“Dublin’in, bu kentin görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi, Ulysses’e bakarak, yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum…”(James Joyce)
Mıgırdiç Margosyan’ ın yirmi dört ayar tarih ve sosyoloji kıymetindeki kitaplarına bakarak da Diyarbakır’ın Hançepek mahallesi, küçeleri yeniden kurulabilir… Bir kentin hem “sahibi” hem “sakini” olmak nasıl bir şeydir? O, Diyarbakır’ın hem “sahibi” hem “sakini”dir… Hem “gurbet” hem “sıla…” Diyarbakır’ın hem “içinden” hem “dışından…” Hem “bağ elması” hem “dağ elması.” Taşlarda, dillerde, küçelerde nice hayatlar yaşayan kara çocuk… Has hemşehri… Şehr-i emin…“Gâvur Mahallesi”nin özeti...
Saçları korkudan uzamayan çocuklardan mıdır, bilemiyorum… Diyarbakır’da birbirimizin yolunu kesip, iki satır konuşmak için oturduğumuzda ben susarım. Susarım ki, anlattıklarına çırak olup bir şeyler öğreneyim. Ne söylerse dinlerim, bazı cümlelerinde dinlenirim… Ne çıkarsa bahtıma halini baştan bilirim. Mıgırdiç de peşrev olmaz, ne çıkarsa tarihtir çünkü. Dinlemeye geç kalmam, kalırsam tarihe ve hatıralara geç kalmışımdır. Hatırladıklarını dinlerken neleri bile-isteye unutup içine "sır"ladıklarını merak ederim. Hafızasının unutma ve hatırlama biçimlerini nasıl süzgeçten geçirdiğini hissederim. Söylediklerinden çok, söyle(ye)mediklerini dinlerim. Yazdığı kitapları, üç başından, üç ortasından üç sonundan değil, satır/sokak araları dâhil okurum. Resimsiz kitaplarının resimlerine bakarım. Nerede “Öd’den kısaltılmış” bir kilise görsem, korkudan yıkılmış bir Ermeni evi yolumu kesse ilk aklıma gelen Ermenilerdendir. Diyarbakır’da, Hançepek nam-ı diğer “Gâvur mahallesi”ni birlikte gezerken, tarihen ve siyaseten yıkılan bir kilisenin yıkıntıları arasında acılarını izlerken, Ece Ayhan’ın “Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı”, ortakları yerine utandığımı anımsıyorum… (“Yıkıntılarımızda incir ağaçları…” dizesi de geçşin kayıtlara...)
Sur kentinin, sır kentinin sır kâtibidir… Sır sakini… Sakin dedim, çünkü sessiz ve derinden dolaşır sokakları. Hiç fark etmezsiniz, saçak altlarından, kimsenin basmadığı gölgelerden yürür… Sesi uzaklardan gelir, derinden… Sözcükleri kuyuya düşmüştür… Derin kuyulara, ben diyeyim Kenan Kuyusu’na, siz deyin Sır ve Sur Kuyusu’na… Her birinin ardında tarih gizli sözcükleri tek tek çıkarır kuyudan… Ve usul usul ama usulünce boca dere tarihin ve coğrafyanın ortasına. Sözcüklere laf dinletmek kolay iş değildir. Hele o sözcükler pişirilmişlerse, pişmişlerse… Gençliği önüne bakarak yürümekle geçiren Şeyh Galib’ in “Sır şahtır! Ona ihtimam et!” dizesinden el alarak söylemek ona sevgimin kalp borcu… Margosyan sırdır ve yüreğimizde taht kuran bir şahtır, ona ihtimam gösteriniz…
Yıllar, yıllar sonra mahallesinde gezerken hemşehrisi aç-âşık çocukların, onun telefonunu çalmaları neyin ibreti, neyin kıssadan hissesidir… Mıgırdiç’in cep telefonunu alan/çalan Hançepek’i bile geçememiştir. O, tarihte, düz iyilikler kadar düz kötülükler de olduğunu bilir. Kara yoksulluk insanı her şeyi yaptırır, yaptırabilir… “Çalmak” böylesi hallerde usuldendir, yoksulun kafiyesidir. O çocuklara "iyi kalpli kötülük" desem beni ekmek çarpar. Cümle hal insan halidir; gökçekimine tabi olduklarından telgrafın tellerine konamayan çocuklar, işin süsüne kaçarak yerçekimine tabi olup her gün miktarı kâfi telefonun tellerine konarlar. Hem değil mi ki, biz Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarının yalancısıyız… Değil mi ki, “ğırğızlığ” onun çocukluğunun simgelerinden Ermenice, Kürtçe ve Türkçe bilen üç dilli kedi “mestan”dan kalma bir gelenektir. O halde bizim mahallenin “ğırğız” çocukları da bizim mahallenin “ğırğızlanan” mağdurları da alınmasın. Alınırsa, resmi tarihler, sarışın tarihçiler alınsın. Ortadoğu tarihi “çalmalar”, “el koymalar” tarihi değil midir? Dile el koymalar, dilde zorla iskânlar… Tarihe, coğrafyaya el koymalar. (Sivas’ta öldürülen Altıok Metin, “Tarih Üzre” de, “Osmanlılık üç kıtaya yayıldı;/ Ama güngörmüş Anadolu,/ Yine de hiç Osmanlı olmadı.” diye hülasa etmiştir ol hikâyeyi…)
Onu görünce, “Hep kalabalık gezer” diye tasvir edilen ünlü ressam Abidin Dino gelir aklıma… (Hani, Nâzım Hikmet için İstanbul’dan Paris’e midye dolması ve mezeler getirterek incelikleri bile incelten Abidin Dino…) Dino’nun tersidir o, hep yalnız kalmak ister sözcükleriyle. Hatıralarıyla hep yalnız kalmak ister. Yalnızdır ama yanlış değildir. Yanlış yaşamayan ve yanlış yaşlanmayanlar kavmindendir. Tek gezen, menzili tek başına yürüyen yılkı atı; öç bilmeyen göç ve sürgün bilen kervancı. Mesafeli… Hep, ama hep mesafeli; kendine bile mesafeli. Bir rivayete göre "ara bölgesiz" eşik… Ya da mahmur, uykulu bir eşik bölge. Belki de Araf… Kim bilir Araf… İçindeki sıcaklığı esirgeyen değilse de görülen lüzum üzerine gizleyen soğuk demirci. Kalabalıklarla gezmekten haz etmez. Hep mesafeli… Tarih bilgisi böyle gerektiriyor da ondan…
Vakanüvis… Ve seyyah… Ve abdal… Ve Ermeni Çelebiyan… Gezgin anlamında da alçakgönüllü anlamında da Çelebiyan. Yürürken gidiyor mu geliyor mu hiç anlamazsınız. Sadece yol olduğunu, yolcu olduğunu, yolculuk olduğunu hissettirir. Dünyayı dolaşır, dünya mülkünü gezer, ama aklında Diyarbakır’da dükkân açmak vardır… Ben diyeyim eski yazmalardan sahaf, siz deyin eski taşlardan sarraf, küçelerde çok eski, çok kadim, “kirletilmemiş zamanlardan kalma” bir esnaf… Esbabımucibesi uzaklık olan çocuk. Uzak ama bir o kadar yakın. Yakın ama bir o kadar da ama uzak… İyi metinler gibi, yakından okumak zordur. Uzaklaştıkça okunan tablet…
Şık Ermeni… Tavsiye mektubu… Ermeni duvar ustalarının taşları dizdiği gibi döşer bedenini. Tek bir taşın yanlış durmadığı bir zarafet. Sık taşlar ile döşenmiş şık bir avlu. Fularını boynuna, boynunu fularına yakıştıran çok az kişiden biridir. Şair Cemal Süreya gibi onun forslarından birisi de şapkasıdır… (“/…/ Ve Cemal hep bir yerlerde/ Unuturdu o şapkayı/ Ama şapkaydı belki de/ İsteyen unutulmayı// Kolay değildi doğrusu/ Öyle bir başta durmak/ Hem bir şairin forsu/ Hem sıradan eşya olmak” Metin Altıok) Eskidikçe yenileşen, yenileştikçe eskiyen kırmızı yeleği uğurudur. Çok biraz süslü, seyrek saçları divanda dergâhta, uykuda rüyada biryantinli… Saçlarını eski zaman perdelerinin saçaklarına kenar süsü gibi tarar. Süslü abi… Yüzünde bir şark çıbanı vardır ve hiç gocunmadan her zaman yandanşarklı bakar…
Taammüden mi yapar bilmem; acısını şıklığı gizler… Biz onun içini pek göremeyiz ama o bizim içimizi görür. İçe, dibe bakar çünkü… Hapishane diliyle söylersem, dipkapalı… Dilkapalı… Dikkapalı… Resmi tarihe göre sanki “menfi...” Sanki Diyarbakır dışında her yer onun için “menfa”; uzak mekânlar, uzak kaleler… “Kalebend” desem yakışık almaz. Daha büyük bir derde gark olmuş bir halkın çocuklarından; “yanmış” anlamında mektepli suhte olsa da "tahsille elde edilebilen cahiller”den değil. Derviş ama gizli derviş… Sır’ını, sırrını çok sonra, ışıltısını çok sonra verir…
Şarabi… Şarap veya konyak türü şeyler içer… Bardağı zarif tutar. İncitmemek telaşı… Şarabi aşkıya… “Şarap üzümden değil üzüm şaraptan yapılmıştır” cümlesindeki mükemmelliği bilir. Şarap üzümün mükemmelidir. Dilin mükemmeli edebiyat… Hulki Aktunç, “Şaraba gecikenler üzümü sevmez” demiştir… Mıgırdiç abi, şaraba geç kalmaz…
Serabi… Üç zamana kadar iyi görür… Üç boyutlu, düş boyutlu görür. En çok çocukluğunu görür. Yıllar yılı Diyarbakır serabı görür. Nice ölmeler, öldürülmeler duymuştur atalarından, nice sürgünler… Tarihten yetim coğrafyadan öksüz bir halkın çocuğudur. Yürürken geriye her bakışında, sanki çekilen acıları görür…“O kadar ki korkudan uzamıyor saçları” dediği bir nesli anımsatır… Ama tarih biraz da, korkunun korkusuzluğa dönmesi değil midir? (Cemal Süreya’nın “Ödleriyle öten kuşlar” dizesi de geçsin kayıtlara...)
Diyarbakır’a geç kalmaz… Geç kalırsa kendine geç kalır da ondan… Ama kentin ona geç kaldığı çok olmuştur. Gittiği bütün kentlere, Diyarbakır olarak bakar… Valery’nin, “Güzellik hülasa edilemez” has cümlesini bilir yine de, hep Diyarbakır’ın özetini çıkarır. Nereye gitse Diyarbakır, nereden dönse Diyarbakır… Zararın ve zamanın neresinden dönülse Diyarbakır olduğunu bilir. Kârda da zararda da Diyarbakır. Ona, işin mecazına kaçıp “Azınlık kolu başkanı!” desem olmaz; öyle ya kim "az", kim "çok", kim "eski" kim "yeni" belli değil de ondan. Her halk az, her halk çok da ondan. Her dil kadimdir de ondan… Kentin tarih ve hatıra kolu başkanıdır bilene… Onunla konuşurlarken sözcükler toplamak isterim miras olarak… Not alırım aklımın defterine, sonra bir kısmını unutur sormaya utanırım… Bilirim ki, devlete, aşkta, siyasette yenilmenin çaresi vardır. Yenildikçe, yanıldıkça yeniden kıyama kalktıkça, yeniden insan ve isyan dedikçe yeni kendine taşınabilir insan. Ama dilde yenilmek, devlete, aşka yenilmeye benzemez. Dilde yenilen, dili yenilen iflah olmaz da ondan… Mânânın maddenin bağışı olduğunu bilir…
“Abi” derim ona… Dilimin ve gönlümün ucuna gelen sözcük budur. Üç kere abidir benim için. Çoğul abi… Tarih abisidir, bir… Coğrafya abisidir, iki… İlk Ermeni abimdir, üç… Ve nedense, tarihsel ve siyasal benzemezliklerini bile bile, sözcük çağrışımlarının da kışkırtmasıyla Meksika Chiapas ormanlarında Zapatistaların efsane As Kumandande Marcos’tan kinaye “Has Kumandante Margosyan” demek gelir içimden. Ağrılı abidir, sancılı abidir, gün görmüş abidir. Hep birlikte mağluplar kavmindeniz.
“Karahübür” karası esmer çocuk…
Büyüyünce Diyarbakır surlarına sır olacak…
23 Aralık 1938, Diyarbakır… Hançepek Mahallesi nam-ı diğer “Gâvur Mahallesi.” Sıke’den olma, Hıno’dan doğma bir çocuk doğar. Ebesi Kure Mama, komşular ve nenesi ana rahminden bebeği zorla çıkardıklarında, “kara hübür” dutu karası esmer bir bebekle karşılaşırlar. Bir grup koca karı, dişçi babasına müjdeyi yetiştirir: “Gözlerin aydin ola Sıke! Gözlerin aydin. Allah sahan bir oğlan verdi, kapkara bi oğlan…” Birkaç ay önce ölen oğluna “Mıgırdiç” adını koyan babası Sargis Margos, nam-ı diğer Sıke, “haç” deyip “paç” (çaput) demez ve çocuğun adını “Mıgırdiç” koyacağım diye tutturur. Diyarbakır Ermenilerinin biricik papazı Der Arsen seyahatte olduğundan Dört Ayaklı Minare’nin yanındaki Keldani Kilisesi’nin rahibi Ebune Hore’ye koşarlar. Der Ersen’in yokluğunda, Ermenice “aleluye, aleluye” yerine Keldanice “keddişe, keddişe” dualarla vaftiz olmak kader ve kederdir artık. Ebune Hore, ritüel için hazırlıklar yaparken, yüksek sesle sorar; “Çocığın adı nedir?” Kucağında havluya sarılı bebeği taşıyan vaftiz babasının, büyük anasının ve babasının birlikte çocuğun adını söylemeye hazırlandıkları sırada Ebune Hore, kendi sorusuna pişkince kendi yanıtlayarak sürdürür: “Bahan kalırsa adıni Burhan koyağh. Okıla gettığında zorlığ çekmez! Adıni doğri dürıst sölerler. Üstelik Ermeni oldıği da anlaşılmaz, o da rahat eder…” Babasının kadim gâvur inadı tutar ve “Oğlımın adı rehmetli babamın adi olacağ. Adi Mıgırdiç’tir.” deyince akan sular durur. Böylece talihin emri, kederin kavliyle, Keldani Kilisesi’nde vaftiz olur. Çocuk Mıgırdiç adıyla vaftiz edilirken babasının anası Saro nenesi oğlu Sıke’nin kulağına şöyle fısıldar: “Eğer oğlanın adını Mıgırdiç koymiyaydın, sahan sürgınlerde verdığım sütımi helal etmezdim!”
Sonrası mı? Ortaokuldan sonra İstanbul’da Getronagan Lisesi… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü… 1966-72 yılları arasında Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji, Ermeni Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve okul müdürlüğü… Öğretmenlikten istifa ve ticaret… Ve edebiyat… Aras yayınları...
Bu Mıgırdiç, bizim Mıgırdiç Margosyan’dır…
Kabuk bağlamamış sırlardan ve yaralardan bizim mahallenin çocuklarına hatıradır...
Sezai Sarıoğlu, 2009