Ernest Hemingway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ernest Hemingway etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2015 Cuma

Muhteşem Hayatların Yazarı


İlk dedektif öyküsü basıldığında yalnızca 13 yaşındaydı. Francis delikanlılığında futbol oynamak için büyük gayret gösterdi, fakat, kızların elbiselerinin sırtları leke olmasın diye erkeklerin ellerinde mendil tuttup dans dersi aldıkları kurslara katılmayı tercih etti. Kibardı, centilmendi. Öyle ki, güneyli ve çok ince bir erkek olmayan babası, oğlu Francis'in ağzından bir küfür duyabilirse ona 5 dolar vereceğini söylerdi. 

Amerikan edebiyatı klasiklerinden "Muhteşem Gatsby"nin muhteşem yazarı Francis Scott Key Fitzgerald, 1896 Eylül'ünde, 481 Laurel Avenue, St. Paul, Minnesota adresinde doğdu. Babası Edward' ın hasır koltuk yapımı işleri bozulunca New York'a taşındılar. Fitzgerald' ın annesine yani İrlandalı bir göçmenin kızı Mollie'ye babasından miras kalınca 1908 yılında tekrar Minnesota'ya taşınıp maddi rahata kavuştular. 


Fitzgerald, kendisiyle aynı dönem yazarlarından olan, dostu Ernest Hemingway gibi, hayatın, kanlı, terli, tatsız ve pis yönlerini yazmadı. Hikâye ve romanlarının kahramanları "çok" zenginlerdi. Bu tip insanların entrika dolu dünyaları, yaşamlarındaki inişler, çıkışlar, çöküşler; İrlandalı, ortasınıf bir aileden gelen Scott Fitzgerald' ın hayalgücünü esir aldı. 


Haydi askere 

1917'de Princeton Üniversitesi'nde öğrenciydi ancak mezun olma ihtimali düşük olduğundan askere yazıldı. Piyadede ikinci teğmendi. Savaşta öleceğini düşündüğü için, büyük bir süratle "Romantik Egoist" adlı romanını yazdı. Yayınevi, bu romanın orijinalitesini övmesine karşın, geri çevirdi. Fitzgerald, 1918'de Alabama'ya, Montgomery yakınlarındaki Sheridan kampına tayin edildi. Burada, Alabama Anayasa Mahkeme savcısının kızına, 18 yaşındaki Zelda Sayre'e âşık oldu. Onunla evlenebilmek için paraya ihtiyacı vardı. Büyük bir ümitle romanı revize edip yolladı, ama ikinci kere reddedildi. Tam denizaşırı tayini çıktığında savaş bitti. Zengin olup evlenebilmek için 1919 yılında New York'a gitti. Bu arada Zelda, Fitzgerald'ın zengin olmasını beklemekten vazgeçip nişanı bozdu. Genç adam yeniden yazmaya oturdu. Bu sefer, "Cennetin Bu Yakası" adıyla gönderdiği romanı, daha önce iki kere geri çeviren yayınevinin editörü Maxwell Perkins kabul etti. 1919 sonbaharında, dergilerde hikâye yazmayı kendisine iş edinen Fitzgerald, gerçek romanlarını yazarken sık sık ara veriyor ve bu aralarda ona para kazandıran popüler şeyler yazıyordu. Bunu sonuna kadar da sürdürdü. Francis, "Cennetin Bu Yakası" isimli ilk romanının karakterlerini Princeton'dan seçtiği kişiler üzerine kurguladı. Princeton'u, gelişigüzel, uluorta sürdürülen ilişkilerde değer farklılıkları gözetmeyen ateşli gençlerin alkol yuvası olarak yansıttı. Konusu itibariyle zamanında skandal yaratan roman, 26 Temmuz 1920'de basıldığında müthiş sattı. Böylece, 24 yaşında olan Francis Scott Fitzgerald, neredeyse bir gecede üne ve paraya kavuştu. Bundan bir hafta sonra Zelda ile New York'da evlendi. Böylece, uzun bir zamanı Amerika Paris arasında geçen beraberlikleri başladı.

Francis Scott, hayatında gördüğü en güzel kızın Zelda olduğunu ve onu ilk gördüğü andan itibaren kendisine ait olmasını istediğini saklamadı. Daha ilerde yaptığı konuşmalarında ise, flört devrelerinde Zelda'nın seksüel olarak pervasız ve ihtiyatsız olduğunu da ekledi. Genç yazar Zelda ile cinselliği evlilik sonrasına bırakmak istemesine rağmen, Zelda gelenek ve görenekleri hiçe saymaktan zevk duyuyordu. Evliliklerinden bir yıl önce sevgili oldular. Katolik olarak büyütülen Fitzgerald, evliliklerinde doğum kontrolün tüm yöntemlerine karşı isteksizdi. Buna karşın, Zelda'nın her üç kürtajında da, karısının yaşadığı suçluluk duygusunu paylaşır gibi görünmedi. 

Fitzgerald, Zelda'nın müsrif, savurgan yaşam tarzına çabuk ayak uydurdu. Ancak ikisi de çok fazla kıskançtı. Tek başlarına bir yere gidişleri sayılıydı. Bir keresinde ünlü dansçı Isadora Duncan, Fitzgerald'la açıkça flört etmeye kalktı. Zelda bunun karşısında kendini merdivenden aşağıya bıraktı! Fitzgerald ise bir başka olayda, Edouard Jozan adında bir Fransız pilotu çekici bulan Zelda'yı bir ay boyunca villada kilitledi ! Zelda ve pilot büyük bir ihtimalle hiç birlikte olmamışlardı, fakat yine de "belki" ihtimali ile Fitzgerald yıllarca kıvranıp azap çekti. 

Connecticut' da düzensiz, huzursuz, curcunalı geçen uzun bir yaz sonrasında, Fitzgerald New York'ta bir daire tuttu. Burada ikinci romanı, "Güzel ve Lanetli"yi yazdı. 1921'de Zelda hamile kalınca ilk Avrupa turuna çıktılar, Amerika'ya dönüşte St. Paul'a yerleştiler ve tek çocukları Frances Scottie doğdu. Fitzgerald, savurgan yaşamlarına para yetiştirebilmek için, tükenmeyen bir hararetle kısa hikâyeler yazıyordu. Bu arada alkolik oldu, fakat romanlarını daima ayıkken yazdı. Zelda da çok içiyordu ama alkolik değildi. İçkili olduklarında, çift arasında sık sık kavgalar olduğuna şahit olundu. Fitzgerald 1924 ilkbaharında Fransa'ya giderek huzurlu bir çalışma ortamı aradı. Yaz ve sonbahar boyunca, St.Raphael yakınlarında yaşarken, Amerikan edebiyatı klasiği kabul edilen o muhteşem romanı, "Muhteşem Gatsby" yi yazdı. 

Arkadaşım Hemingway 

İlk romanından sonra yazdıkları olumlu eleştiriler almasına karşın, ilk başarısını yineleyemedi. "Muhteşem Gatsby", Fitzgerald'a sadece 1200 Amerikan doları kazandırabildi. Halbuki "Saturday Post"ta aceleyle yazdığı kısa hikâyelerden bu paranın üç mislini alıyordu. Fitzgerald, 1936'da "Esquire" dergisine bir seri itirafname tarzı makaleler yazdı. Bu yazılar Fitzgerald'ın duygusal iflasını anlatır. Kaybettiğine inandığı duygularını yeniden keşfe çıkışı sayılabilir. O sıralarda Esquire dergisine yazan bir başka yazar vardı. Rakibi, aynı zamanda arkadaşı Ernest Hemingway. Hemingway ile 1925 Mayıs'ında Dingo Bar'da tanıştılar. Esquire'da, "Klimanjaro'nun Karları" hikâyesi sırasında, Hemingway şöyle bir yorum yazdı: "Zavallı Scott Fitzgerald, zenginliğe olan korku ile hayranlık karışımı saygısı, onun sağlığını bozdu". 

Bunun üzerine sinirlenen Fitzgerald, Hemingway'e bir mektupla cevap verdi: "Arada sırada 'de profundis' (Oscar Wilde'ın de profundis'i gibi) yazmayı seçiyorsam, ölü bedenimin arkasından, arkadaşlarım yüksek sesle dua etsin istiyorum anlamına gelmiyor bu."
Fitzgerald para kazandıran hikâyeler yazmaya devam etti. Önceleri Zelda'nın alışkın olduğu pahalı hayat tarzını sürdürebilmek için, daha sonra yine Zelda'nın depresyon tedavisini ödeyebilmek için. Arkadaşlarına ve hastaneye olan borcu gırtlağa dayanınca, 1937'de, film senaryosu yazmak için Hollywood'a gitti. MGM film stüdyoları ile anlaşma yaptı. Aldığı para iyiydi, fakat stüdyo ile sürekli anlaşmazlığa düştü. "The Last Tycoon" (Türkçeye "Son Düş" ve "Son Patron" adlarıyla çevrildi) adlı romanı film endüstrisi hakkındaydı. Bu romanı yazarken, kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğinde sadece 44 yaşındaydı. Zelda ise sekiz yıl sonra himaye edildiği yerde çıkan bir yangında öldü.
Ünlü editör Maxwell Perkins, Fitzgerald'ın ölümüyle yarım kalan "The Love of the Last Tycoon"u bitirmesi için John O'Hara' ya yanaştı. Ancak, John O'Hara, Fitzgerald' ın başladığı çalışmaları hiçbir yazarın bitiremeyeceği inancıyla bu teklifi geri çevirdi. John O'Hara, John Steinbeck' e yazdığı mektupların birinde, "Fitzgerald tek başına hepimizin toplamından daha iyi bir yazardı" der. 

Penis kıyaslaması 

Biyografisini yazan bazı yazarlar, Fitzgerald' ın gizli bir homoseksüel olabileceği spekülasyonları yaptılar. Yazarın homoseksüellik tecrübesi olduğuna dair bir döküm bulunamadığı için, deliller ikinci dereceden önemsiz kanıtlardı. Tariflerde, narin, kadınsı hatları olduğu yazıldı. Bir sohbetleri sırasında arkadaşı Edmund Wilson' a, "Genç bir erkekle, aşk dolu bir haftasonu macerası için deniz kenarına gitmek istediğini" söyledi fakat hiç bir zaman gitmedi. Ancak, daha somut bir özelliği ayak fetişisti oluşuydu. Ayağı seks objesi olarak gördüğü için kendi ayaklarını elinden geldiği kadar saklamaya çalışırdı. Mesela kumsala gittiğinde, görünmesin diye kumların içinde saklardı. Ayakları gibi, Fitzgerald'ın utandığı bir yeri daha vardı, penisi... 

Birgün, Zelda Fitzgerald' a, ne kendisini ne de başka bir kadını tatmin edemeyeceğini, meselenin penis ölçüsü olduğunu söyledi. Egosu, duyguları paramparça olan Fitzgerald, dostu Ernest Hemingway'e danıştı. Hemingway, Fitzgerald'a organlarını mukayese etmeyi önerdi. Mukayese sonrası Fitzgerald'ın normal olduğunu deklare etti. Fakat Fitzgerald ikna olmadı. Bunun üzerine Hemingway, heykelleri incelemek üzere, Fitzgerald'ı Louvre Müzesi'ne götürdü. Ne yazık ki bu da bir teselli olmadı. 

Anılara göre Fitzgerald, yıllar sonra bir hayat kadını olan Lottie' i tanıdı. Ona, başka erkeklerle mukayese edildiğinde erkeklik organının nasıl olduğunu sordu. Lottie, meselenin ölçüde değil, teknikte olduğuna dair yazarı ikna etti. Lottie' nin söylediğini, daha sonraları metresi olan Sheilah Graham da onayladı. Fitzgerald yazmaya hazırlanırken, seks yapmayı ısınma hareketi sayardı. Ve yazısını bitirmesi gereken zaman yaklaştığında seks yapardı. Lottie, Fitzgerald'ın sinirli olduğu için çok aceleci davrandığını sandığını, ancak daha sonra onun tarzının bu olduğunu öğrendiğini ortak bir arkadaşa söyledi. Sonra da Fitzgerald' a bazı teknik ipuçları verdiğini, yazarın da minnettar olduğunu ekledi. 

Tutkusuz aşklar 

Profesyonel balerin olma isteği ile aralıksız bale çalışan Zelda, 1930'da ilk depresyonuna girdi. Paris'de yaşıyorlardı. 1931 yılında Amerika'ya döndüler. Zelda'nın yazdığı "Valsi Bana Ayır" 1932 yılında yayınlandı. Bu kitapla ilgili ilk denemeleri klinikte yatarken tamamladı. Zelda'nın otobiyografik çalışması Fitzgerald'ı çileden çıkardı. 

Fitzgerald, 1934'de yayınlanan "Geceler Güzeldir"de Amerikalı bir psikoloğu ve onun zengin bir akıl hastası ile olan evliliğini anlattı. Bu romanından para kazanamadı. Zelda 1934'de de bir resim sergisi açtı. Sonraki yıllarda kliniklerle ev arasında mekik dokuyan Zelda 1937 yılının yazında hastaneye yatınca, Fitzgerald Güney Carolina, Ashville'de bir motele yerleşti. Orada, evli bir kadın olan Rosemary ile uluorta beraberlik yaşadı. Fitzgerald, Lottie'i de Ashville'de tanımıştı. Zelda 1940 yılının Nisan ayında hastaneden çıktı, Montgomery'deki annesinin yanına geldi. 

Fitzgerald hayatının son üç yılını, Sheilah Graham isminde, İngiltere doğumlu, Hollywood'da yaşayan bir yazarla geçirdi. Sheilah, daha önce sekiz sevgilisi olduğunu ilişkilerinin henüz başındayken itiraf edince Fitzgerald şoke oldu. 

Sheilah Graham, "Gerçek F. Scott Fitzgerald" isimli kitabında yazarın sağlıklı ve karmaşık olmayan ilk ilişkisi olduğunu yazdı. Sheilah kitabında başka detaylara da yer verdi, "Beraber olduğumuz zaman içinde, onu çırılçıplak gördüğümü hatırlamıyorum. Fakat kendi bedenimle ilgili olarak, ben de en az onun kadar utangaçtım. Bu tutumumuz seksüel olarak iyi zaman geçirmemizi engellemedi. Tatmin sonrası birbirimizin kollarında uzanır, yakınlığımızın zevkini çıkarırdık. Sevişmelerimiz, insanı bitkin düşüren, çılgınca haller olmadı. Duyarlı, nazik, yumuşak hareketlerle seviştik, ikimizin beraber olduğu anlar, mutluluğun en mükemmel ifadesiydi" dedi. Ve, yatakta öldüğü rivayetinin tersine, Fitzgerald' ın, "Princeton Yıllığı" nı okurken sancılandığını, koltuğundan kalkmaya çalışırken yığılıp öldüğünü yazdı. 

Yazarın hayatı trajik ayrıntılarla doluydu. Francis Scott Fitzgerald 44 yaşında kalp krizi geçirip hayata veda ettiğinde, "Muhteşem Gatsby", "Geceler Güzeldir" gibi romanlarının asla ölmeyeceklerini ve kendisinin 1950' lerden itibaren edebiyat dünyasının unutulamaz isimlerinden biri olacağını bilmiyordu muhtemelen...

Derleyen: Ayşe Akdeniz

12 Kasım 2010 Cuma

Temiz, İyi Aydınlatılmış Bir Yer (A Clean, Well - Lighted Place)


Epey geç olmuştu ve ağacın yaprakları elektrik ışığını kapattığından gölgede kalmış yaşlı adam haricinde, kafedeki herkes gitmişti. Sokak gündüz toz topraktı ama gecenin nemi tozları götürmüştü ve yaşlı adam geç saatlere kadar oturmayı seviyordu çünkü sağırdı ve geceleyin etraf sessizleştiğinden farkı hissediyordu. İçerideki iki garson yaşlı adamın biraz sarhoş olduğunu biliyordu ve iyi bir müşteri olmasına rağmen çok sarhoş olursa parayı ödemeden gideceğini bildiklerinden gözlerini adamdan ayırmıyorlardı.
Garsonlardan biri “geçen hafta intihara kalkışmış” dedi.
“Niye?”
“çaresizlikten”
“Nesi varmış?”
“ Hiç”
“Hiç olduğunu nereden biliyorsun?”
“Çok parası var”
Kafenin kapısının yanında, duvara bitişik bir masada oturuyor ve rüzgarla hafif hafif sallanan ağaçların gölgesinde oturan yaşlı adam hariç tüm masaların boşaldığı terasa bakıyorlardı. Caddeden bir asker ve kız geçti. Elektrik direğinin ışığı askerin yakasındaki rütbeyi aydınlattı. Kızın başında bere yoktu ve adamın yanında hızlı hızlı gidiyordu.
Bir garson “devriyeler yakalayacak” dedi.
“ Adam istediğini elde ettikten sonra ne fark eder?”
“Caddeden sapsa iyi eder, devriyeler yakalayacak, beş dakika önce geçtiler”
Gölgede oturan yaşlı adam bardağıyla tabağa vurdu. Genç olan garson adamın yanına gitti.
“Ne istiyorsun?”
Yaşlı adam ona baktı “bir brandi daha” dedi.
Garson “sarhoş olacaksın” dedi. Yaşlı adam ona baktı, garson gitti.
Arkadaşına “bütün gece oturacak” dedi. “uykum geldi, hiçbir zaman saat üçten önce yatmıyorum, geçen hafta kendisini öldürmeliydi”
Garson brandi şişesini ve tezgahın içinden bir başka bardak altlığı alıp yaşlı adamın masasına doğru gitti. Tabağı koydu ve kadehi ağzına kadar brandiyle doldurdu.
Sağır adama “geçen hafta kendini gebertmeliydin” dedi. Yaşlı adam parmağıyla işaret ederek “biraz daha koy” dedi. Garson biraz daha brandi koydu öyle ki, içki kadehin sapından iç içe konmuş bardak altlığı yığının en üstündekine kadar taştı. Yaşlı adam “teşekkür” dedi. Garson şişeyi kafeye götürdü. Tekrar masaya arkadaşının yanına oturdu.
“Sarhoş oldu”
“Her gece sarhoş”
“Niye kendini öldürmek istemiş?”
“Nereden bileyim?”
“Nasıl yapmış?”
“Kendini iple asmış”
“Kim kurtarmış?”
“Yeğeni”
“Niye kurtarmışlar?”
“ Günaha girmesinden korkmuşlar”
“Ne kadar parası var?”
“Çok parası varmış”
“Seksen yaşında filan vardır”
“Bence de seksen var”
“Keşke evine gitse hiçbir zaman saat üçten önce yatağa girmiyorum, yatılacak saat mi bu?!”
“ Gitmiyor çünkü oturmak hoşuna gidiyor”
“O yalnız ama ben yalnız değilim yatakta beni bekleyen bir karım var”
“Vaktiyle onun da karısı varmış”
“Şimdi karısı olsa da ona faydası olmazdı”
“Bilemezsin, bir karısı olsa daha iyi olabilirdi”
“Yeğeni bakıyormuş işte, ipten aldığını söyledin”
“Biliyorum, ben bu kadar yaşlanmak istemem, yaşlılar pis oluyor”
“Hepsi değil, bu yaşlı adam temiz pak biri, döküp saçmadan içkisini içiyor, şimdi sarhoşken bile öyle, baksana”
“Bakmak istemiyorum, keşke evine gitse, çalışmak zorunda olanlara hiç saygısı yok”
Yaşlı adam bardağının arkasından meydana sonra da garsonlara baktı.
Bardağını göstererek “bir brandi daha” dedi. Acelesi olan garson yanına geldi.
Aptalların sarhoşlarla veya yabancılarla konuşurken yaptığı gibi tamamlanmamış cümleler kurarak “bitti” dedi. “bu gece başka içki yok, kapandık”
Yaşlı adam “Bir tek daha” dedi.
Garson bir bezle masanın kenarını sildi ve başını salladı “Yok, bitti”
Yaşlı adam ayağa kalktı, yavaşça tabak altlıklarını saydı, cebinden deri bir cüzdan çıkarttı ve yarım pesata bahşiş de bırakarak hesabı ödedi. Caddeden aşağı giderken garson onu izledi; sallana sallana ama vakurla yürüyen çok yaşlı bir adam.
Acelesi olmayan garson “ Kalıp biraz daha içseydi niye bırakmadın?” dedi. Kepenkleri indiriyorlardı. “saat ikibuçuk bile olmadı”
“Evime yatağıma gitmek istiyorum”
“ Bir saatten ne olur ki?”
“Onun için olmaz ama benim için çok fark eder”
“Bir saat bir saattir”
“Sen de yaşlı adam gibi konuşuyorsun, bir şişe alıp evde de içebilir”
“Aynı şey değil”
Karısı olan garson “evet değil” diye ona hak verdi. Haksızlık yapmak istemiyordu sadece acelesi vardı.
“Ya sen? Her zamankinden önce eve gitmekten korkmuyor musun ya?”
“Sen bana hakaret mi ediyorsun?”
“Hayır yoldaş, sadece şaka yapıyordum”
Acelesi olan garson metal kepenkleri kapatırken “Hayır, ben kendime güveniyorum, kendimden eminim”
Yaşlı olan garson “gençsin, kendine güveniyorsun ve bir işin var, her şeye sahipsin”
“Ya senin neyin eksik?”
“İşten başka her şey”
“Benim sahip olduğum her şeye sen de sahipsin”
“Hayır benim kendime hiç güvenim yok hem genç de değilim”
“Hadii, saçmalamayı bırak da kapıyı kilitle”
Yaşlı garson “Ben şu geç saate kadar kafede oturanlardanım dedi.
“Yatağa gitmek istemeyenlerden, geceleyin ışık yanmasını isteyenlerden”
“Ben eve gidip yatağa yatmak istiyorum”
Yaşlı garson “seninle öyle farklıyız ki” dedi. Eve gitmek üzere giyinmişti. “Bu bir gençlik ve kendine güven meselesi değil, gerçi ikisi de güzel şeyler. Her gece kafeyi istemeye istemeye kapıyorum gelmek isteyen biri olabilir diye”
“Arkadaşım tüm gece açık olan yerler var”
“Anlamıyorsun, burası temiz ve güzel bir kafe, iyi aydınlanıyor, ışık çok iyi, hem ayrıca ağaçların gölgesi de var”
Genç garson “iyi geceler” dedi.
Öteki “iyi geceler” dedi. Işığı söndürüp kendi kendisine konuşmaya devam etti. Işık da mühimdi tabii ama yerin temiz ve güzel olması da gerekir. Müzik istemez. Kesinlikle müzik istemez. Bir barın önünde vakarla oturamazsın ama burada saatlerce bunu sağlayabiliyoruz. Neden korktu? Bu korku ya da ürkme değil. İyi bildiği bir hiçlikti. Hepsi bir hiç. adam da bir hiç. Tüm istediği temiz ve iyi aydınlatılmış bir yer, belli bir temizlik ve düzen, bazıları bunun içinde yaşar ama fark etmez, ama o hepsini biliyor, Cennet'teki hiçimiz, bize hiçliğimizi ver, günlük hiçliğimizi ver, bu dünyada da öteki dünyada da hiçliğimizi ver, hiçliklerimizi hiç et, bizi hiç gününden kurtar ve bizi hiçten koru Gülümsedi ve parlak bir kahve makinasının olduğu bir barın önünde durdu.
Barmen “siz ne istediniz?” diye sordu.
“Hiç”
Barmen “ kafayı yemiş biri daha” deyip gitti.
Garson “küçük bir fincan” dedi.
Barmen bir fincan doldurdu.
Garson “ışık bayağı parlak ve hoş ama tezgah cilalanmamış” dedi.
Barmen ona baktı ama cevap vermedi. Sohbet etmek için çok geç bir saatti.
Barmen “bir bardak daha ister misin?” diye sordu.
Garson “Hayır teşekkürler” dedi ve gitti. Barları ve meyhaneleri sevmezdi. Temiz, iyi aydınlatılmış bir yer çok farklı bir şeydi. Artık daha fazla düşünmeden evine, odasına gidecek, yatağına uzanacaktı. Ve ancak sabaha karşı uyuyacaktı. Kendi kendine sadece uykusuzluktan olmalı, çoğu kişi bundan muzdarip dedi.

NOT: Hikâye 1. Dünya Savaşı İspanya'sında geçiyor. Hikâyede sözü geçen askerin yanındaki kızın başının açık olması, başında bir bere filan olmaması kızın bir kadın asker yahut hemşire filan değil, bir fahişe ya da benzer biri olduğunu ima etmek amacıyla vurgulanmış. Garsonun “devriyenin onları yakalayacağını” söylemesi de bunu doğruluyor. Asker hızlı yürüyor kızı değil kendi arzularını düşünüyor, kıza bir saygısı yok, kız da ona yetişmeye çalışıyor. Genellikle yazarın romanlarında iki zıt tip kadın oluyor: Ya Meryem Ana gibi masumlar ya da fahişeler. Hikayedeki yeğen masum, evcimen, fedakar kadının sembolü, yaşlı adama bakıyor, onu ipten alıyor vs. Hemingway'in kendisi de Paris'e gitmeden önce savaşa katılmıştı ve Gertrude Stein'ın söylediği gibi “kayıp kuşak”ı temsil ediyor. Bir grup ressam ve yazar savaşla değişen Amerika'daki düş kırıklığını yansıtıyor. Garson bu düş kırıklığının, asker de savaş kültürünün bir sembolü.
" hiç " (NADA) nın anlamı:
Hristiyanların Allah'a ettikleri bir duayı 'Lord's Prayer' (Allah'ım bize rızkımızı ver, günlük ekmeğimizi ver, dünyada olduğu gibi öteki dünyada da bize nimetimizi rızkımızı ver, günahlarımızı bağışla, bizi kıyamet gününden koru bizi şeytandan koru) diyen bir dua ama adam oradaki nimet, ekmek, kıyamet vs. gibi sözcükleri “hiç”' ya da 'hiçlik' anlamındaki 'nada' sözcüğü ile değiştiriyor. Çünkü o da tıpkı yaşlı adam gibi hayattan pek bir umudu kalmamış, dine, dini kavramlara, Allah'a olan inancını yitirmiş, kaybetmiş birisi. Hayatın, her şeyin bir 'hiç' olduğunu düşünüyor. Zaten hikayenin de ana teması yalnızlık, umutsuzluk, anlamsızlık. Yaşlı adam da, yaşlı garson da karanlığı değil temiz, iyi aydınlatılmış yerleri seviyorlar çünkü karanlık ölümü, yalnızlığı, hiçliği çağrıştırıyor.

Ernest Hemingway
Çeviri: Müjde Dural

Resim: Vincent Van Gogh, Kafe Teras'da Bir Akşam

İzleyiciler