliydi... İşçi sınıfı diye bir şey artık yok Türkiye’de. Eskiden sendikalizm açısından en azından var gibiydi. Yani DİSK; gerçekten DİSK’ti, devrimciydi, özellikle de Kemal Türkler döneminde... 80 öncesiyle şimdiyi karşılaştırınca; o zamanlar düşmanınızı biliyordunuz. Bu, çok önemlidir savaşta. Şu anda düşmanımı da bilmiyorum... dostumu da... Bir vatandaş olarak, diğer vatandaşlarla aynı şeyi düşünüyorum; “bir tehlike gelecek... ama nereden gelecek? Tehlike var! Çok var! Ve bunlar her şeye yansıyor; kapkaç olayları, maçlardaki rezaletler.... oyun oynamayı bile bilmiyoruz. Oyun olmayınca da, hiçbir şey olmaz bence hayatta..."

"20. yüzyılın sonbaharında TC’ye bir şeyler oluyor bildiğim bütün hastalık terimlerini sıralıyorum:

Menopoz, anksiyete, andropoz ve ABD"

""Sivas" olduğunda, bütün mahallemin çocuklarını kaybettim. Ve bütün İsmet Özel kitaplarını attım çöpe. Orada ölenler 37 kişiyse 30’unu tanıyordum. Sadece şairleri- romancıları değil ki, orada ölen 14 yaşındaki çocuğu da... Onunla da oturuyordum, çay içiyordum, aynı sokağın çocuklarıydık."

 "...

İki yüzlü buluyorum dış politikamızı. Çeçenistan’ı destekledin Rusya’ya karşı, Yugoslavya darmaduman olurkense Bosna’yı ve bir başkaları da benzerini senin ülkene yapmaya çalışıyorlar. Çeçenistan’da eskiden faşist, şimdiyse ülkücü dediğimiz insanlar birtakım çalışmalar yapmıyorlar mı? Adriyatik’ten Çin Seddi'ne kadar rezil etmediler mi bizi? Bilgisayar teknolojisine çoktan geçmiş Azerbaycan’a 12.000 daktilo göndermeye kalkıp rezil olmadık mı? Adamlar dalga geçiyoruz zannetmişler. Elimizde bir Avrasya kartı varsa eğer, e be adam onu kullan! Rusya, İran, Azerbaycan, Türkiye, birlik olamaz mı? Milliyetçilik akımları yükseliyor, ki doğru ama ben de sinir oluyorum Amerika ile Avrupa’ya.karikatür krizi çıktığında da, insanların inançlarıyla fazla oynandığını, hakaret edildiğini düşünüyorum. İnsani yönden de, politik yönden de katılmıyorum olanlara. Her şeyin bir sınırı var, oyunu oynayalım ama güzel oynayalım... Temiz olsun. Daha ilk başta birbirimizin “kaval kemiği”ne girmeyelim. O kadar uzlaşma noktamız varken hem de. Sol birleşecekmiş! Birleşse ne olur! Ama mecburen oy vereceğim oraya doğru. Valla saplantılarım beni yönetiyor bu konuda. Normalde düşünsem vereceğimle, gerçekte vereceğim parti farklı birbirinden. Deminden beri “hakkaniyet”ten bahsediyoruz ama, oy verişim hak etmeyene doğru olacak.

Ne yazık, bazen kalbime altı tane ok batıyor."

“Bu şiir burda biter.”

“Şair Ahmet Erhan’la onun bir şiirini besteleyen Teoman konuştu.”

Server Fethi

Radikal Gazetesi, 31/05/2007

https://bubisanat.com/  web sayfasından alıntılanmıştır


18 Ocak 2023 Çarşamba

501 Numaralı Oda

Ahmet Erhan’a...

501 numaralı oda. Bizim hastanenin en şık odası. Torpilli yani. Çoğunlukla benim ya da hekim arkadaşlarımın yakınlarının hastalandıklarında konuk edildikleri oda.

1997 yılında gelmiştim Okmeydanı’na. İçinde düğün salonu, kamyon tamirhanesi, et lokantası, kıraathane, oto galerisi, muhasebe bürosu ve hafriyatçı olan altı katlı bir binaydı ve benim hayalimde çoktan “hastane” olmaya başlamıştı. Binanın sahibi Erzincanlı Hasan Amca’yla haftalar süren konuşmaların nihayetinde, “mutlu son”a yaklaştığımızı hissetmiştim. Hasan Amca son buluşmamızda, “Tamam Doktor Bey, ben anlaşmaya menfi bakıyorum,” deyince, bir süre korkuyla bakakalmıştım adama. Ama, şimşek hızıyla, onun “menfi”yle “müspet”i karıştırdığını fark ederek, “Tamam Hasan Amca, ben de menfi düşünüyorum! O zaman hayırlı olsun,” diyerek binanın anahtarına kavuşmuştum.

Hastaneyi kurarken, başımdan envai işler geçti: Tepemde hiç durmadan sallanan bürokrasi kılıcı, bitmeyen banka kredileri, ne zaman batacağımı bekleyen meslektaşlarım, akılsız dostlarım, kalbinden kötülüğü silememiş budalalar vs...
Ağzımda kaşıkla yemek masasında uyuduğum gecelerin sonunda ve galiba sadece anamın hayır dualarıyla, onun “Çok istersen olur kuzum,” düsturuyla hastaneyi ortaya çıkarabildim.
Aslında baştaki soruyu sormanın tam sırası: Ben bu hastaneyi niye kurmuştum? Makinelerin sahibi olacaktım öncelikle. Patron olacaktım bir nevi. Ama, farklı bir patron !
“Bakın; hastanecilik, üstelik özel hastanecilik başka türlü de yapılabilir,” diyebilmek içindi tüm çektiklerim. En sevdiklerimin son yolculuklarından önce uğradıkları zorunlu bir istasyon olacağını ise hiç aklıma getirmemiştim. 501 numaralı oda. Babamın, Metin Erksan’ın, Tuncer Necmioğlu’nun, doktor arkadaşım Aydın’ ın ve son olarak da Erhan’ın yattığı oda. Ahmet Erhan’ın yani...
Resim aynı. Acilin önünde yaptığım mutat cenaze konuşması ve oradan cenaze aracıyla gönderilen cenazelerimiz.
Kendime soruyorum, “Ben bu hastaneyi; dostlarımla, sevdiklerimle, yakınlarımla, son günlerinde temiz ve soğuk çarşafların arkasından hüzünlü bakışmalar ve sessiz ağıtlar yaşayayım diye mi kurdum?”
Ne büyük bahtsızlık ve ne çaresiz bir hayal kırıklığı...
Ankara
Yıl 1976... Üniversiteyi kazanmıştım ve taşradan Başkent’ e gidiyordum. Ankara’ya yani... Hayatımda hep soluk ama yakıcı fotoğraflarla yer alan kente.
Nevşehir Lisesi’nden mezun olup Siyasal’ı kazandığım sene, abimin, Anadol kamyonetin arkasına koyup getirdiği üç beş eşyayla birlikte, İç Cebeci’de somyamın bile zor sığdığı küçük bir daireye yerleşmiştim. İlk gece hiç uyumadan, odamın penceresinden korku ve şaşkınlık içinde, karanlık ve sisli bir Ankara’ya baktığımı hatırlıyorum. Ertesi gün yaptığım ilk iş ise Zafer Çarşısı’na giderek, kulağımda Che Guevara marşlarıyla kitapçıları dolaşmak olmuştu. Büyülenmiş
gibi ve büyük bir hayranlıkla. Ankara benim resimle, müzikle, kitapla ve en önemlisi politikayla gerçek manada tanışıp etkilendiğim ilk şehirdir.
Aradan yıllar geçti. Kavga ve koşturmayla geçen, toz duman içinde bir on yıl. Sonra, 1984’te bir doktor olarak döndüm Ankara’ya. Şehre geldiğim ilk gün yaptığım iş, yine Zafer Çarşısı’na gitmek oldu. Ama bu sefer genç bir şairle tanışmaktı derdim; Akdeniz Lirikleri ve Alacakaranlıktaki Ülke kitaplarının şairi Ahmet Erhan’la.
Onu ilk gördüğüm andan aklımda kalan fotoğraf, çarşı içindeki bir sahafın önüne oturmuş, sessizce kitap okuyan, güzel yüzlü bir delikanlı. Ahmet Erhan. Ahbaplarının bildiği haliyle bizim “Erhan” yani. Yavaş yavaş, sessizce konuşmuş, sohbet etmiştik. İlk görüşte de ısınmıştık birbirimize.
Sonra... Sonrası binlerce hikâye, anı ve fotoğraf işte. Şiir, türkü, içki, müzik, dostluk, keder, coşku... Sümer Sokak buluşmaları. Sohbetler, sonsuza kadar sürecek zannedilen arkadaşlıklar. Behçet, Akif, Adnan, Murat, Oktay, Ahmet Telli, Tolga... Oğlu Deniz’in doğumu. Sivas. Behçet’i kaybedişimiz. Azer’in ölümü.
İstanbul
1990 yılına kadar Ankara’da kaldım. Sonra da İstanbul...
Erhan, İstanbul’a da geldi sonra. Kaldı ve yerleşti üstelik. Ama aklı hep Ankara’daydı sanki. Sevgili Hacer’in olağanüstü gayreti ve çabası Erhan’a ömür kattı. Ama yetmedi.
Erken sabah ziyaretlerimin birinde, 501 numarada üç kadın, Erhan’ın rutin vücut temizliğini yapıyordu. Biri, cefakâr eşi Hacer, diğerleri hemşire ve temizlik görevlisi. Bir süredir yatağa bağımlı olan Erhan, sessizce ve tepkisizce yapılanları izleyerek yatağında yatıyordu. Kapıda durdum ve biraz bekledim. Sonra fark etti beni ve bakıştık bir süre...
“Ah kardeşim!” dedim içimden, “Yan yana yürüdüğümüz, sarhoş olup ağladığımız, kucaklaşıp coştuğumuz; uykulu, uykusuz, hiç bitmeyecek zannettiğimiz, gençliğimiz, gecelerimiz...”
Bir hinlik geldi aklıma. Yatağın yanına gelerek, “Tamam birader,” dedim ve sırıtarak devam ettim: “Evet, böyle bir hayalimizi hatırlıyorum. Etrafımızda kadınlar olacaktı. Onlar fır döneceklerdi. Biz yan gelip yatacaktık. Keyif keka.
Ama sanki bu değildi.” İnce, kararmış dudaklarını güçsüzce açıp, gülümsedi.
Birkaç gün sonra da kaybettik...
A. Erhan, her şeyden önce benim dostum ve kardeşimdi; ona dair tarafsız olamam. Ama bütün objektifliğimle söyleyebilirim ki, dünyanın en iyi şairlerinden biriydi. Hayatı da şiiri gibiydi ve hep yazdığı gibi yaşadı.
Acil önündeki mutat cenaze törenine dönelim. Şöyle dedim orada:
“Namık Kemal’in bir dizesi geliyor aklıma: Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umûmîdir Kemâl, kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına.
“Bizim şikâyet etmemizin sebebi içinde bulunduğumuz hüzün atmosferidir, gönlümün derdinden bahsetmek asla aklıma gelmez” diyor Namık Kemal.
Evet... Erhan tam da böyleydi işte. Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk.
Erhan yerini, yazdığı şiirlerle belli ediyordu. Kısacık ömür denizinde bir deniz feneri gibi ses verdi hep. Kaybolmuş, yitip gitmiş vücuduna, ancak çıkardığı iniltilerden, yani şiirlerinden ulaşabilirdiniz. Dünyanın en içten, en yakıcı, en sade
ve pürüzsüz şiirleriydi bunlar. Bulduğunuzda kaybolan ve yeniden bir başka sisin içinden, yeni iniltiler çıkaran bir deniz feneriydi Erhan.
J. Steinbeck’in Bitmeyen Kavga’sında roman kahramanı, ölen yoldaşını toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir:
“O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!”
Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim.

Ot dergisi, Eylül 2013

(Ahmet Erhan’ı 4 Ağustos 2013 yılında uzun süredir tedavi gördüğü ve kurucusu olduğum hastanenin bir odasında kaybettim. 501 no’lu oda onun kederiyle yazılmış bir yazıdır.)

Ercan Kesal, Velhasıl İsimli Kitabından

6 Mart 2021 Cumartesi

Kenar Mahallede Bir Pazar Günü

Kenar mahallede bir pazar günü
Buğulanır toprak yol ve damlar
Sabah güneşinin ilk akıntılarında
Göğü turuncu bir ağ kaplar

Konuşmalar, küfürler, çocuk çığlıkları
Öper yüzünü yeni bir sabahın
Çamaşırlar hışırdar avlularda
Bayrakları gibi fukaralığın

Kahveye çıkar birer ikişer erkekler
Yayılarak otururlar iskemlelerde
Çay bardakları şıngırdar, radyo bağırır
Bir haftanın yorgunluğu akar iliklerde

Ötelerde, portakal bahçelerinde
Gün ışığı danseder sabah yeliyle
Arklardaki sular el çırpar
Toprağı ürpertiden titretircesine

Bir çocuk çitleri usulca aşar
Geçer uyuklayan bekçinin önünden
Bir damla kalır gömleğinin içinde
Uzayıp giden portakal denizinden

Tulumbada yüzünü yıkar bir işçi
Daha uyanmayan karısına seslenerek
Kalkar kadın, elinde bir havlu
Geceki yorgunluğu anlatır ezilerek

Bir kumru tüner dallarına o zaman
Avludaki yaşlı dut ağacının
Ona sevgiyle gülümser işçi
Sonra sarar belini kadınının

Sokaklarda satıcıların bağırtılan
Kapıların önünde iyice tizleşir
Kenar mahallede bir pazar günü
Böyle başladı, nasıl biter kimbilir…

Ahmet Erhan, 1979

2 Mart 2021 Salı

Kalıt

 
Acım, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur.

Her insanın kendince bir tarihi vardır
Bir seyir defteri, ağaca atılan çentik belki
Hani bir gün dönülür de bir şeyler anımsanır.

Kimsesizim, dalsızım, duraksızım şimdi
Yaşamla aramda çözülmedik ne kaldı?
Bütün köprüler atılmış, yollar yokluğa çıkmıştır.

Yaralarımı sağaltacak söz nerde?
Bazı kitapların altı çizili yerlerinde mi?
Şimdi her çizgiye bir kan yolu yürümüştür.

Tanımlara sığmayan sözlerim varsa da
Bir gün, kendini deşen hançerden öte
Bir şey olmadığım nasılsa anlaşılır.

Şaire ölmek yaraşır, filiz sürerken şiirleri
Tufanların alıp götürdüğü bu toprakta bitek
Birkaç sözcük mutlak kalacaktır.

Acım, beni bir gün, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur...

Ahmet Erhan
Fotoğraf: "İncir Reçeli" Film Karesi

25 Şubat 2021 Perşembe

Anne

Bırak kalsın masada ekmek
Testide su
Ayna puslu, pencere camı kirli
Bırak kalsın saçların dağınık,
Gözlerin uykulu.
Saksıdaki çiçek susuz, kedi
Yalını bekler bir köşede
Bırak kalsın meyve ağaçta,
Kırlangıç havada
Dama düşen ince yaz yağmuru...
Yoruldun artık, bütün gün
Didinip durdun
Toprak bile, gök bile, deniz bile
Bir yerde yorulur
Bırak kalsın süpürge duvarda,
Sabun kovada
Anne, gel yanıma otur.

Ahmet Erhan

Resim: İrfan Ertel

20 Aralık 2019 Cuma

Oğul


Anne ben geldim, üstüm başım
Uzak yolların tozlarıyla perişan
Çoktan paralandı ördüğün kazak
Üzerinde yeşil nakışlar olan

Anne ben geldim, yoruldum artık
Her yolağzında kendime rastlamaktan
Hep acılı, sarhoş ve sarsak
Şiirler çırpıştıran bi adam

Kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
Ayrık otları, dikenler bürümüş

Kapıdaki çıngırak kararmış nemden
At nalı ve sarmısak duruyor ama
Oğlum, mektup yaz diyen
Sesin hala kulaklarımda

Anne ben geldim, ağdaki balık
Bardaktaki su kadar umarsızım
Dizlerin duruyor mu başımı koyacak ?
Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın..
Ahmet Erhan

8 Şubat 2017 Çarşamba

Bir Soru İşareti

Bir kekik kokusu tüter sabahın seherinde
Denizde bir balık kayar, bir yıldız solar gökte
Ve sabah türkü gibi yayılır
Salyangozların izleri uzar toprakta
Otların arasında gider kaybolur
Bir salyangoz kadar olamadım, der şair
Ayak izlerimi tutmayan topraklarda yürüdüm
Unutmasını bilen kadınları sevdim
Trenle geceyarısı geçilen kentleri..
Şimdi bir soru işareti gibi kaldım şu dünyada.
Dokunup yaprakların üstüne düşmüş çiylere
Uzanıp gölgesine bir portakal ağacının
Kulak vererek cırcırböceklerinin sesine
Bu şiiri uyku haliyle yazdım
Akdeniz bir çaydanlık gibi fokurduyordu az ötede
Biraz sonra kalkıp yüzümü yıkarım artık
Sonra bir kitap okurum, ya da çiçekleri sularım.

Ahmet Erhan

21 Kasım 2016 Pazartesi

Güneşin Altında Mutluluk Var


Bir işçinin, elinde ekmekle evine döndüğü
o yerdir mutluluk
Akşamüstü, çocukları cıvıldayıp dururken
Derin bir iç çekiş, tatlı bir yorgunluk
Ve yüzüne yayılan gülümseme birden…
Mutluluk, kelebek olup uçmasıdır ipek böceğinin 
Irmağın denize kavuşturmasının bir adı olmalı 
Mutluluk, beşikte uyuyan ilk çocuğuna bakmasıdır bir annenin 
Duyarak memelerine dolan sütün çılgınlığını.
Mutluluk, bir acının bilincine varıp da onu dönüştürmektir
Yaşamın sonsuzluğunda karar kılan bir umuda
Sevgilinin boynuna dokunduğunda duyulan ürpertidir
Öpülen ilk dudak, içilen ilk sigaradır belki
Denizden yükselen kokudur sabah karanlığında
Kabullenmektir yani yaşamı, acısı ve sevinciyle
aynı boyutta
Yalnızca yaşamaktır belki de kimbilir…
Ne yerdedir, ne göktedir o – değil mi Abidin ?
Mutluluğun resmini yaptın mı bilmem
Ama ben onun şiirini yazmak isterim…
Ahmet Erhan

25 Ağustos 2016 Perşembe

Gülşiir


Geceyarısı, karanlık bir bozkırda
Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya...
Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
Ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
Haklı olan kim bu kargaşada?
Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
Ucu bucağı olmayan bu çığlığın
Ortasında nasıl barışılabilir?
Anlamak isterim, hangi yasa
Bir beşikle bir darağacını
Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

Sorular sormak için geldim şu dünyaya 
Yasım acıların yasıdır
Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
Ya da sabah yellerinden bir taçla
Yürüdüğüme inanırdım - yanılırdım
Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
Bu söylencenin bir yerinde durakladım
Ve anlatamadım, konuşamadım bir daha.

Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da..
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca

Soruların vardı senin, ne çok soruların 
Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
Bir fısıltı gibi başladı sevgim
Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
Sonrası...Mutlu bile olduk bazı
Artık sen yadsısan da ne kadar
Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
Anlatsın yollar, yollar, yollar...

Şimdi gece, soluğumu verdim içime
Az önce kağıtlara gül kuruları serptim
Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
Öylece serptim, seni yazacağım diye
Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın 
Aklımın almadığı bir yerde, öylesin
Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
Bize artık yeter de artar bile...

Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm, ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
Yüreğimi bir gün yollara atarsam
Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
Suyumun çoğu senden yana akacak
Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülsarap
Gülaşk, Gülsiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!

Gecelerdi, solgun - sessiz tüterdi yüzün
Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
Kokundu, bedenimi saran o ince buğu
Esintisinde usul usul yürüdüğüm
Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

Sanki bir kız yürürdü yollarda
Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
Kapımı açardı gümüş bir anahtarla
Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
Tozlu kitapların yığıldığı odalarda
Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tini
Yatağımda bedeninden bir oyuk.

Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
Saçlarına saçlarına doğru titrerdi
Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
Geceyarılarını çoktan geçti
Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Bir akdeniz kentinde limon koklayan
Ve hep ufkun ardına bakan çocuk
Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
Çaldı yüzünü bir yaşamlık
Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
Şaire çıkar adı - az buçuk kaçık.

Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
Bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
Ama haykıracağım laflarını tuzla kesip
Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
Neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak
Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyüzseksenikiyle
Üçyüzaltmışbeşi çarp - oradayım işte
Yorgun değilim, umarsızım yalnızca
Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
Onlara köprü olacak bir beden yoksa da..

Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
Yaşamımın bir dilimini özetleyen
Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
Donuyor bir gülüş tek bir dizede
Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
Çivileniyor beynimin bir yerlerine
Geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

Nefret ediyorum ve seviyorum seni
Girdiğin bütün kapıları açık bırak
Birazdan git diyebilirim çünkü..
Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini 
Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
Uzayan, akan bir irin yolu gibi.

Sözcükleri güden çobanları var kalbimin
Beynimin yaşamı saran kıskaçları
Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
Yollarda bir  savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
Donup kalır sesim kendi göğünde
Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
Kendi içimde ya da uzak yollarda
Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce..
Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
Irmakların birleştiği o nokta benim
İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda
Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

Adını çoktan unuttun yüzün aklımda
Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
Bunun için ben Gül dedim sana..
Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
Kökleri toprağı saramaz olur
Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına 
Her çırpınışta gökyüzüne dağılır
Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

Sana artık bir sığınak olsun bu şiir
Noterlere ver onaylasınlar - her hakkı saklıdır
Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
Öyle acemilikler yaptım ki ben
Hiç kalır bu şiir onların yanında ve
Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
Bir yeniyetmen in altını çizeceği dizeler benden
Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak...
Ahmet Erhan

18 Kasım 2013 Pazartesi

Dâüssıla

1
hoşçakal şehrim, şehrim hoşçakal
tüyübitmedik sevincim, tohuma kaçmış hezeyânım
bir yağmur damlasına sığınmaya çalışarak
kirden ve nemden örülmüş bir yatağa
sinen yıllarım, oğlum, yalnızlığım
bir metrekarelik alanlarda göçebe olarak
aynı yüzler, aynı kinler, sonsuz kıskançlıklar
içilen biranın buğusu parmak uçlarımda

ayak basılmamış toprağım, dürülmüş göğüm
yüzü karanlık bir kalabalık
parmak basma ve bastırma yetkim
üstgeçitler kurup, altgeçitlerde titreyen devrimci ruhum
devletimin gri yüzü, bu kadar...
bu kadarsa ayrılıklarla örülsün yünüm
ankara, anakarası yaşamadım, diyebildiğim her şeyin
yine de hoşçakal şehrim, şehrim hoşçakal
sevgilin, oğlun, şairin... nankörün olayım.

2
dönerim belki bir gün, papazın bağı'nda martıların uçuştuğu bir gün
oltamı kuğulu park'ta unuttuğum bir gün
belki oğlum beni babalar günü'nde hatırlar
sevinirim, akasya kokularına bürünürüm
neyin meşhur? hiç de nankör olmadıydım bu kadar
bellerğimin apışarasında oyuncak bir bentderesi maketi gibi kaldın
salavat getirdi çıkrıkçılar yokuşu'n...

istanbul'da bu moda: her şey küçük harfle başlar
özellikle yer adları artık özel değildir
devrimin evrildiği yerde bunu nasıl anlamadım
kamudan yarattığım rengi gavurlara resmettirdim
bol sıfırlı resmi plâkalar iliştirdim cüzdanıma
devletim gülümsedi derin derin
konur sokak'ta engürü kahvesinde nihat'ın ıstakasının tam ortasına düştü
ben sıfırın altına düştüm, herkes ağladı

çocuk sordu, sordu piç kurusu:
- bu şiirde niye hiç büyük harf kullanmadın?
- istanbulin giyindim, kendimden soyundum
belki bir gün anadan üryan, babadan isyan alır
bir gün yürür, gider, adam olurum...

3
hoşçakal şehrim, şehrim hoşçakal
an kara tahtım, yan kara yüzüm, son kara yolculuğum
beni artık gökler, denizler paklar
kâğıtlara dar gelen kalemler, kalemleri boğan kusmuklar
nedir ki, neye varır ki, nereye varır dur'um, durağım
seyrelir içimde rengini unuttuğum bir su
bir şeyleri kaldırır kaldırır oturturum
belleğimdeki tek kırıntı bu, ötesi serum
her şeye varım, kabûsu türki, kâmusû ölüm
ama o su, ama o suda olmasa
bilmezler ki o zaman, anlamaz ki zaman
bir hızar sesi kulak diplerimi ovalar

hoşçakal şehrim, asıl şimdi, artık şimdi hoşçakal
dünya hâlâ dönüyormuş- öyle diyorlar... 

Ahmet Erhan


İzleyiciler