Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2025 Çarşamba

Nuh'un Gemisi

    Tek tanrılı üç dinin kutsal kitabında da anlatılır Nuh'un hikâyesi. Yeryüzü sularla kaplanınca Nuh peygamber, karısı, üç oğlu ve üç geliniyle birlikte yaptığı dev gemiye binerek bu yıkıcı tufandan kurtulurlar. Dev gemiye her hayvanın erkeği ve dişisini de almışlardır. Böylelikle gemidekiler sayesinde insanlık ve hayvanlar âlemi yok olmaktan kurtulmuş ve yeniden üreyip çoğalmıştır. Nuh'a "Adem'den sonra insanlığın ikinci babası" denmesi de bundandır. 
    Irkların ortaya çıkışı da Nuh tufanıyla açıklanır. Nuh'un oğullarından Sam, Arabistan yarımadasına gider ve Ortadoğu halklarının ortak atası olur. Yafes, Asya kıtasına gider ve Asya halklarının atası olur. Ham ise Afrika'ya yerleşir, siyahilerin atası olur. Bu söylencede en çok dikkat çeken Ham'dır. Zira söylenceye göre Ham, babası Nuh'u çıplak olarak görüp güler. Nuh da ona beddua eder. Afrikalıların siyah derili olması bu bedduaya dayandırılır.
    Sunay Akın'a göre Nuh'un gemisiyle aylar süren seyahati, "tarihin en renkli yolculuğu"dur. Rivayete göre Nuh bu yolculuğun yapıldığı gemiyi servi ağacından yapar. Tahtaların arasından içeri su sızmasın diye içeriden ve dışarıdan ziftlenmişti. Gemi, bir katı insanlara, bir katı evcil ve yabani hayvanlara ve bir katı da kuşlara ayrılmış olarak üç katlıydı. Bazı kaynaklarda geminin altı katlı olduğu yazar. Geminin her katında ışık ve havalandırma için pencereler vardı. 
    Kaynaklarda geminin boyutlarıyla ilgili değişik bilgiler verilir. En sık kullanılan bilgilerse geminin uzunluğunun 300 arşın (135 metre), genişliğinin 50 arşın (22,5 metre) ve yüksekliğinin de 30 (13,5 metre) arşın olduğu bilgileridir. 

    Nuh'un Gemisi'ndeki hayvanlarla ilgili söylenceler:
    13. yüzyılda yaşamış olan İran kökenli Arap yazar el-Kazvanî'nin günümüze kadar ulaşan Acaib el-Mahlukat ve Garaib el-Mevcudat (Acayip Yaratıklar ve Garip Varlıklar) adlı eserinde Nuh'un Gemisi'yle ilgili bir söylence geçer. Zeki Tez'in, başucu kitabı niteliğindeki mükemmel eseri Mitolojinin Kültürel Tarihi kitabında aktardığı söylenceye göre Nuh'un Gemisi'nde hayvan dışkıları çoğalınca, tanrı, Nuh'a filin kuyruğunu çekmesini söylemiş. Nuh peygamber filin kuyruğunu çekince filden biri erkek biri dişi iki domuz çıkmış. Bunlar gemideki hayvanların pisliklerini yiyerek çevreyi temizlemişler. Domuzun burnunu okşayınca burun deliklerinden iki fare çıkmış. Fareler geminin tahtalarını kemirmeye başlayınca tanrı Nuh'a aslanın iki gözü arasını ovalamasını söylemiş. Sonunda aslan hapşırınca aslanın burun deliklerinden, aslana benzeyen hayvanlar olarak biri erkek biri dişi kedi çıkmış ve bunlar farelere saldırmışlar. 
    Söylencelerden eşek de nasibini almıştır. Gemiye binmesi yasaklanan şeytan, eşeğin kuyruğuna tutunarak gemiye binmeyi başardığından, eşek uğursuz sayılmıştır. 
    Avustralya kaynaklı bir anlatıma göre, gerçekte Nuh'un üç gemisi vardı. Biri dinozorlarla, diğeri nesli tükenmiş hayvanlarla dolu olup bunlar aşırı yük nedeniyle batmışlardı. Nuh'un da bulunduğu üçüncü gemi ise kanguru gibi keseli hayvanlar sayesinde havayla dolup şişmiş bot gibi olduklarından batmamış ve tufan sonrası Avustralya'ya inmiştir. 

    Nuh'un Gemisi nereye indi?
    Dünyada, Nuh'un Gemisi'nin indiğine inanılan ve kutsal kabul edilen birçok dağ var. Bunların çoğu Ortadoğu'da, özellikle de Anadolu topraklarındadır. 
    Süphan, Nissir, Cilo ve Cudi dağlarının yanı sıra, Nuh'un Gemisi'nin doruğunda yer aldığına en çok inanılan dağ Ağrı Dağı'dır. Bu söylenceler bilimsel çalışmalara da kaynaklık etmiş, zaman zaman Ağrı Dağı araştırmacıların ve maceraperestlerin akınına uğramıştır. 
    Sunay Akın'ın Bir Çift Ayakkabı kitabında verdiği bilgilere göre Nuh'un Gemisi'nin Ağrı Dağı'ndaki izinin görüldüğü fotoğraf, harita çalışması için dağın üstünde uçan bir uçaktan, o sırada askerlik görevini yapan ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler tarafından çekilmiştir. Ancak bu fotoğrafı yorumlayarak geminin varlığını ortaya atan, harita uzmanı Yüzbaşı İlhan Durupınar'dır. Durupınar şunları söyler: "11 Eylül 1959 Cuma günü çalışmalarım esnasında, Doğubayazıt civarında mezkûr mıntıkanın haritasını yaparken lavlara gömülmüş hakikaten enteresan bir şekle tesadüf ettim. Bu şekil vadide sel ve lav yatağındaydı. Fakat bir kenarını da kısmen lavlar örttüğü için uzun araştırmaların sonunda bu oluşumun lav akıntısından da önce var olduğu kanaatine vardım. Aldığım ölçülerde boyunun 150, eninin 50 metre, yüksekliğinin de dıştan, lavlardan itibaren de 6,5 metre olduğunu gördüm. Bölge Ağrı ve Tendürek etekleriydi. Derhal aklıma Nuh'un Gemisi geldi. Mıntıka ve estetik bakımından bir uygunluk vardı. Sonra düşündüm: Acaba sulara dayanan bu gemi sonradan lavlar tarafından tahrip edilemez miydi? Herhalde edilmedi. Pompei harabelerinde de küllerin muhafaza ettiği ve taşlaştırdığı, yüzünün ifadesi dahi bozulmamış insan cesetleri bulunmamış mıydı?" 
    Nuh'un Gemisi'nin Şırnak'taki Cudi dağına indiği de yaygın rivayetlerden biridir. Şırnak'ın asıl adının "Şer Nok", onun aslının "Şehr-i Nuh" (Nuh kenti) olması gelenekten gelen bir kanıt olarak kabul edilmektedir.
    Tufan olayı dünyanın birçok mitinde de geçer. En bilineni Sümerlerin Gılgamış Destanı'dır. Gılgamış, ölümsüzlük arayışları sırasında tufandan yaptığı gemi sayesinde kurtulan Utnapiştim ve karısını bulup onlara ölümsüzlüğün sırrını sorar. Bir başka tufan miti Antik Yunan'dadır. Zeus insanları büyük bir selle cezalandırır. Selden yalnızca Prometheus'un ölümlü oğlu ve gelini kurtulur. Çünkü Prometheus, oğlu Deukalion'u uyarmış ve gemi yapmasını söylemiştir. Bu mitin devamında insanlık Deukalion ve karısı sayesinde tekrar dünyaya yayılır. Bunlar dışında da Hint, Çin, Avustralya, Meksika ve Avrupa mitlerinde de tufan anlatılarına rastlanır.

Olcay Bağır, Üvercinka Dergisi, Mart 2021, S.23



5 Mart 2025 Çarşamba

Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” Kitabına Sonsöz’ü: "Herkesin Aynı Olmadığına Alışın!.."

Her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve bugünkü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da grup halinde karşısındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alışkanlıkları kapsıyor.

Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de savaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özellikle de, içinde yaşadıkları toplumun kültürüyle içinden çıktıkları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara almadan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıklarını koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.

Böyle ifade edildiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde yaşadıkları halde çıkış kültürlerine duygusal bir bağla bağlı kalanları da -birçokları arasında, bugünkü tanımları olan african americans’la çifte aidiyetlerinin ne olduğu açık seçik ortaya konulan Amerikalı siyahları düşünüyorum- kapsıyor; bu temel ilke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler yüzünden kendilerini “azınlıkta” hisseden, “ayrı” hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından olduğu kadar iç barış açısından da büyük önem taşıyor.

Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üstlenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüyle özdeşleşebilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bulabilmesi ve genellikle olduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yolunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.

Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı ifade yollarının meşruluğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa’nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke olduğundan hiç kuşku yok; bu onun Protestan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan “Voltaire’ci” bir boyutu kabul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu kadarla da kalmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kavrayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği olduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Germen, Kelt, sonra Afrika’dan, Antiller’den, Arapçadan, Slavcadan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.

Burada sadece Fransa’nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı olduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan kopup gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. Ama bu göçmenlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırılıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde yaşadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bunun işleyişindedir.

Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gösteriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini uygun görmeyen Batı Avrupa’da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine referanstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, birleşmeye yaklaştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetlerinin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupalı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan düpedüz çıkacak.

Yeni Avrupa’yı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülkelerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için yeni bir kimlik kavramı yaratmaktır.

Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girmenin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim gözümde önem taşıyan, kimliğin “işleyişi”-‘n bir yönüne değinmekle yetiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi olduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korursunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamıştır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, Torino’ya ve onun geçmişine duyduğu özel sevgi içinde saklı kalsa da, Venedik’in ve Napoli’nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bulacak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıymış gibi davranan genç Avrupalılar tanıyorum.

Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya “vatan” ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına “vatandaş” diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.

Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.

İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik etmekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her paragrafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda bu sayfalarda gerekli tonu -ne fazla soğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en doğru formülleri bulduğumdan emin değilim. Ama bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim.

Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun diye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.

Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler



29 Ocak 2025 Çarşamba

Kitap Endüstrisi / Şeyleşme

Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. 

"Kitap endüstrisi yalnızca bir dogmayı üretmekle kalmaz, aynı zamanda dışında kalanlara çok küçük bir alan bırakır. Kitapçı zincirleri vitrinlerini ve sergileme stantlarını en yüksek teklifi verene satarlar, böylece halk, yalnızca yayımcının ücretini ödediği eserleri görebilir. Dolayısıyla, çok satan olduğu duyurulan kitapların oluşturduğu yığınlar bir kitap dükkanındaki alanın çoğunu kaplar. Her birinin üzerinde, aynen yumurtaların üzerindeki gibi bir 'son satış' tarihi vardır ki, bu da üretimin sürekliliğini teminat altına alır. Sözümona düşük kültürlü okurları hedef alan genel gazete politikasının baskısı altındaki kitap ekleri, benzer 'fast-food' kitaplar için günbegün daha çok alan ayırarak 'fast-food' kitapların da modası geçmiş herhangi bir klasik kadar değerli olduğu ya da okurların 'iyi' edebiyatın keyfine varacak denli akıllı olmadığı izlenimini yaratırlar. Bu son nokta çok mühimdir: Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. Entelektüel ve estetik kabiliyetlerimizi, yaratıcı algımızı ve dil kullanımımızı bireysel ya da kolektif olarak köreltmek ve nihayetinde söndürmek, muazzam bir zaman ve çaba gerektirir.

Günümüz yayıncılık endüstrisinin büyük çoğunluğu, engin ve derin kitaplar okumayı teşvik etmek yerine, tek boyutlu nesneler, yüzeyden ibaret olan ve okura keşif imkânı tanımayan kitaplar yaratmaktadır.

Formüllere başvurarak yazmayı reddeden sayısız yazar olduğu ve kimisinin bu yolla başarı kazandığı muhakkaktır; ancak bugün büyük yayıncılık şirketleri tarafından üretilen kitapların çoğu, değişmeyen bu endüstriyel modeli izler. Okuyan kesimin büyük bir kısmı bu nedenle belli türden bir 'konforlu' kitap beklentisinde olacak biçimde eğitilir ve daha da tehlikeli olan, okurların kısa betimlemeler, televizyon dizilerinden kopyalanmış diyaloglar, tanıdık marka isimleri ve dolambaçlı yollar takip eden olay örgüleri peşinde, çetrefilliğe ya da belirsizliğe asla izin vermeyen belli türden 'konforlu' okumalara alıştırılmasıdır.

Alman felsefeci Alex Honneth, György Lukacs tarafından geliştirilen bir terimi kullanarak, bu süreci 'şeyleşme' olarak adlandırır. Lukacs'ın şeyleşmeden kastı, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir. Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan. Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer. Honneth bu kavramı, öteki'ne, dünyaya ve kendimize dair algılayışlarımızı da kapsayacak biçimde genişletir, diğer bir deyişle, insanları ve var oldukları alanı yaşayan varlıklar olarak değil de tekil kimliklerden yoksun şeyler ya da nicelikler olarak gören bir toplum anlayışını katar kavrama. Honneth'e göre bu kavramların en tehlikelisi 'kendi kendine - şeyleşme' dir ki bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, role-playing video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Ben bunlara, zekamızı yadsıyan ve hak ettiğimiz yegâne hikâyelerin bizim için önceden sindirilmiş hikâyeler olduğuna bizi ikna eden edilgen okuma alışkanlıklarını da ekleyeceğim.

Bu edebiyatın her edebi türde örnekleri vardır; duygusal kurmacadan kana susamış gerilim romanlarına, tarihi aşk romanlarından mistik palavralara, gerçek itiraflardan gerçekçi dramaya kadar. 'Satılabilir' edebiyatı eğlence, dinlence ve meşgalenin, dolayısıyla toplumsal açıdan yüzeysel ve nihayetinde lüzumsuz olanın alanıyla katı bir biçimde sınırlar. Gerek yazarları gerekse okurları çocuklaştırır; ilkini yaratımlarının daha iyi bilen biri tarafından hale yola sokulması gerektiğine inandırır; diğerini ise daha zekice ve karmaşık anlatılar okuyacak denli akıllı olmadığına ikna eder. Bugünün kitap endüstrisinde, hedef kitle ne kadar geniş olursa, yazardan da o kadar itaatkâr bir biçimde, basit olgusal ve dilbilgisel düzeltmeler kadar olay örgüsü, karakter, mekân ve başlık değişikliklerine de karar verme gücüne sahip editörlerin ve kitap satıcılarının (son zamanlarda aynı zamanda edebiyat ajanslarının) talimatlarına uyması beklenir. Bununla birlikte, bir zamanlar anlaşılması güç ya da akademik olarak değil de yalnızca zekice olarak nitelenen kitaplar bugünlerde esasen üniversite yayınevleri ve mucizevi bütçeleri olan küçük firmalar tarafından yayımlanıyor. Aldous Huxley'nin 1932 tarihli romanı Brave New World'deki denetimci, bu taktikleri kısa ve öz bir biçimde şöyle açıklar: 'Bu, istikrar uğruna ödememiz gereken bir bedeldir. mutluluk ve yaygın deyişiyle yüksek sanat arasında bir seçim yapmak zorundasın. Biz yüksek sanatı feda ettik.' "

Alberto Manguel

11 Aralık 2024 Çarşamba

Özgürlük

Ve bir hatip "Bize özgürlükten bahset." dedi. Ve o cevap verdi:
"Şehir kapılarında ve sıcak yuvanızda yere kapanıp, özgürlüğünüz için dua
ettiğinizi gördüm:
Tıpkı, kölelerin kendilerini kılıçtan geçiren bir zorbanın önünde eğilmeleri ve onu
övmeleri gibi...
Sık sık, tapınağın korusunda ve kalenin gölgesinde,
aranızda en özgür geçinenlerin,
özgürlüklerini bir boyunduruk ve
bir kelepçe gibi taşıdıklarını gördüm.
Ve kalbim kanadı; çünkü ancak özgürlük arayışında hissettiğiniz
derin arzu size gem vurduğunda ve
özgürlükten bir amaç ve bir bütünleniş
olarak bahsetmeyi terkettiğinizde,
gerçekten özgür olabilirsiniz.
Siz, günleriniz endişesiz ve geceleriniz bir istek ve üzüntüden uzak olduğunda
özgür olacaksınız.
Yazık ki, bu tür duygular yaşantınızı kuşak gibi sarmakta... Yine de, örtüsüz ve
bağsız, bunları aşabilirsiniz.
Ve siz, günlerinizin ve gecelerinizin ötesine,
anlayışınızın şafağında öğle aydınlığını çepeçevre
bağladığınız zincirleri kırmadan nasıl yükselebilirsiniz?
Gerçekte, özgürlük dediğiniz, halkaları güneşte parlayıp gözünüzü kamaştırsa da,
bu zincirlerin en kuvvetlisidir.
Ve özgür olmanız için terketmeniz gereken, kendi benliğinizin parçalarından
başka ne olabilir?
Eğer geçersiz kılmak istediğiniz adaletsiz bir kanun varsa, bunu alnınıza kendi
ellerinizle, bizzat siz yazdınız.
Bu kanunu, hukuk kitaplarınızı yakarak
veya denizin bütün suyunu bile kullansanız,
yargıçlarınızın alınlarını yıkayarak yok edemezsiniz.
Ve devirmek istediğiniz bir despot varsa, önce onun sizin içinizde kurduğu tahtı
devirmeye bakın.
Bir zorba, özgür ve gururlu olana, eğer
özgürlüğünde zulüm ve gururunda utanç taşımasaydı,
nasıl hükmedebilirdi?
Ve eğer, üzerinizden atmak istediğiniz bir endişeyse,
onu kendinizin seçtiğini, kimsenin size yüklemediğini unutmayın.
Ve kurtulmak istediğiniz bir korkunuz varsa,
o korkunun merkezi sizin kalbinizdir,
yoksa korkulanın avuçları içinde değil.
Herşey, varlığınızın içinde yarı kucaklanmış olarak dolaşır durur:
istenen ve korkulan, nefret edilen ve baş tacı olan,
takip ettiğiniz ve kaçmak istediğiniz..
Bunlar içinizde, ışıklar ve gölgeler gibi, birbirine yapışmış çiftler halinde hareket
ederler.
Ve gölge soluklaşıp kaybolduğunda, can çekişen ışık, bir başka ışığa gölge olur.
Ve sizin özgürlüğünüz, prangasından kurtulduğunda, daha büyük bir özgürlüğe
pranga olur."

Halil Cibran, Ermiş, Anahtar Kitaplar, S.8-9


7 Eylül 2024 Cumartesi

Peynir Kuşu / 189. Ada

 - Bir kadının yüreğini asla yerle bir etmeyeceksin.

- Yüreklere basmayınız. [Veysel Çolak / Buna Aşk Demeli]

- İçimde yine kedi yavruları boğuyorlar, engel olamıyorum. Her yerimden bağlanmışım bu hayata, çekip çözemiyorum, bir türlü göremediğim o lanet ipleri. İçime işleyip kesiyor. Hem de derin ve ipince. Oyuyor yüz binlerce yılı ve yolu kaburgalarımın arasına. Sıkı tutunamıyorum aşka, ters yüz oluyor her seferinde. [Ezgi Dilan Durmuşoğlu]

- Hepimizin bağcıkları var, hatta boğazımıza sarılan halatlar... Sana sarılan, aşkın hüzün delisi yüreği... Yüz bin kere yaşasan her sefer bulup seveceğim yüzünü ve yüreğini.

- Med-cezir halinde olmaktan nefret ediyordu. En güzel anların katili oluyordu her defasında. Aşk ve ölümün cevapları tabii ki ürkek olacaktı. Kısa zamanda adamla dolup taşmış buna rağmen kendini aşamamıştı.

- Kendini ipsiz çıkrık gibi hissetmeye sanki özel çaba gösteriyordu.

Can Adalı, Peynir Kuşu, S.230, Ada Kültür Sanat Kitaplığı

Fotoğraf: Ara Güler


8 Ağustos 2024 Perşembe

Evimiz neresi?

Ben Kapadokyalıyım. Anadolu’nun ortasında bir yerdir Kapadokya. Eski adı Evenez ya da Venessa olan Avanos isimli küçük bir kasabada doğdum. Altı yaşımdayken, evlerimiz su ve nem yüzünden oturulamaz hale gelince mahalleler afet bölgesi ilan edildi ve birçok aile gibi biz de Ötegeçe’ye, Avanos’un yeni kurulan bahçeli evlerine göç ettik. 

İlk göçümü demek ki çocuk yaşlarımda yaşamışım. Babamla vefat etmeden önceki konuşmalarımızda ailemizin köklerini sorduğumda annesinin yani ebemin kasabamıza yakın Cemel isimli bir köyden gelin geldiğini, dedelerinin devecilik yaptığını, köyün adının da burdan geldiğini söylemişti. Belli ki köklerimiz Türkmenistan, Suriye ya da Irak gibi bölgelere dayanıyordu. Uzak atalarım oralardan göçüp gelmişlerdi. Elbette yaşamak ve ayakta kalabilmek için. Ya bir kuraklık, ya bir salgın hastalık ya da Moğol istilası büyük büyük dedelerimi Avanos’a kadar getirmişti. 

Gerçek evimiz neresiydi acaba? Ya da "gerçek ev" diye bir mekân var mıydı? Çok uzun yıllar sonra nakliyecilik yapan abim kamyonuyla Irak Türkmen bölgesine yük taşıdığı günlerin birinde yolda yürüyen bir adamın arkasından koşup "baba!" diye bağırarak durdurduğunu anlatmıştı. Adam adeta ikizi gibi babama benziyormuş. Abim ihtimal çok eski akrabalarımızdan birisiyle karşılaşmıştı. Annem dağa, taşa, toprağa, bahçedeki domatese, akan suya, benim ders notlarıma bile dualar okuyan inançlı bir insandı. Ama çocukluğumuzun en keyifli ve unutamadığım günlerinden birisi yılın belli haftasında annemin renkli yumurtalar kaynatmasıydı. Yıllar sonra öğrendim ki bunlar paskalya yumurtalarıymış ve ihtimal Müslüman olmayan komşularımızdan bize kalan bir kültür ve lezzetmiş.

Evet, o topraklardan 1922-23 yıllarında bir gecede komşularımızı "artık burası sizin yurdunuz değil" diyerek bir başka ülkenin topraklarına göç etmek zorunda bıraktık. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularımızı. Benzer bir uygulama da gittikleri ülkenin topraklarında yüzlerce yıldır sakin ve mutlu bir biçimde yaşayan Müslüman bir topluluğa dayatıldı. Onlar da göç ederek eski komşularımızın boşalttıkları evlere yerleştiler. Adına "mübadele" denen bu acımasız değiş tokuştan çocukluğumuzun renkli paskalya yumurtaları kaldı. Unutulmaz dostluklarını bırakarak göçe zorlanan komşularımızsa gittikleri ülkenin yeni göçmenleri olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Geldikleri köy ve kasabaların ismini verdikleri yeni köyler, kasabalar kurdular ve adına ‘’rebetiko’’ denilen dünyanın en güzel ve hüzünlü müziğini yaratarak çalıp söylediler.

60’lı yılların sonunda Türkiye’den Almanya ve başka Avrupa ülkelerine işçi göçü başladı. Tarımda makinalaşma sonucunda Anadolu toprakları kendi insanlarını doyuramaz olmuş, yoksul ve işsiz insanlar İstanbul’daki fabrikalarda ucuz işçi olmak ya da Almanya’ya misafir işçi olarak gitmek için göç etmek zorunda kalıyorlardı. Akrabalarımın çoğu Almanya, Hollanda ve Fransa’da uzun yıllar işçi olarak çalıştılar. Dönenlerin çoğu yorgun, hasta ve mutsuzdu. Çocukluğumun en önemli işlerinden birisi de Almanya’ya işçi olarak giden akrabalarımın buradaki okuma yazma bilmeyen yakınlarına gönderdikleri mektupları okumak ve onların cevabını yazmaktı. İki yılda bir ancak on beş gün kadar Türkiye’ye dönebilen ve yanlarında getirdikleri naylon gömlek, çukulata ve filtreli sigaralardan kim oldukları anlaşılan "Alamancı" işçilerden geriye kederli eşlerinin onlar için yaktığı türküler kaldı:

"Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi,
Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin, böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…"

Ama, Türkiye’ye dönmeyen üçüncü ya da dördüncü kuşak gençlerin Almanya’nın kültürel hayatında aldıkları yer ise adeta bir mucizeydi. Bugün edebiyat, müzik ve sinemada birçok Türk asıllı sanatçının ismini gördüğümde bu hikâyeler ve türküler gelir aklıma.

Büyüdüm İzmir’e göçtüm, okudum doktor oldum, mecburi hizmet için Anadolu’nun ortasında bir kasabaya tayin ettiler. Yine "göç etmiştim" işte.

Kasabada sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Bir gün eskiyen ayakkabılarımı bir kundura tamircisine götürdüm. Bir hafta sonra yenisinden bile güzel hale gelmiş ayakkabım beni bekliyordu. Ayakkabıcıya şaşkınlıkla sormuştum: "Ne güzel olmuş! Sen bunu kimden öğrendin ustam?" Ayakkabıcı, 'Ustam bir Ermeniydi, çok iyi bir ustaydı, ondan öğrendim' dedi. “Sonra ne oldu ustana?' sorusunun cevabı 'Ne olacak, göç ettiler, çekip gittiler' olmuştu. Giden ayakkabı ustaları yaşamlarını sürdürebilmek ve bir başka yerde daha iyi ayakkabılar yapabilmek için göç etmek ve belki de göç yollarında hayatlarını kaybetmek zorunda kalmışlardı. Ankara ve kasabalarında uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra 1990 yılında İstanbul’a göçtüm. Daha iyi yaşamak, istediğim gibi hekimlik yapmak ya da iyi bir sinemacı olmaktı hayalim. Senaryolar yazıp filmler çekmek istiyordum. Hekimdim, işsizlik diye bir problemim belki yoktu ama daha iyi yaşam koşulları için gelmiştim İstanbul’a. Hastalarım da benim gibi Anadolu’dan ekmek parası için, çoluk çocukları için, geçim derdiyle gelmişlerdi. İstanbul’un etrafında küçük Anadolu kentleri örülüyordu ve adına iç göç denilen bu hareketin bir tek amacı vardı: Yaşamak… Daha iyi yaşamak…

İstanbul’un kenarına konuşlanmış Anadolu’dan göçmüş hemşehrilerimle buluştum. Onların evlerine, derneklerine, düğünlerine, cenazelerine gittim. Poliklinikler, sağlık merkezleri ve hastane kurdum. Öyle ya da böyle, hepimiz de İstanbul’un yeni göçmenleri olarak kendimize yer yurt edinip, güç sahibi olup bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyorduk.

1995 yılında tüm bunlardan vazgeçip sinema için Fransa’ya göçmeye karar verdim. Sadece yapmak istediğim bir işi en iyi burada yapabilirim inancı değildi, hayallerimin arzularımın da dayatmasıydı bu. Sorbon’a dil eğitimi için kayıt yaptırdım. Okula başladım. 

Paris’te 1980 faşist askeri darbesinden kaçıp gelmiş, yani zorunlu göç etmiş mülteci bir arkadaşımın evinde kalıyordum. Uzun yılların Türkçe hasreti belki benim Fransızca öğrenmemi engelliyordu ama en azından memleketten getirdiğim rakının yanında olmazsa olmaz beyaz peyniri evin yanındaki Ermeni bakkaldan alabileceğimi hemen keşfetmiştim. Bizden daha önce göç etmek zorunda kalmış Anadolulu bir Ermeniyle yine ortak bir kültürde buluşmuştuk. Renkli Paskalya yumurtalarına beyaz Ezine peyniri de eklenmişti.

Artık İstanbul’dayım. Yaklaşık dört beş sene önce İstanbul’a yeni göçmenler geldi. Bu kez yaşadığımız dış göçtü. Savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler çoluk çocuklarını alarak yanı başımıza kadar göç edip gelmişlerdi.

Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım. Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni."Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmeti vs. Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven… Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri. ”Neden’ der gibi baktım yüzüne.

“Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar' dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu. O günlerde yazdığım bir yazıda, ‘’çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir?’’ diye sormuştum. 

Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?

Şu kısacık yazıda bile göç kelimesini ne kadar çok kullanmak zorunda kaldığımı fark ettim, ne yazık!

Lévi Strauss’tan ödünç alacağım bazı kavramlar olacak şimdi: 

'‘Kültür belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamıdır. Toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdir. Kültür düzen yaratır. Toprağı ekip biçer, yollar, şehirler yaparız. Nesneler icat eder, imal ederiz. İnsanların yeryüzüyle kurduğu ilişkiden kültür doğar. Böylelikle bir düzen yaratılır, birikim sağlanır ve hafıza oluşur."

Hafızanın beyinle bir ilgisi yoktur. Hafızanın evi insanın kalbidir. Hafızasız bir toplum kalpsiz bir toplumdur. Hafıza vicdan demektir ve galiba vicdansız olmakla malulüz artık.

“Toplumlar ise entropi üretirler. Güçlerini dağıtır, toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bir yerlerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Baştaki temel alınan değerler yozlaşır. Toplumlar çatılarını git gide kaybeder, darmadağın olur ve bireylerin yerini kimliksiz atomlar alır."

Bugünlerde tüm dünyanın yaşadığı gibi. Tekrarı ve provası olmayan bir hayatı hakkıyla yaşayıp gitmekten başka bir seçeneğimiz yok, bundan eminim. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzundur çünkü!

“Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. İnsan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır."

Bu yaşam denilen bilinmez yolculukta kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. İnsanın vicdanı buna bağlıdır ve onunla var olur.

Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz.

Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

Biz bir aileyiz.

Hiç birimizin göçmen kuşlardan bir farkı yok! 

Göçmen kuşlar binlerce yıldır oradan oraya göç ediyorlar, onlara soruyor musunuz nereye ve niye göç ediyorsunuz, eviniz neresi diye!

Çünkü, tüm dünya evimiz bizim…

Ercan Kesal

(Bu yazı, Ercan Kesal'in 13 Kasım 2019 tarihinde Paris/Sorbon'da düzenlenen "Migrations et Langues" başlıklı toplantıda yaptığı konuşmanın kısaltılmış halidir.)



26 Temmuz 2024 Cuma

Yılanı Öldürseler

“Yılanı Öldürseler”in konusu kısaca şöyle özetlenebilir: Çok güzel bir kız olan Esme'yi, ailesi, sevdiği adama, Abbas'a vermiyor. Abbas birkaç kişiyi yaralayıp hapse düşüyor. Bu sırada Esme'yi zorla bir başka adama Halil'e veriyorlar. Bu evlilikten Hasan doğuyor. Abbas, hapisten çıktığında Halil'i öldürüyor, kendi de öldürülüyor. Fakat Halil'in ailesinin ve köylünün gözünde asıl suçlu Esme'dir. Öldürülmesi gerekmektedir. Halil'in yakınları, Esme'nin kardeşlerinin, akrabalarının intikamından korktukları için bunu göze alamıyorlar. Öyleyse Esme'yi, oğlu, Hasan öldürmelidir. Romanda anlatılan, Hasan'ın bu cinayeti işlemeye zorlanmasıdır. Sonunda Hasan, öldürüyor anasını. 
Konu bu. Ama bir romanın, hele Yaşar Kemal'in bir romanının konusu anlatılmakla hiçbir şey anlatılmış olmuyor. Çünkü Yaşar Kemal bir dil ustasıdır. Çarpıcı bir doğa betimcisidir. Tip yaratmada, psikolojik ayrıntılara inmede bizim edebiyatımızda da, dünya edebiyatında da eşine az rastlanır bir ustalığın sahibidir. İnce Memed'in, Orta Direk'in, Teneke'nin, öykülerinin, röportajlarının, destanlarının benzersiz tiplerine, unutulmaz doğa betimlerine, yenileri ekleniyor Yılanı Öldürseler'de. Ama bu kadar değil. Bu küçücük roman, boyutlarına nasıl sığdırıldığı şaşılası bir sorunsalı da içeriyor. Bu açıdan, Yılanı Öldürseler, Yaşar Kemal'in dev boyutlu yapıtlarıyla yarışıyor ve belki onları aşıyor bile denilebilir. İnce Memed, yazarın yukarda söz ettiğim özelliklerinin, dil, doğa betimi, tip yaratma ve psikolojik ayrıntılara inme ustalıklarının, toplumsal bir sorunsalla kaynaştırıldığı büyük boyutlu bir yapıttır. Orta Direk ve öteki büyük boyutlu romanları için de buna benzer şeyler söyleyebiliriz. Buna karşılık, daha küçük boyutlu yapıtlar olan Teneke'de toplumsal sorun, Ağnı Dağı Efsanesi'nde üslup özellikleri ön plandadır. Yılanı Öldürseler'de ise, Yaşar Kemal üslubu ve dili, (sinema ya da bilinç akımı tekniği diye tanımlanabilecek yeni özelliklerle birlikte), canalıcı bir toplumsal sorunla, alabildiğine yoğun bir bileşime ulaşıyor. “Yılanı Öldürseler”in Yaşar Kemal için de, edebiyatımız için de yeni, çarpıcı, çok önemli bir yapıt oluşu buradadır; yazarı edebiyatımızda benzersiz kılan üslup, tip yaratma, psikolojik ayrıntılara inme ve doğa betimciliği ustalıklarının, herbiri ayrı ayrı irdelenmesi gereken yeni teknik katkılarla zenginleşerek, çok açık, net bir toplumsal sorunla ve bildiriyle kaynaştırılmış olmasında. 

Hasan uzun bir süre zorlamalara direniyor. Annesini öldürmek istemiyor. Bu düzyazı cümleleriyle de bir şey anlatmış olmuyorum. Hasan nasıl zorlanıyor? Yazarın ustalığı bunu anlatışında. Bir karabasan ortamı çiziliyor böylece. Düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir dünya. Öldürülen babası ak bir kefene bürünüp geliyor, birgün köpek kılığına, birgün kartal kılığına giriyor. Kertenkele kılığına girip melül melül bakıyor oğulunun yüzüne, dua eder gibi kaldırıp indiriyor başını. Yılan kılığına giriyor acısından. İntikamının alınmasını istiyor. Çünkü böyle söylüyorlar Hasan'a. Düşle gerçeğin, doğayla insanın, hayatla ölümün karıştığı bir feodal değerler dünyası çullanıyor üstüne Hasan'ın. Hasan'ın iç dünyasıyla dış dünya da karışıyor birbirine. Ona söylenenler nelerdir, Hasan'ın kendi kendi düşünceleri nelerdir, bunlar da birbirine karışıyor. Bir tek şey bellidir: Hasan'ın annesini öldürmek istemediği. Çünkü dünya güzelidir Esme, anaların en güzelidir, en iyisidir, tutkundur oğluna, oğlu da ona. Hasan tüfeğiyle kurda kuşa ateş ediyor. Babası kılığına girebilecek ne varsa. İçinin boğuntusundan dağlara vuruyor kendini. Ve burada, Toros'ların eşsiz güzellikte betimleri. Bir yazı ustasının halkına armağan edebileceği en güzel şey: Yurdunun doğasını ölümsüzleştirmesi. 
Sonunda Hasan öldürüyor anasını. Çünkü bu kez, Esme'nin önüne gelen erkekle düşüp kalktığını söylemişlerdir ona. Ve Hasan ergenlik çağına girmiştir artık. Ve tutkundur anasına. Roman buralarda biraz uzasa, “oidipus karmaşası”nı anlatan bir roman deyip rahatlayacağız. Hayır. Birkaç sayfa içinde olup bitiyor her şey: 

 “...Ne dersin buna Hasan.. Babanın kanı yerde kaldı, anan dünya güzeli, kimse ona kıyamıyor, kıyamasınlar. Ya sen, sen ne olacaksın, elin yüzüne nasıl bakacaksın şu dünyada? Herkes senin ananı... Sana orospu analı Hasan demezler mi ölünceye kadar. 

…...Birden bu konuşmalar kirp diye kesildi. Köy bir ıssızlığa büründü ki çıt yok. Hiç mi konuşmuyordu köylü ya da Hasan'a mı öyle geliyordu. 

…..Anasını görünce delicesine ürperiyor, titriyor, korkuyor, kendisinden geçiyor, ondan ayrılınca bomboş kalıyordu... Anası tandıra eğilip eğilip kalkıyordu. Hasan titriyordu, ürpermişti. Etleri çekiliyordu. Başı dönüyordu. Gözlerinin önündeki yalımların içindeydi anası... Birden elindeki tabanca ateş aldı. Bir çığlık koptu. Bir daha ateş aldı, bir daha... Anasının tandıra girmiş başındaki saçlar yanıyordu...”

Yılan, kazanıyor sonunda. Yılanı öldürseler, Hasan kurtulacaktı.

“Politika”, 4 Ekim 1976
Ataol Behramoğlu, Mekanik Gözyaşları, S.57-59, Cem Yayınevi, 1990

28 Aralık 2023 Perşembe

Dolmakalemlerim

   Ben de herkes gibi kurşun kalemle yazmaya başladım. Sonra dolmakalemle devam ettim. Sonra daktiloya geçtim. Şimdi yeniden dolmakaleme döndüm.
    Yazı dersinde öylesine umutsuz bir öğrenciydim ki, yalnız sıra, defterler, kitaplar değil, üstüm başım, ellerim, sürekli mürekkep lekeleriyle kaplı olurdu. Bir gün ellerimi gören cici annemin (anısı bin yaşasın!) üniversiteli oğlu Galip (Dolun) ağabeyim bana bir dolmakalem armağan etti. Kalem, silgi, kalemtıraş, fırça, boya, (daha sonraları) çakmak, pipo, çanta yitirme şampiyonu olan ben o dolma kalemi yıllar boyunca korudum. Yanılmıyorsam bir Parker'di. Kahverengi. Bakalit. Daha sonra, ortaokulda çok güzel yazan bir Parker'im oldu. İlk şiirlerimi, öykülerimi bu kalemle yazdım.
    İlkokuldan beri kurşun kalemle yazmayı sevmedim.  Kurşun kalemin kendisini çok sevdiğim, hâlâ satın aldığım halde.  Ama hiçbir yazımı, hattâ mektubumu kurşun kalemle yazmış olduğumu sanmıyorum. Boy boy, sınıf sınıf kurşun kalemler, kalemtraşlar,  yalnızca kalem açmak için kullanılan ince, keskin ağızlı çakılar, silgiler… Tüm bu “rituel"e, çocuk yaştan bu yana “mânen ve maddeten” sahibim.
   Ama kurşun kalemle yazamam. Dahası sol elinde silgi, sağ elinde kurşun kalem, yazan, silen yazarlardan da hoşlanmam. Nedenini bilmiyorum. (Bunun için de bir psikiyatra gidecek değilim.) Ben, yazdığımda, tüm yanlışlarım, düzeltmelerim kağıdın üzerinde görülsün isterim. Daktiloda yazarken de yanlışları örten kapatıcılardan hoşlanmam.
    1959 yılına değin tüm yazdıklarımı dolmakalemle gerçekleştirmişimdir. O yıllar Avrupa’da tükenmez kalem yıllarıdır. Benim de Paris yıllarım. Hatırlarım, ünlü tükenmez BİC bir frank. Kuşkusuz ben de Bic kullanmışımdır. Ama severek, benimseyerek değil. Benim sadık yârim o yıllarda da bir dolmakalemdi. Ama 1959'da Zürih'te aldığım, Türk klavyeli Hermes Baby, uzun yıllar dolmakalemlerime rakip oldu. Benim açımdan bir ihanet değil, bir zorunluluktu söz konusu olan. El yazım öylesine okunaksızdı ki, mektup yazdığım dostlarım bile daktiloyla yazmamı istiyorlardı. Sonunda, bir yolculuğa çıkarken, Parker'lerimi, Watermann'larımı ceketimin iç cebine yerleştiriyor, ama elime hermes Baby'mi de alıyordum. Bu açık fıstık yeşili metal kutu içindeki daktilo, tam yirmi beş yıl boyunca, nereye gitsem (tüm Avrupa ülkeleri, Amerika, ve tabii Hakkâri) yanımda oldu. Hakkâri'de Bir Mevsim filminde. Genco Erkal'ın başına geçip, sevgilisine mektup yazdığı daktilo, bu emektar Hermes Baby'dir.
    Bu tür anılara bağlı bir nesne fetişizmi yoktur bende. Ama nicedir pes etmiş bu daktiloyu kaldırıp atmak içimden gelmiyor. Ben yaşadıkça, o da, evimin bir köşesinde duracak. O, kendisiyle dolmakalemlerimi aldattığım için, bense artık onunla yazamadığım için biraz suçlu, birbirimize bakıp durduğumuz olmuyor değil. 
  Hermes Baby'den, biraz daha gelişmiş daktilolara geçmedim değil. Hattâ bilgisayarlara. Ama hayır, bunlar benim için değildi. Aynı dilden konuşmuyorduk, ve onlar aynı dilden yazmıyorlardı. Üstelik bir ritm sorunumuz vardı. Sonunda tümüne sırtımı döndüm ve kalem dönemini yeniden başlattım. Bugün, pompalı dolmakalemlerin yerini kartuşlu dolmakalemleri aldı. Ama ben pompalı dolmakalem kullanmaya devam ediyorum. Yalnız pompalı değil, fötr uçlu (yumuşak, yarı yumuşak, sert) kalemler de. Metal gövdeli, ahşap gövdeli, bakalit gövdeli kalemlerim var. Kimilerini biçimleri için alıyorum. Kimileri yazma kolaylığı için. Kimilerini yazı güzelliği için.
    Abartmadan söyleyeyim:
  Citizen Kane için çocukluğunun tahta kızağı ne idiyse, benim için de ilk dolmakalemim o idi. O ilk dolmakalemin yerini, daha sonrakilerden hiçbiri tutmadı. Ona hâlâ sahip olsaydım, Hermes Baby'nin yanına koyar, eski günleri anmalarını, birbirleriyle dertleşmelerini dinleyebilirdim, sanıyorum.

Ferit Edgü, Kitap-lık Dergisi, Ekim 1994, S.17

30 Ağustos 2023 Çarşamba

 “İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi.”

Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili

2 Haziran 2023 Cuma

“Aşacağız Duvarlarını Geleceğin”


Bilincimizin tarlalarına ölü kuş tüyleri döküldü, kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Uzun ve şaşkın bir sessizlik oldu.

Neden sonra aramızdan biri konuştu. Gösterişsiz, herhangi biri. “Bak yabancı” dedi, “Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü, kızarmış bir ekmek gibi tazeyken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz.

Bahar İsyancıdır
Her yıl yeniden görününce ucu, güzün soluk kentinin, otururlar, iyice kurutulmuş çam tahtalarından günlerce rendeleyerek sağlam, geçmeleri sıkı bir tabut yaparlardı. Geçen mevsimlerin ölüsünü koymak için. Yanık çimenlerden, akşamın beklendiği saatlerden, ozanların kırık dizelerine bulaşan sıkıntılardan, kireç, kuru yaprak, tüy ve gözyaşından başka bir şey olmayan ölü gövdesini bütün bir yılın. Ağustosun son sıcaklarından etkilenmesin diye hemen gömerlerdi. Üstünde güz çayırları sararsın ve izi belli olmasın diye. Hiçbir zaman. Nedense hep başka bir şey olacağını sanırdık. Çünkü yaz, önceden kestirilemeyen fırtınalar, ağır sıcakların öfkesini cızırtıyla söndüren zamansız yağmurlarla tedirgin, sinirli ve huzursuz geçerdi. Ama sonra biterdi hepsi. Bir içdeniz kadar sessiz ve durgun olurdu avlu, ülke ve yeryüzü. Bir süre öylece dururduk. Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları. Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan “gelecek”. Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka. Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden.

Öylece dururduk, kaygılı, sabırsız. Yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkuluklar, cansız kollarıyla bir krater gölünü gösterirlerdi. Orada, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu çırpıntısız, bulanık bir su olurdu. Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık. Kafesin açılmasını bekleyen çok yaşlı bir papağan sesiyle.

Böylece bir yıl daha geçerdi ve biraz daha egemen olurdu güz yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik. Öğrenirdi tenimiz günün renklerine uymayı. Ağzımızı kapadıkça kazandığımızı sezer gibi olurduk. Geleceğin yüksek duvarı önünden, arkasındakileri merak etmeksizin geçmeye alışırdık. Sabahı gazetelerin demir parmaklıklarla örtülü garip ve dar pencerelerinden karşılamayı öğrenirdik. Günün tanrılarına ekmeğimiz ve ihracat payımız için şükretmeyi. Yaşamın kolayca değişmeyeceğine inanmaya başlardık. Büyüklere sorgulu ve sessiz gözlerle bakan çocukları, kadınları, yoksulları görmemeye çalışırdık. Gelen her güzle önümüzdeki duvar biraz daha yükselirdi. Zaman zaman aramızdan birileri çıkardı. Ozan, soytarı, bilge ya da çılgın. Yüreklerindeki ölü ozanın sesini bastıramaz ve “bahar isyancıdır” diye bağırırlardı. “Güz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Aşacağız duvarlarını geleceğin. Biz çok eski ve çok genç bir halkız. Kimse durduramaz ırmağını zamanın.” Üstümüzden uçuşan polen tozlarının ve kurşunların peşine takılır, güz yasalarını aşarlardı. Duvarı geçip geçemediklerini ise hiçbir zaman bilemezdik. Başucumuzda sadece suretleri kalırdı. Keskin bakışlı gözcüler, kül yığınlarının gittikçe arttığını söylerdi.

Bir gün ülkemize garip bir yabancı geldi. Bir keşiş, bir gezgin ya da bir derviş. Yaşı belirsizdi. Ve üstünde bilinmeyen bir zamana ait giysiler. Kireç badanalı konuk evimizde, sırtını pencerenin güz ışığına yaslayarak oturdu ve su içti. Gözleri tuhaf bir ışıkla parlıyordu. İki zamanlı ölü dillerden biriyle konuşuyordu. -Ölü dillerin gelecek zamanı yoktur-. Güçlükle anladık. “Size bir sır vermeye geldim,” dedi. Kulak kesildik “Boşuna uğraştınız bunca zaman, duvarı aşabilmek için. Ben aşmadan gittim oraya. Eski yollardan ve çok uzun sürdü. Daracık geçitlerden, uçsuz bucaksız vadilerden, su yollarının karanlıklarından geçtim. Sonunda ulaştım duvarın arkasına. Gördüklerimi sizler de bilesiniz istedim…” Durdu. Bir yudum su daha içti. Ve sözcüklerin üstüne basa basa şunları söyledi: “Orada da bir halk var. Tıpkı sizin gibi. Ve hepsi dönmüş, sizin aşmaya çalıştığınız duvara bakıyorlar…”

Yabancının sözlerini bir yargıç kararını dinler gibi sessiz dinledik. Sanki yüreğimizde gittikçe uzaklaşan nal sesleri duyuyorduk ya da konuştuğumuz dilin can çekiştiğini. Geleceğimiz diye umutla baktığımız yerdeki insanların geleceği bizdik. Korkunç bir şeydi bu. Bilincimizin tarlalarına ölü kuş tüyleri döküldü, kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Uzun ve şaşkın bir sessizlik oldu.

Neden sonra aramızdan biri konuştu. Gösterişsiz, herhangi biri. “Bak yabancı” dedi, “Şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters çevrilmiş bir eldiven, kaynağına akan bir ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü. Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz. Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe, bize düşler sunan ay ışığına. Sevdiğimiz kadının boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın. Günü, kızarmış bir ekmek gibi tazeyken bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık oturmasını severiz. Şarap, acılarla da mayalanmış olsa sarhoş eder bizi. Ve çocuklarımıza ekilmiş toprak kadar gerçek bir gelecek bırakmak isteriz. Senin dilinde bulunmayan o sınırsız düşü. Bizi şaşırttın. Ama sana inanmıyoruz.”
O tuhaf gezgin bu sözler üstüne çekip gitmedi. Bir kuşku tohumu gibi kaldı aramızda. Kimse sevmiyor onu. Ama tıpkı güz yasaları gibi ağır ağır alıştık varlığına. Dağılan eski bir kitabın sayfaları gibi orda burda görülmesini yadırgamıyoruz. Kapıyı çaldığında belirsiz bir zamanda, bir bardak su verenler bile bulunuyor.

Ve işte yine eylül. Geleceğin duvarı önünde duruyorum, kaygılı, sabırsız. Üstümden küçük kuşku tohumları karışmış altın renkli polenler uçuşuyor. Bir türlü bastıramıyorum yüreğimdeki ozanın sesini: “Bahar isyancıdır…”

Onat Kutlar / Bahar İsyancıdır


31 Mayıs 2023 Çarşamba

Doğru ile Yalan

Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş… Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?… Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor.

Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!… Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi…

Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur.” diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar.

Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir.

Nurullah ATAÇ

4 Mart 2023 Cumartesi

Herkese Açık


“Ne düşünüyorsun, Mehmet Ali? diye sordu paylaşım sayfası.” Sanal esaretin, her sayfa sahibine "Haydi sende bir şeyler söyle âlem paylaşım görsün(!)" dürtmesiydi bu! Öylesine sorulmuş olsa da garipsenecek bir durum değildi… Bu ülkede gerekli yerde insanın fikri pek sorulmaz! Aksine herkesin fikrisabit yaşadığı günümüzde buna ihtiyaçta yoktur!!! Sana sunulan en kolayından bir kaçamaktır. Sığınacak mekânın, ısınacak enerjin, uzanınca içine gömüldüğün bir koltuğun varsa işin daha da bir kolaylaşır. O bildik, orijin(!) bardağındaki kahvenden bir yudum alır ve dokunursun tuşlara…

Kayıp ülkenin adı sanı unutulmuş bir kuşağına mensupsan; kelaynaklardan beterse halin. Yani çok sevdiğin ülkende yalnız kalmışsan, garipsen, yetimsen… Hani o güzelim kuşlar gibi Fırat vadisi kayalıklarında tek tük sayılabiliyorsan; birkaçına da “Haydi kafesler içinde âlem-i şan olsun diye bakalım” dan halliceyse durumun. Bir atımlık barut kadarsan(!) “Buyur sende buradan yak! Dostum.”

Kulaklarında küpe olacak yer kalmamışken, tutturduğun minik hoparlörlerden aksın içeri İkilem (!) in şu sözleri; “Kimileri kaldı, kimileri geçti / Boşa didindi yanlışı doğrusu bak / Konuşuyor hâlâ”

Memleket! Millet! Milliyet! Milliyetçilik! Vatan! Etnisite! Kürt’üm! Türk’üm! Ötekiyim! Bayrak! Ezan! Sela! Diyanet! Din ve Ayet! Demokrasi! Bürokrasi! “Tut şunun ucunu! Götürelim abi…”

“Al takke ver külah”  Çokça ayıp! Bolca Günah! Niceliği say, niteliğe (meteliğe değil dikkat buyurun!) kurşun at! Yancısı/yalancısı, kıllısı/kılsızı. Uzaktaki davulun sesi. Nalıncı keseri… 

Sana bana kalmaz, her şey fani, Herkese tonla bizeyse koklatıyor, Şu yalan dünya"

Yıkılmadık! Kolonlar kesik ama hayattayız. Bilge baykuş viraneden seslenir! Depremler! Su baskınları ve ille de HORTUMLAR! Hani nerede imar mı/talan mı? Avrupa’nın en büyük hava alanları, yolları, mafyavari limanları. Tankı/paleti, kepçesi/Buldozeri… “Sesim geliyor mu abi…” Duyan var mı?

Gözümün nuru bi tek! Ülkem. Kayıp zulamdaki mahzun resim. Haberin var mı?

“Dönüp dönüp duruyorum etrafında, Görmüyor musun? Aklım kaçıyor, bir bak. Biliyorsun, sorma”

Sünnisi, alevisi, aborjini, kızılderilisi… İthalı/yerlisi, kaçanı/göçeni, vakti gelince trenden ineni… “Vurun ulan davadan döneni”

Vurkaççısı/garanticisi. Asili/Vekili. Tövbelisi/tövbe tutmazı. Alışmışı/ kıçta don tutmazı. Arlısı/utanmazı. Madrabazı/aldırmazı…

“Dolduruyorum ceplerimi seninle; Suya attım, tek tek batıyor anılar. Karışırlar toprağa”

Ve hala geldiğimiz yerde aldığımız yol bir arpa tanesinden halliceyse. Türküler söylemişsen. Soy soylayıp boy boylamışsan. Düşüp kırılmaksa ve teferruatsa yaşadıkların vatanda ve de vatan için. Yanmışsan! Yakılmışsan! Aldanıp! Yanılmışsan, sevda uğruna! Kahpesinden namerdine ince bırakılmışsa boynun! Gelenin vurduğu, görenin kovduğu olmuşsan! Mazlumu olmuşsan derebeyinin! Olmamışsan soytarısı kralın! Ne çare serinden geçsen de sırrını vermemek için ellere! Heyhat!

Sacayağı üçlüsü; kupa kızı, maça altısı…

Mehmet Ali Canikli

17 Ocak 2023 Salı

Çaya Bisküvi Batırmanın Ayıplandığı Bir Ülkede Edebiyat Gelişemez!


Bisküviyi çaya batırmak neden bu kadar ayıplanıyor anlamıyorum. Madem onu çaya batıramayacaksınız, bisküviyi neden çayın yanında servis ediyorsunuz, öyle değil mi? Satılan bisküvilerin üzerinde o halde neden "Çayla birlikte tüketilmesi tavsiye edilir" yazıyor? Dikkat ederseniz “yan yana” demiyor; “birlikte” diyor. Tatları birlikte güzel gidiyor diye onları birlikte sunmuyorlar mı? Çay üstadı İngilizler de kurabiyeyi çayla servis ediyor; koskoca İngilizlerden daha mı iyi bileceksiniz ?

Bisküvimi çayıma her yerde özgürce batırmak istiyorum. Hem Proust da yapıyor. Proust Fransız beyefendisi deyince akla gelen ilk isim, görgü abidesi, nezâket sembolü değil mi? Proust'tan daha zarifi var mı? Proust'un babaannesi madleni ıhlamur çayına batırmasaydı şimdi Proust'un şaheseri yedi cilt olacak mıydı? Edebiyat kongrelerinde, dünyanın her tarafında kürsülerde, konferanslarda, yayınlarda Proust'suz bir edebiyatın şu an olduğu edebiyat olamayacağı bas bas bağırılıyor da, sonra bisküviyi çaya batıranlara neden dudak bükülüyor? Bütün bir Proust edebiyatı ve hatta edebiyat çaya batırılmış madlenden çıktığına göre, bisküviyi çaya batırma özgürlüğüne saygı edebiyata da saygı sayılmaz mı ?
Az önce kurabiyesini çayına daldırmak üzereyken siz dik dik baktığınız için niyetinden vazgeçen gencin içinde bir Proust olmadığını nereden biliyorsunuz? Bir Proust'un ortaya çıkmasına engel oldunuz ve üstelik edebiyatı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Proust yapınca güzel de başkası yapınca neden kötü? Proust okurken “eşsiz bir eser” demesini biliyorsunuz ama. İzin verin başkaları da yazsın. Proust'u gerçekten seviyorsanız çaya bisküvi batırılmasını da desteklersiniz.
İfade özgürlüğü, yaşam özgürlüğü, kılık-kıyafet özgürlüğü gibi türlü özgürlükler için meydanlarda koşuşturan herkes çaya bisküvi batırma özgürlüğü hakkında da bir şeyler yapmalı. Çaya bisküvi batırmanın ayıplandığı bir ülkede edebiyat tabii ki gelişemez. İçimizdeki Proust'ları artık rahat bırakın.
*
Bas bas bağırmak deyince, ülke deyince, ayıp deyince aklıma geldi. Bencillik kötüdür, bireycilik kötüdür diye her fırsatta bas bas bağıran herkes aile bencilliğini, toplumsal, sınıfsal bencilliği savunuyor. Bu bencilliklerin hepsi bireysel bencillikten daha kötü, daha tehlikeli değil mi? Bir topluluk biraraya gelip kendi çıkarları için kenetleneceklerine bırakın bireyler tek başlarına, kendi hallerinde bencil olsunlar. Kitlesel, örgütlü bencillik daha korkutucu.
Toplumculuk yoktur, toplumsal bencillik vardır. Bencillik kötüyse eleştiriye buradan başlansın.
Neden narsisizm kötü de toplumsal narsisizm güzel ?
*
Ben 'robdöşambr' diyorum. TDK 'ropdöşambır' diyor. Özgür Edebiyat 'röpdeşambr' diyor.
*
En sevdiğim okuyucular, bir roman yazdığımı söylediğimde hemen “Kaç sayfa olacak?” diye soranlar. 324'ü tutturmaya çalışıyorum. Ya da 287. İdealim 546. Bu sene yazı karakteri Times New Roman olmayan bir roman tasarlıyorum. Her bölüm sağ sayfadan başlayacak, paragraf aralarında boşluk olacak. Kitabın kaç puntoda basılacağını düşünmekten kendisini yazamıyorum. Ebatlarını 13,5'a 28 diye hesaplıyorum. Ya da 5,5'a 47.
*
Genç: Biraz indirim yapın; biz öğrenciyiz.
Pazarcı: Ben de "öğrenci" nin babasıyım !
Yer Ulus Pazarı.
*
Edirneli bir hanım. Avrupalı olmakla, başarılı bir emekli öğretmen, müdire olmakla, görmüş geçirmiş olmakla övünüyor. Gelinine “Sen artık bizim soyadımızı taşıyorsun” dediğini övünerek anlatıyor. Beş kelimenin beşini de vurguluyor. Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelini onların onuru, onların her şeyi, her şeyleri aslında tek şey, gelin her şey olurken bu tek şeyin bir parçası, onların bir parçası, gelin tek değil tekin parçası, onlar gelinlerini çok seviyorlar, onu bağırlarına basıyorlar, ne de iyi insanlar, onlara gelin olmak imtiyaz, birden terfi ediliyor, onlara gelin olmak ne mutlu, gelin mutlu değilse kesin bir sorun vardır hastadır çocuklar elinden alınmalıdır, üstelik gelinin kayınpederi de çok saygıdeğer bir mühendis-genel-müdür-iyi-maaşlı-tezgâhtar, gelinin adı yok, gelinin soyadı var, ama gelinin soyadı yok, onların gelinden yaptıkları çocukların soyadı ise tabii...
Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelinine verdiği limited soyadı aslında ona da çocuklarının ailesi tarafından verilmişti; ama herhalde görmüş geçirmiş hanımefendi bu soyadıyla çok mutlu olmuştu, ihya olmuştu, ihya olmasa zira ayıptı olmazdı yanlıştı, şimdi gelini de onun gibi mutlu olmalıydı yanlış olmamalı bir yanlış da yapmamalıydı zira soyadı artık kendi soyadı değildi onların soyadıydı, zaten kızın doğduğunda aldığı soy adı da babasının babasının babasından geliyordu kızın annesi soysuzdu onun da annesi gibi, kızın bir gün annesi gibi başkalarının soyunun nesnesi olacağını doğduğunda biliyorlardı, kıza ona göre davranmış ve bu olanları hiç yadırgamamışlardı kızı buna hazırlamışlardı kızı yetiştirmek kızı buna hazırlamak bu dünyaya nesne olsun diye yetiştirmek demekti hazırlamasalar kızı yetiştirmemiş olurlardı.
*
İlkokula başladığımda öğretmenim bana ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmememi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmenin çirkin olduğunu söylemişti. Ona ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi istemek istediğimi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmeyi güzel bulduğumu söylemedim. Güzel bulduğuma göre bende bir sorun vardı. Bunun yerine, “Doğduğumuzda bize isim vermeseler” dedim; “İsimler karışıklığa neden oluyor. Her birimize bir numara versinler ve böylece karışıklık falan da olmasın”.
Öğretmen söylediğimi duymadı, çünkü sesim çıkmamıştı, çünkü sesimin çıkmaması gerekiyordu. Ama zaten beni duysaydı da “Evet, zaten her birimize doğduğumuzda numara veriliyor, çünkü bu çok yararlı, çünkü bu sayede karışıklık olmuyor, herkes çok mutlu oluyor” derdi.
*
Ama işte isimler bazen karışıklığı önlemeye de yarayabiliyor böyle. Bir çeşit damga gibi. Hayvanlara vurulanlardan. Hayvanları çiftliğimize ait oldukları belli olsun diye ateşle damgalıyoruz, insanları soyadımızla. Neyse ki damgalanacak birileri var. Seslerini çıkarmıyorlar. Hatta, ses çıkarmak ne kelime, kendileri ses çıkarmadığı gibi ses çıkaranlara da hakaret ediyorlar. Böylesi daha mutlu çünkü. Damgaladığımız insanların kime ait oldukları belli. Oturmaları kalkmaları konuşmaları elleri kolları kimbilir daha nereleri bizim. Sahip değiştirme özellikleri var ama bunu hiç istemeyiz. Ne de olsa bizim soyadımızı taşıyorlar ve soyadımızı öyle kolay kolay atamazlar. Soyadımız çok değerli ve onlar kendilerini kim sanıyor?
*
"Kaltaban" ne kadar güzel bir kelime. Fonetiği anlamını az çok ele veriyor.
*
Yazar Sarah Kane 28 yaşında intihar etmeden önce defalarca 'Kimse beni sevmiyor' diye yazmıştı günlüğüne. Sarah Kaneler hâlen çevremizde.
*
Osmanlı Sarayı'nda bir bebek dünyaya geldiğinde top atılıyormuş. Yedi top atışı erkek, üç top atışı kız bebek demekmiş. Değerleri nispetinde.
*
Robert Musil'in cenazesinde sadece sekiz kişi varmış. Musil olduğunu farketmediğimiz Musiller halen çevremizde.
*
Erkek olamamanın ezikliğini duyan kadın çocuğunun erkek olmasını istiyor. Çocuğu erkek olduktan sonra ise...
Çocukları erkek olduğu için değer görmeyi bekleyen kadınlar, kendilerini çok değersiz görüyor olmalılar.
*
Çehov haksız. Bir silah sahnede göründüğü zaman mutlaka patlamak zorunda değil. Hatta, gösterilen silahın patlamaması aslında daha etkili. Silah patlamamalı ve herkes silahın neden patlamadığı üzerinde düşünülmeli. Çünkü bir öyküde gösterilen bir silah varsa, mutlaka silahın bir anlamı da vardır. Silahın patlaması ise çok sıradan.
*
Ufacık tefecik. Vücudu olmak istediği kadın olamamış sanki.
*
Ş' lere ilkokuldan önce olduğu gibi çizgi çizmeye 32 yaşında başladım. Bir gün ş'ye nokta koymak yerine çizgi çektim, korkuyla etrafıma baktım; sanki hiçbir şey olmadı. Hâlâ devam ediyorum ve her seferinde sanki biraz korkuyorum.
*
Türkiye'de bir kadın evlenmesine rağmen ismini korumak istedi ve kocasının desteğine rağmen Türk mahkemeleri ona senelerce bu “hakk” ı vermedi. Yeni. Doğduğunuzda aldığınız ismi bir bütün olarak koruma hakkından bile yoksun bırakıldığınız bir ülkede, kimliğinizi de korumaya dair ciddi kaygılarınız olması olağan değil mi? John Donne konuya bir şiirinde eğilmişti; üstelik kendisi Anglikan rahipti, anti-feministti ve 16. yüzyılda doğmuştu. Lady Macbeth Lady Macbeth değil; bu isim onun bağımsız varlığını nasıl tanımlar ? Yoksa var mı değiliz ?
*
Bir insanın iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz ? Önce eline biraz güç verin.
Veya güç zannı.

Nihan Kaya / Stabilo Mürekkebiyle Yazıldı IV

15 Haziran 2015 Pazartesi

Arka Bahçe

1

Kendine yabancılaşma, önce, telefonda çevirdiğin sesi tanıyamamaktır. Buna çağımızda kurumsallaşma diyorlar. Tanıyamayıp insan süsü verdiğiniz manyetik sesin sahibi öldürülmüş, arka bahçeye gömülmüştür. Görüşmekte olduğunuz ölü, sizi yok edildiği dünyaya davet ve dahil eder. Giderek sayınız artar. Sizi çevreleyen dış ortamı bir dünya zannıyla algılamaktan uzaksınızdır artık. Ormanlar, dağlar, nehirler, köyler, kasabalar ve kentler… Tümü değişik renk ve biçimlerde, pazarlama kurallarıyla erozyona uğramış motiflerdir. Ölçü ve cazibeyi satın alma özgüveni ile değersizleştiren kurumsal hayat, insanı önce öldürüp yoksulluğu bir bilinç olmaktan çıkarmakta, satın almayı ölüler düzeyinde sürdürmektedir..

2

Kendine yabancılaşma, arka bahçedeki ölünün yanına yatıp uzandığınızda, ziyaretinize gelenlerin, güvenlik görevlisi olan bir kapıdan 'sizi görmeye geldiklerini' bildirerek geçmesidir. Sevgi, dostluk, aidiyet, ne kadar kılık ne kadar kıyafet, güvenlik başlığı altında sorgulanmış, kurumsal arınmadan geçmiştir. İçimizde yeni bir ölüye yer açılmıştır.

3

Kendine yabancılaşma, elmanın kurdu kemirmesidir. Kıpkırmızı düzgün yuvarlığın dışında bırakılmış canlıyı, terör suçlusu sayan genetik dönüşüm projesi ile insanı yurdundan kovan kentsel dönüşüm projesi isimli eş zamanlı imhanın içinde yer almaktır.

4

Kendine yabancılaşma, gün doğumundan gün batımına sağ çıkmamaktır. Aynı zamanda 'işleri bitirmeden' ölmemektir. Belki bir kahve molasında, ajans haberinde: bir tır kasasındaki havasız elli kişilik mülteci ölüme, sessizce gömülmektir. Bir diğer haberde, verdikleri on bin doların, denize bir gölge bırakacak kadar karşılığı olmadığını öğrenmektir; hayata tutunamayanların yerine...

5

Kendine yabancılaşma, çocukluğumuzun para üstlerine el koyan tüccarların kredi kartlarına eklediği bonus puanla tanışmaktır. Artık dolaşımda olmayan bir mutluluğun ‘harcadıkça biriktir!’  ifadesiyle yer değişmesidir. Komşu teyzelerin kapılarını sıkı sıkıya kapaması, bayram zillerinin kapı deliğinden gözetlenmesidir. Bisküvi kutuları ambalajlanan bakkal Hikmet amcanın yalnızlığında dönenmesi, dilinde hikâyesi olmayan berberin kuaförlük belgesidir.  Çok uluslu bir alçaklık eseridir.

(...)

Hüseyin Murat Çinkılıç

Fotoğraf: Nurcan Azaz


İzleyiciler