Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Halikarnas Balıkçısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2025 Pazar

"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."

    "İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır.
    Hektor savaşa çıkmazdan önce karısı Andromakhe’ye ve bir kadın tarafından taşınan küçük oğlu Astyanaks’a gider. Andromakhe, kocasının ellerini ellerine alarak; 'Ey efendim, sen ki kocam olmaktan başka bana bir baba, bir ana ve kardeş oldun, burada kal, gidip de beni dul, evlâdını da öksüz bırakma' diye yalvarır. Hektor üzülür, öneriyi tatlılıkla reddeder ve kendisine savaş safının önünde bulunmak düştüğünü, öldüğü zaman onun kederinin ne denli acı olacağına üzüldüğünü söyler. (Çünkü Hektor öldükten sonra Andromakhe’nin oğlu Astyanaks, Akha’lar tarafından öldürülecek ve kadının kendisi başka erkeklerin tutsağı ve savaş kazancı olarak köleliğe sürüklenecektir). Hektor karısından ayrılmak üzere dönerken oğlu  Astyanaks’a kollarını uzatır. Babasının şiddetle parlayan korkunç miğferinden ürken çocuk ağlayarak çekinir. Hektor güler, miğferi başından çıkararak yere kor, ondan sonra çocuğu kolları arasına alır, okşar, sonra başını mavi göklere kaldırarak, 'Ey Zeus baba, gelecekteki yıllarda, bu oğlum savaştan dönünce, onu gören insanların, bu delikanlı babasından çok daha öte, demelerini senden yalvarıyorum!' diye dua eder ve çocuğu gülümseyen, fakat ağlayan annesinin kucağına verir. Andromakhe’ye de teselli yollu, 'Ağlama, hiç kimse, yazgısı olmayınca öldürülmez' der. Ve miğferini alarak  ayrılır. Andromakhe ağlayarak ona dönüp dönüp bakar."

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) 

Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi, S. 60-61


13 Temmuz 2024 Cumartesi

Önsöz / Anadolu Efsaneleri


Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa o da Anadolu’dur. 

«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve  filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil mi? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodite’nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden İllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympia’da ilk önce Pelops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, İngiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos  kentinin de Miletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya  göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin  Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...

Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski  efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağına ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele Mekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «Kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum vardı *

(* Çünkü yalnız kadınların dünyaya insan getirdikleri görülüyordu.  Bu işte erkeğin etkisi doğumdan dokuz ay önce olduğu için, erkeğin doğumla, yani yaratmak işiyle ilgisi bulunmadığı sanılıyordu. Erkek kadının önemsiz ayrıntılarından sanılıyordu.)

 Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum gelince,  bu iki anlayış ve din arasında, karşılıklı fedakârlıklar oldu.  Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının

anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra 431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem Ana'nın özelliklerini tayin  için Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı analığı vasfı verildi.

Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.

Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.

Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a mal edilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz,

oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin kendisine ait efsanesini anlatacağız.

Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rast gelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya  uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.

Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.

Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:

Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Her ne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:

Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:

«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü, işte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu Muradius’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.»

Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddi bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat için mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:

«Her ne kadar Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı isek de, bu önemli sorunları incelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apollon söz konusu olunca yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa dağı) Magnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) Magnesia'sı da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos Magnesia’sından mı, yoksa Maiandros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk diye takılmıştır.»

Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz.

Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Her ne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız.

Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce -yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda- Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı.

Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamacasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.

Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), İlliryalı kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için ne gibi çarelere başvurduklarından, Mısır'da sivrisineklere karşı nasıl cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su içtiklerinden, Andromakid hanedanının nasıl pire tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, İskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.

 Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır. O tıpkı Yunus Emre gibi, «Hak bir gönül vermiş bana, ha! demeden hayran olur», diyebilirdi. Yazılarında şu sözler sık sık tekrarlanır durur: «Bana hayran kalınacak bir söz söylendi» «O memlekette hayran kalınacak binlerce şey var» «Hayranlıktan dilim tutuldu» «Çok hayret edilecek bir şeydir ki»... Herodotos’u, zamanının bir Atina'lısı sananlar aldanırlar. Atina’lılardan başka dünyanın bütün insanlarını barbar sayan ve hor gören kibirden onda eser yoktu. (Bu hor görme o zamanın Atina' lılarında da yoktu. Bu özelliği eski Yunanistan’a Doğu’nun sömürgeci zihniyeti yakıştırmıştır) Herhangi bir yabancıda zerrece değer görse hemen ona hayran kalırdı. Hattâ İranlıları pek doğal olarak düşman sayması gerekirken, İranlıların bile hayranıydı ve İranlılarda Greklere üstün bazı özellikler görüyordu. Onları dürüst, cesur ve mert buluyordu.

 Herodotos, her işittiğine inanan, eleştirme, karşılaştırma ve inceleme güçlerinden yoksun bir safdil sayılır. Oysa hiç de öyle değildi. Örneğin Homeros'un deyişine göre dünyanın o zamanlar bilinen yerlerinin bir okyanusla çevrili olduğu sanılırdı. Herodotos, «Ben bu iddiaya gülümserim!» der. Bunu söylemekle Homeros ve Hesiodos gibi kutsal sayılan otoritelere meydan okuyor demekti. Yunanistan’ın en büyük tapınaklarından Delphoi tapınağının kadın kâhinlerinin rüşvet alarak istenilen biçimde kehanette bulunduklarını yazıyordu. O gün bunu iddia etmek, günümüzde hükümetin manevî şahsiyetine

uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.

 Örneğin Troya savaşının Helene adlı güzel bir kızın kaçırılmasından ötürü başladığına, «İnanılır şey değil!» diyordu ve «tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kızoğlan kızın satılmakta olduğunu» yazıyordu. Kserkses’in Çanakkale boğazının üzerine kurduğu köprüyü mahveden fırtına üstüne dolaşan söylentilere göre, fırtınanın üç gün üç gece sürdüğünü, ama kâhinlerin deniz perileri Nereid’lere kestirdikleri kurbanlar sayesinde rüzgârların durduğunu yazıyordu, ama «Bana kalırsa rüzgâr kendiliğinden durdu» diye ekliyordu. Hatta Yunanistan'ın tanrıları için, onların nereden geldikleri ve neye benzedikleri Homeros’un ve Hesiodos'un çağlarına kadar meçhul iken, dört yüz yıl önce bu iki kişinin Greklere tanrılarını yaratıp verdiklerini ve onlara adlarını taktıklarını söyler.

                                       *

Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir

adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır. 

Madem ki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya döner. Ondan sonra İran şahı Sirus’un yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İlyada— Anadolu'da gün yüzü gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka, Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur.

Şubat 1954

Halikarnas Balıkçısı



10 Temmuz 2024 Çarşamba

Çiçeklerin Düğünü



Yüz binlerce ak ve cilalı çiçekleriyle güneşte ya da ay ışığında, pırlantalara bezenmiş gibi pırıl pırıl ışıldayan bir mandalina ya da portakal ağacını gözünüzün önüne getirin. İşte o ağacın üzerinde yüz binlerce düğün yapılmaktadır!.. Ağaç, dev gibi bir düğün evine dönmüştür. Çünkü her çiçek -hangi çiçek olursa olsun-, bir zifaf odasıdır. Orda güveyler, gelinlerle balaylarını yaşarlar. Çünkü hemen hemen her çiçek bal yapar...

Bahar olunca, ağacın damarlarında akan yeşil ateş, çiçeğin ortasında büyük bir sevgi alevi halinde parlar. Bir gelin, bütün aklığının leke götürmez saflık ve doğruluğuyla, orada ayakuçlarına kalkar, korkuyla titrer. Ölümden değil, ölümden de kuvvetli olan hayat ateşinden korkmaktadır. Gelinin çevresini sarı papa başlı adaylar, alev dilleri gibi sarmaktadır. Bunlardan birisi gelini öper. Gelin, kavuşmadan sonra, doğan yeni gün gibi taze, kuvvetlidir... Çünkü bağrında yeni bir hayat taşımaktadır. Ondan bir ateş küresi, bir can bombası, doğan güneş gibi tostoparlak bir portakal doğacaktır.

Sözgelimi yeşil yaprak kilimini yere serip, rüzgârda ince beliyle dans eden bir menekşeyi alınız. Onun rengi, o kopkoyu eflatunluğuyla kokusu kadar hazin ve yaslıdır. Neden? Çünkü orda gelin, dimdik duruşuyla, o yapyalın ve upuzun gövdesiyle en kesin bir bikrin, ufak tefek çapkınlıklara ve duygulara tenezzül etmez üstünlüğünü ve kapalılığını göstermektedir. Onun yolunda can vermeye razı olan damat adaylarının hali yamandır! Çünkü gelinin ballı dudakları, ona abayı yakanların yetişemeyeceği yükseklik ve uzaklıktadır. Karasevdalılar umutsuzdurlar, boyunlarını, dudaklarını uzatırlar. Ama mavi yüksekliklerde, ışığa ve göklere gülümseyen güzel dudaklara yetişmek için kanat gereklidir. İşte onun için adaylar, aşkla yanıp kül olmak üzeredirler. Mecaz değil ha! Birkaç saat içinde kendi hacimlerinden beş on misli fazla oksijen yakarlar.

Adayların özleyiş ve sevgilerinin ateşi, onları kendilerince dile getirir. Gelin, sevginin ve sevgilinin ateşini dimdik duran tepesinden tırnağına dek, boy bosunca dinler. O sevgi, bağrına siner, kanı ısınır. Gönlü ona akar. Çünkü çiçeklerde büyük merhamet vardır. Kokuları, sevgi ve merhametleridir galiba!

İki âşık, kendilerini ölümden kurtaracak olan öpüşte öylece dudak dudağa kalırlar.

Ne var ki; bazen gelin başka, güveyiler de başka çiçeklerde olur. O zaman adaylar, kopup uçmak ve geline ulaşmak özleyişiyle rüzgârda hırçın hırçın çırpınıp dururlar. İnsanoğulları şiirlerinde, sevgililerine, kendilerinden muştular (müjdeler) götürsün diye rüzgârlara, kelebeklere ve kuşlara yalvarırlar. Çiçeklerdeyse, rüzgârların, kelebeklerin ve kuşların muştu taşıyıcılıkları bir gerçek olur! Çırpınan adayların havaya saçtıkları milyarlarca öpücükleri rüzgârlar, arılar, kuşlar ve kelebekler gelinlere taşır. Gelinlerin dudaklarındaki bal, bitki dilinde "kabulümdür" anlamına gelir...

Gece çiçekleri de gündüzkileri tamamlar. "Akşamsafası"nı örnek alalım:

Işığa cevap veremeyecek kadar sıkılgan ve utangaçtır. Gündüz gözlerini yumar, fakat sular karardıkça, kayıp kayıp gelmekte olan loşlukların yumuşak okşayışını duyar.

Fakat gece çiçeği denince asıl, kara çiçekler kastedilir. Onlar, çevre alacakaranlıklaştıkça usul usul kara kirpiklerini aralamaya koyulurlar. Tam karanlık olunca, kara çiçek koyu renkli bir ipeğin üstüne damlatılan esansın lekesi gibi büsbütün açılır. Sanki karanlık içinde, o karanlıktan çok daha derin bir çukur peydahlanmıştır. İşte o zaman gece çiçeği, geceyi geceyle yanıtlamaya koyulur.

Geceleyindir ki; gece çiçeklerinin gelinleri, güzel kokuları ve sevimlilikleriyle karanlıkları araştırmaya koyulurlar. Yıldızlarından bin kat daha derin olan gecelerde, güzellerine, aşkın ve taşkın sevgileriyle yanan zavallı sarı başlı adayların halleri yamandır. Geline yetişebilmeleri için bir mucize yaratmaları gereklidir. O mucizeyi sevgileri başarır. Sevgililer, bakışlarının derin ve karanlık koyunlarında gizledikleri ateşi, yeryüzüne nur iniyormuş gibi meydana verirler. Hani bazen, taş duvarlı bir kulübe içinde, giysilerinden sıyrılan bir kadının ateş aklığı kulübeyi bir fener gibi aydınlatmakla kalmayıp duvarları geçer ve dışarıları da ağartır ya... Çiçek de öyle... Kendisi kapkara kalmakla birlikte, yumuşak bir nur salar. Gece ortasında parlayan bir göz olur.

İşte o zaman, karanlıkta birbirini arayan eller gibi, öpücükler buluşur...

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Çiçeklerin Düğünü, Bilgi Yayınevi

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Gülen Ada


Kimi insan, para pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da musiki âşığı. Deli Davut ise adalar kara sevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar titrerdi. Tan yeri ağarırken adalarla beraber uyanacağım diye çok geceler göz yummazdı. Gecenin loşluğuyla örtülü duran deniz, rüyasına dalmış derin derin uyurken tan ışığını yüksekten kapan adalar, Arşipel’in o kopkoyu çelik mavisinde sanki şafak parçaları gibi parlar ve Davut’a da uzaklardan göz kırparak koyunlarında bir yeni gün daha yaşayacağını ona, gün doğmazdan müjdelerlerdi. Bunu gören Davut, dünyaya yeni gelmişe dönerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında gerili duran telgraf tellerine rüzgâr değince tellerin uzun uzun “viinggg!” diye inlemesi gibi Davut’un da gönlü, titreye titreye ışığa ve açıklıklara uyanır, gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
Ne var ki Deli Davut, Arşipel’in sayısız adaları arasında -yol uğrağı olmayan, ücra bir yerde- asıl Gülen Ada’nın vurgunuydu. Deli Davut, Gülen Ada’ya doğru fırlarken ada sanki onu karşılamak için denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı sarar hem köpükleri hem de çırpıntılarıyla onu gıdıklardı. Salınan ağaç, savrulan dal ve yapraklarla şakrak ada, delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi ada parlayan ışığında kaybolur, koca enginde ufuktan ufuğa çınlayan gülüş olurdu.
Adanın ta açıklarından çınlayan gülüşü ile Deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi. Zaten her şey… deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, gök, ne varsa… pembe bir camdan geçen bir bakış gibi o gülüşten geçerek hep şenlenir gülerdi.
Gülen Ada’nın nerede başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Çünkü adanın kıyıları ve bağrı denizaltı mağaraları ve dehlizleriyle oyuk oyuktu. Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, koyun koyuna fırıl fırıl girdaplaşırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar; sonra birdenbire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş çağlayanı fırlatırlardı. Sular iç içe gökkuşakları yaparken ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan atarlardı. Sanki edepsiz Pan, su perilerine sataşıp çimdiklemişti ve sanki duyulan çığlıklar onların çığlıklarıydı.
İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a, “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu.
Deli Davut’un cevap olarak kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya, bulunduğu yerden tamamen özgür ve soyutlanmış bir varlık veriyordu. Eksper, “Ada ne yapar? Güldüğünü söylüyorlar. Gerçekten güler mi?” diye sordu.
Deli Davut, “Fırlattığı topu ata tuta yapayalnız oynayan bir çocuk gibi gülüşünü fırlatıp tutarak denizlerde tek başına oynar.” dedi.
Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti.
Kocadağ’ın tavrında ve sesinde sahip olduğu otomobillerin, mal ve paraların büyük toplamı sırıtıyordu. İnsan onunla görüşürken bir insanla değil ama otomobillerle, mal ve toprakla ve para kasasıyla konuşmakta olduğunu sanırdı.
Adanın asıl tuhaflığı, adamın adayı değil fakat adanın adamı seçmesi idi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce ada yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saati saatine uymazdı. Burası kararır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır, mavileşir, serap gibi ufka yaslanır, bulut olur yayılır, buğu olur uçar giderdi. Oraya bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için usul usul ayakucuna basılarak gidilirdi. Oysa Kocadağ, otomobilinin parasını sayınca otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına, adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyor. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, Kocadağ’ı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu, başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor, adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek Kocadağ’ın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanıyla şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu. Sudan kaçmak için çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Sandal çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği; dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada, yapyalın sertliğiyle sipsivri sokuculuğuyla, kapkanca tırmalayıcılığıyla Kocadağ’ı tekmeledi, tokatladı, tokatladı, tartakladı ve daldı.
Eksperle birlikte gelen ve adayı göklere çıkarırcasına öven badi badi bacaklı iki yazman (kâtip) bu edepsizlik ve terbiyesizliği ada değil fakat kendileri ediyorlarmış gibi sıkılıp büzülüyor; Kocadağ, düştükçe yerden temennalar sallıyorlardı.
Deli Davut, “Ah efendim, bugüne dek hiç de böyle anırmamıştı.” dedi.
Kocadağ, “Ne zoruma? Bu zırıltıyı niye dinleyeyim? Gider de oteldeki fonogramımı çalarım.” dedi. İki yazman da yerden temenna ederek “İsabet buyururlar efendim!” dediler. Bunun üzerine Kocadağ motora binince Davut’u, kayığı ile adada bırakarak çekilip gitti.
Deli Davut şaştı kaldı. Rüzgâr dindi. Sular karardı. Ada geceye kaydı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fısıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya sessizlik serpiyordu. Titreyen yağmurun her damlası, ay ışığında ince bir gümüş tel oluyordu. Ay ışığı, buğuda bir ebemkuşağı sallandırdı. Sanki ada, milyarlarca gümüş tellerle gökkuşağına asılı salınıyordu. Ada, gelin kuşağının kavisiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş, gülümsüyordu.
Deli Davut, uykusundaki gülümsemenin halesiyle gökkuşağının çemberini tamamlıyordu. Denize düşen çiğ tanesinin ayrılığını denizde kaybetmesi gibi Deli Davut da adanın ayrılığını yitiriyordu. Gündüz, gülüşe gülüşe gelmişlerdi. Ay ışığında ise aynı gülümseme onları birbirlerine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlar da düşlerinde, döne döne gidiyorlardı…
Cevat Şakir Kabaağaçlı
(Halikarnas Balıkçısı)

İzleyiciler