Orhan Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2025 Pazar

Nâzım Hikmet'e

Sen
“Promete’nin çığlıklarını
kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam”,
sen benim mavi gözlü arkadaşım;
kabil değil unutmam seni.

26 Eylül 1943
Seni yapayalnız bırakıp hapishanede,
bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken
koşacağım memlekete.
Ve tren
bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek,
gözü yaşlı bir genç kadına
beş senenin ardından
kocasını getirecek.

O dem ki boş verip istasyon halkına,
yanaklarından öperken sevgilimi,
sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın
içimden bana.

O dem ki yürekten her şey atılacak,
ekmek, kin, hasret,
fakat Nâzım Hikmet,
sen şu kadar kilometre uzakta kalmana rağmen
aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını,
batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını.

Günler geçecek,
ekmek derdi çökecek omuzlarıma.
Fabrika, makinalar, tezgâhım…
Sana şekerkamışı, portakal yollayacağım.
Karım yün çorap örecek.
Her hafta mektup yazacağız.
-Askere almazlarsa eğer.-

Unutabilir miyim seni?
Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini
ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz
müthiş anların küfrünü!
-Radyonun yanındaki duvara
kurşunkalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin.-

Unutabilir miyim seni?
Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum
takunyalarının sesini!

Unutabilir miyim seni hiç?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,
hikâye, şiir yazmayı
ve erkekçe kavga etmeyi senden!

Orhan Kemal

Fotoğraf: Orhan Kemal, Nâzım Hikmet, İsmail Hakkı Balamir 
(Murat Germen, Cafer Türkmen Arşivinden)



22 Ocak 2025 Çarşamba

Haziranda Ölmek Zor

                               
                      orhan kemal'in güzel anısına 

işten çıktım 
sokaktayım 
        elim yüzüm üstümbaşım gazete 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sokakta tomson 
        sokağa çıkmak yasak 
  
sokaktayım 
gece leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
yaralı bir şahin olmuş yüreğim 
uy anam anam 
haziranda ölmek zor! 
  
havada tüy 
havada kuş 
havada kuş soluğu kokusu 
hava leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
ne anlar acılardan/güzel haziran 
ne anlar güzel bahar! 
kopuk bir kol sokakta 
              çırpınıp durur 
  
çalışmışım onbeş saat 
tükenmişim onbeş saat 
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım 
anama sövmüş patron 
       ter döktüğüm gazetede 
sıkmışım dişlerimi 
ıslıkla söylemişim umutlarımı 
             susarak söylemişim 
sıcak bir ev özlemişim 
sıcak bir yemek 
ve sıcacık bir yatakta 
             unutturan öpücükler 
çıkmışım bir kavgadan 
                    vurmuşum sokaklara 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki 
             dallarda insan iskeletleri 
  
asacaklar aydemir'i 
asacaklar gürcan'ı 
       belki başkalarını 
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim 
dökülüyor etlerim 
               sarı yapraklar gibi
 
asmak neyi kurtarır
       sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
               ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
        hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
        asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
               budur işte asıl sorun!
 
sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
             ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
        yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
                               kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı
 
işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
        gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
              ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
                    gitme korkusu
ah desem
       eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
       tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
               güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
       ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak
 
ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
                     bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
       n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
              ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
       nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
        kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
            göçen kim dünyamızdan?
 
asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
       ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
              söyler hangi güzelliği?

kökü burda
        yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
       göçtü memet diye diye
              şafak vakti bir çınar
           silkeledi kuşlarını
                         güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
                                            memet!»

gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
       uy anam anam
       haziranda ölmek zor!
 
bu acılar
bu ağrılar
              bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
        kim bu umut
ne adına
              kim için?
 
«uyarına gelirse
       tepemde bir de çınar»
             demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
              geride kalanlara
 
nerdeyim ben
        nerdeyim?
kimsiniz siz
        kimsiniz?
 
yıllar var ki ter içinde
       taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
                      3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı 
                    şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
                    iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
       yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
              iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı 
                      nâzım ustanın
 
gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
              şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

Hasan Hüseyin Korkmazgil

"1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire. Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler."  (Hasan Hüseyin Korkmazgil)



29 Aralık 2024 Pazar

    "Fabrikanın 'İşçi kapısı' üzerindeki yuvarlak saat öğlenin on bir buçuğunu beş geçeyi gösteriyordu. Tam on bir buçukta dokumahane paydos olmuştu. Şimdi iplikhanenin kadın işçileri, siyah önlük, beyaz başörtü kalabalığı halinde, yorgun çıkıyorlardı. 
    Fabrikanın önü, pazar yeri gibiydi: Üzüm, kuruyemiş, portakal, çeşit çeşit tatlı, kuru köfte, simit satıcılarının haykırışları birbirine karışıyor, kuvvetli güneşin altında zevkle uçuşan besili karasinekler yiyeceklere inip kalkıyorlardı. 
    On iki saatlik yorucu bir işten sonra kavuştukları hürriyetin neşesiyle güneşe karşı gerinen, birbirini kovalayan, yahut birbirlerine yaslanarak iplikhane kızlarını seyreden, laf atan delikanlı dokumacılar, fabrika meydan hamalları, yalınayak çocuklar, bütün bu gürültü, şamata ve kaynaşmayı alışmamış, yadırgı gözlerle seyreden yayla memleket uşakları... 
    Paramparça üst başlarıyla bunlar öyle çoktu ki..."

Orhan Kemal, Cemile, Epsilon Yayıncılık, S.46



26 Mayıs 2023 Cuma

Ekmek Kavgası

Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı.
Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılarla kargalar “Gaak, Gaak!” diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur, sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla tekrar havalanırdı.
Gün geldi, Alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir “Oto bölüğü” aldı… Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin Alay zamanındaki bolluk nerede…
Yalınayak çocuklarla kocakarılar paslı kutularını daha önce doldurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler arasında esaslı bir savaş başlamıştı. Ordaki kancık köpeklerden birini kokladı diye, yabancı bir hovardayla boğuşuluyor, hovarda sınır dışı edilinceye kadar uğraşılıyordu.
Gün geldi bu “Oto bölüğü” de kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç er için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek, birkaç kemik, biraz ekmek içi filan…
Mevsim kışa doğruydu. Bol yağmurlar, yazın çatlayan toprakları adamakıllı yıkamıştı. Sırtlarında çalı çırpıyla kocakarılar, yalınayak çocuklar, köpek sürüleri gene geliyordu. Erkekler daha sinirli, daha kavgacı olmuşlardı. Kancıkların peşlerindeki enikler de palazlanmışlardı, lakin zayıftılar. Bazan ufacık bir ayak dolaşıklığı yüzünden erkek köpeklerden biri gazaba geliyor, anayı enikleri birbirine karıştırıveriyordu… “Zavallı bir kancığı boğmak isteyen” erkek köpekse, birer kenarda hırsla bekleşen öteki erkek köpekleri çileden çıkarıyor, bir anda meydancık birbirine giren köpeklerin yaygaralarıyla doluyordu.
Bazan bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usullacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu:
– Allah kahretsin e mi! iki gözün kör olsun e mi!
Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu… Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu.
Kocakarı gene uluyordu:
– Sürüm sürüm sürün e mi! Allah belanı versin e mi!..
İlkbahara doğruydu… Bol güneşli havalar… Karlı dağlardan soğuk rüzgârlar esiyor, hafif beyaz bulutlar telaşlı koşuşuyorlardı.
İki kocakarı alay mutfağının arkasındaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı… Teneke kutuları bomboştu. Yanıbaşlarında birkaç erkek köpek, birbirine geçmiş böğürleriyle, sinirli sinirli soluyarak uyukluyorlardı. Güneş sıcaktı… Kocakarılar, yama yama üstüne vurulmuş, kalın hırkalarını çıkardılar. Sivrilmiş omuz başları, içleri boşalmış kuru memeleri… Koltuk altları güneşte tatlı tatlı gidişti, uzun uzun kaşındılar… Sonra, hırkalarının kıvrımlarına saklanmış bitleri bulup bulup kırmağa başladılar. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış olanı:
– Bet bereket vardı anam… dedi, bet bereket vardı… Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasulyalar, nohutlar, böğrülceler… Ya pirinç pilavları?
Ötekinin bir gözü kördü.
Doğru… diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman…  İnsan karnını doyururdu da, doldurur konu komşuya bile götürürdü…
– Ya karpuz kabukları! Nasıl kemirirdik?
– Eeeeh, o günler de günmüş. Allah bundan geri komasın, zere beterin beteri var!
Bu askercikleri de ne demiye alıp götürürler sanki burdan?
– Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar!
Bir müddet korkuyla bakıştılar. Körü:
– Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan harbinin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi…
– Allah sen gösterme Yarabbi!
İkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler:
– Bundan geri koyma Yarabbi!
Tepelerinde bir çaylak, geniş daireler çizerek dolaşıyordu.

Orhan Kemal

10 Nisan 2019 Çarşamba

Sessizin Payı, Yoksulluk Lekesi İsimli Bölümden

Walter Benjamin Tek Yön'deki bir fragmanında Almancadaki  "Yoksulluk kimseyi lekelemez" özdeyişinin bir yalan içerdiğini söyler: " 'Yoksulluk kimseyi lekelemez.' Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar. Bu da bir zamanlar belki geçerli olan, ama çok uzun zamandır anlamını yitirmiş özdeyişlerden biri. Aynı durum 'Çalışmayana ekmek yok' yollu vahşi özdeyiş için de geçerli. insanı besleyecek işlerin bulunduğu zamanlarda lekelemeyen bir yoksulluk da vardı, sakatlıktan ya da başka bir talihsizlikten kaynaklanan. Ama milyonların içine doğduğu, yüzbinlerin yoksullaşma sonucu içine çekildikleri bir mahrumiyet gerçekten lekeliyor."

Yoksulluğun bir utancı da beraberinde getirdiğinden söz ediyordur Benjamin: "Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde, ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de her şeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşehrileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz." "Fakirlik ayıp değil" gibi iyiliksever teselli cümleleri, yoksulu yoksulluğun hayatında aslında bir şey değiştirmediğine inandırmaya çalıştığı, yoksulların maruz bırakıldığı utancı perdelediği, ortada bir sorun yokmuş, birileri yoksul insanı lekelemiyormuş gibi yaptığı için bir yalan çekirdeğine sahiptir.

Türkçede bu lekeyi çok az yazar Orhan Kemal kadar iyi anlatır. Eskici ve Oğulları' nda demircilik ve eskicilik işleri para getirmeyince aile üyeleri ameleliğe başlar. Zor işe, sıcağa hatta sıtmaya razıdırlar; ama mahallelinin bakışları altında kamyona doluşup kütlüye gitmenin utancını bir türlü kabullenemezler. Avare Yıllar' da doğup büyüdüğü şehirde, arkadaşlarının gözü önünde sokak satıcılığı yapmak, anlatıcı için "müthiş bir ayıp" ı da beraberinde getirir: "Hâkim olan ölçü onların ölçüsüydü. Ben bu ölçüye göre hem ahmak, hem ahmak, hem çirkin, hem de zavallıydım. Şu halde, onlardan kaçmak, gözlerine görünmemek, delik pabuçlarımla, paçaları tiftiklenmiş pantolonumu onlara göstermemek zorundaydım." Utancın kendisini bir "sümüklüböcek"e dönüştürdüğünü anlattığı yer de burası: "Onlardan birinin bakışını ne zaman hissetsem, tüylerim dikiliyor, içimden soğuk soğuk bir şeyler akmaya başlıyor, kulaklarımda vınıltı, gözlerimde seyirme başlıyor, ellerim buz kesiliyor, ufaldığımı, kambur burnumun büsbütün kamburlaştığını ve çirkinleştiğini sanıyordum... Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı ?"

Utandırmanın bir sınıfsal strateji olarak nasıl işlediğini Orhan Kemal kadar içerden, onun kadar ısrarla anlatan çok az yazar vardır. Okurları, Orhan Kemal sözlüğünde "imrendirmek" anlamına gelen onlarca sözcük bulunduğunu fark etmişlerdir. Bir Orhan Kemal hikâyesinde sadece zenginler yoksullara değil, yoksullar da yoksullara "hava atar", "fiyaka söker", "kurum satar", "çalım atar", "sükse yapar", "caka satar", "fort atar", "zort çeker." Müteahhidin kızı avukatınkini, avukatın kızı noterinkini, noterin kızı pazarcınınkini, pazarcının kızı çamaşırcınınkini "burunlar." Orhan Kemal' de utandırma savaşları yalnız merkezde değil, "Kenar Mahalle" de de (Kardeş Payı) bütün şiddetiyle devam eder. Yoksullar bacak bacak üstüne atıp "düşman utandıracakları" günü hayal eder. Çocuğu subay çıkan, çocuğu ırgat olana bakarak "yürek soğutur". Yoksullar, başkaları onlara bakıp yürek soğutmasın diye yoksulluklarını belli etmez.

Orhan Kemal' de utanç bizi dönüp dolaştırıp Orhan Kemal sözlüğünün bir başka vazgeçilmezinin, "haysiyet" in önüne bırakır. Tuğcu' da gördük: Yoksulun doğuştan yazgılı olduğu bir içsel cevher, dokunulmaz bir yoksulluk aksesuarı, bir teselli mükâfatıydı haysiyet. Talihsiz çocuk başından geçen onca kötü şeye rağmen haysiyetini kaybetmiyor, tersine haysiyete yoksulluk sayesinde kavuşuyordu. Zenginin parası varsa, yoksulun haysiyeti var, diye yatıştırıyordu okurunu Tuğcu. Orhan Kemal' in de "yoksul ama haysiyetli" nin yakınlarında dolaştığı anlar yok değildir. Dilenmeyi kendisine yediremeyen, sadaka verenlere küfür yemiş gibi bakan, yapılan yardımları "ben dilenci değilim !" diye geri çeviren, utandırıldıkları zaman sokağı babaevine tercih eden çocuklar. "Kırmızı Mantolu Kadın" ın (Kardeş Payı) kendisiyle yatmaktan vazgeçen adamın parasını "Elim ayağım tutuyor, sadakaya ihtiyacım yok!" diye geri çeviren orospusu. "Garson" un (Yağmur Yüklü Bulutlar) çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana el açtırır diye evlenmeyen garsonu. "Elli Kuruş" un (Önce Ekmek) borcuna ölümüne sadık gazeteci çocuğu. "Dönüş" ün (Ekmek Kavgası) açlığını karısına hissettirmemek için nefsiyle savaşan yoksul adamı. 72. Koğuş un "azarlanmaktansa kurşun yemeğe razı olan Ali Kaptan' ı.

İnsanın kendini kurcalanmış ya da değersizleştirilmiş değil, değerli hissedebilmesi, lekesiz bir varlık olarak görmesi, başını dik tutabilmesidir Orhan Kemal' de haysiyet. Büyük fark, Orhan Kemal' de haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu' daki kolaylıkla ("yoksul ama haysiyetli" deki kısacık ama dönüşüyle) eklenmiyor olmasıdır. Yoksullukla haysiyet arasında doğal bir eşleşme değil, zorlu bir çatışma vardır. Önce Ekmek' in yazarından söz ediyoruz. Şu, bir Orhan Kemal sorusu: "Haysiyet yenir mi, içilir mi ?"

Orhan Kemal' in başkasının önünde eğilmemek için açlığı göze alan, sadaka kabul etmeyen yoksullarından söz ettim. Ama Orhan Kemal' de bize haysiyeti en çok düşündüren pasajlar, bu tür olumlu haysiyet göstergeleri değil, olumsuz olanlardır. Başın inadına dik tutulduğu değil, çaresizce eğildiği anlar. "Kırmızı Mantolu Kadın"da (Kardeş Payı) elli kuruş için koğuşun ortasında anadan doğma çiftetelli oynayan Bobi. "Üç Arkadaş" ta (Kardeş Payı) zenginlerden para kopartabilmek için kendilerini acındıran çocuklar. "Simit"te (Yağmur Yüklü Bulutlar) karnını doyurabilmek için küçük bir çocuğun elindeki simiti kapıp kaçan adam. "Birtakım İnsanlar" da (Yağmur Yüklü Bulutlar) çöpte bulduğu küflü ekmek parçasını başkasına kaptırmamak için her şeyi göze alan yoksul mahkûmlar. Küçücük'te tüm umutlarını futbola bağlayan, ayağı kırılınca sevgilisinin orospuluk yaparak kazandığı paraya muhtaç kalan Erol. Soru. Erol' un sorusudur: "Haysiyet, şeref, namus... Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?" Şu soru Bobi' nin: "Ben dünyanın yüzkarasıym, ama suç benim mi?" Şu da Bobi'nin: "Karnımı doyurabilmek için insanlığımı harcıyorum, görmüyor musun?"

Ekmeği haysiyete tercih eden Orhan Kemal kahramanlarının uç örneği Kanlı Toprak'larda karşımıza çıkar. yalnızca karnını doyurabilmek için değil, "kanlı topraklar"a sahip olabilmek için de her yola başvuran Topal Nuri'ye göre yoksulun iç dünyadaki bekçisi, "bizi kendi içimizde kendimize takip ettirdikleri jandarma" dır haysiyet. Para haysiyet ihtiyacını da giderecektir: "Milyonun olduktan sonra ne namusa, ne şerefe haysiyete, ne dine imana, ne de Allah' a ihtiyacın olur. Orhan Kemal'in Topal Nuri'ye yakınlık duymadığı açıktır. Ama "kâr duygusu" nun "ar duygusu" nu kovduğu bir düzende utancın neden hep yoksulun payına düştüğünü, haysiyet jandarmasının neden hep yoksul mahallelerde nöbet tuttuğunu sorgulamıyor da değildir. Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı andan hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır. Adına "geçim dünyası" denen dünyada insanların karın tokluğunu başın dikliğine tercih edebileceğini anlatır. 72.Koğuş'ta Ali Kaptan' ın kumarda kazandığı para sayesinde âdem baba koğuşundakilerin karnı doyup sırtı yatak gördükten sonra, ancak o zaman edepten, hayâdan, ardan, namustan söz edecektir Orhan Kemal: "Toklukla birlikte 72. Koğuş' a edep, hayâ, ar, namus da girmişti." Önce Ekmek' in yazarının farkını da burada aramak gerekir: "Yoksul ama haysiyetli" deki avutucu "ama" bağlacını kesip atmış, toplumsal iş bölümünde zenginin payına varlık, yoksulunkine haysiyet düştüğü yolundaki yaygın teselliyi bir teselli olmaktan çıkartmıştır Orhan Kemal.

Orhan Kemal' in çocuklarına dönebiliriz şimdi. Yoksul çocuğun imrenme dürtüsüyle haysiyetini koruma isteği arasında yaşadığı vahşi gelgiti "Çikolata" (Dünyada Harp Vardı) kadar iyi anlatan bir hikâye bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyizdir. Vitrinde kırmızı, mor, mavi kâğıtlara sarılı çikolatalar vardır. Kamyon şoförünün kızıyla oğlu para biriktirmişler, günlerdir hayalini kurdukları çikolatayı almak üzere şekerciye gelmişlerdir. Ama yoğurtçunun kızı da oradadır; hayatında hiç çikolata yememiştir; şimdi de alacak parası yoktur. Kamyon şoförünün çocukları, yoğurtçunun kızına hava atmak isterler ("Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!"); ama imrendirmenin günah olduğunu duyduklarından ("Cehennemde katran kazanları, zebaniler") çekinirler. Çikolatayı bölüşmek de işlerine gelmez. Hikâyenin daha yoksulunun, yoğurtçunun kızının duyguları daha az karmaşık değildir. Çikolatayı tatma isteğiyle ("Çikolata çok mu tatlıydı acaba?"), imrendiğini belli etmeme ("Onu bana bedava verseler yemem!", çikolataya duyduğu arzuyla çikolatayı değersizleştirme çabası arasında ("İstersem alırım ama almam") gidip gelir. Sonunda iki kardeş ellerinde çikolata iştahla yiyerek uzaklaşırlar. Yoğurtçunun kızı onları görmemek için gözlerini yumar.

"Yoksulların gözleri"nde yoksulları bir "gözler ailesi" olarak tarif etmiş Baudelaire. Yoksul babayla çocuğu ışıl ışıl bulvar kahvesini "gözleri araba kapıları gibi açılmış" seyrediyordur. "Çikolata" da işte o açılmış gözü çaresizce kapatmaya çalışan çocuğu anlatır Orhan Kemal. Gümüş kâğıdın açıldığı, çikolatanın ağza atıldığı anı görmemek, imrenme denen dizginlenmesi zor dürtüye dur diyebilmek için gözlerini yumar çocuk. Tam gidecektir, kaldırımın kenarında iki kardeşin buruşturup attıkları gümüş kâğıdı görür. Buruşuk topu sanki topmuş, sanki ilgilenmiyormuş, sanki oynuyormuş gibi atıp tutar. Atıp tutarak uzak bir sokağa sürükler. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca topu açar ve karnı aç ama gözü tok, gözleri doğuştan kapalı Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar, kâğıdı yalar. 

...

Nurdan Gürbilek / Sessizin Payı, Metis 2015, S.70,71,72,73,74,75





26 Ağustos 2016 Cuma

Elli Kuruş


İster lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten sesiyle sokağa girerdi:

"Gazete, havadiis !"

Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için, bu ses, bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses beni yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filan lüzum görmeden cebine atar, donmuş burnu buhar kazanı gibi tüterek uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:


"Gazete, havadiis !"

Anlattığına göre, gazetelerden birinde tahsildarlık yaparken kötü bir kadının ardında evini, İstanbul'u bırakıp İzmir'e mi ne giden babasına annesi ilkin çok kızmışsa da, sonraları, “Ne yapalım? Bizden daha iyisini bulmuş olacak. Uğurlar olsun!" deyip kollan sıvamış. Karaköy' deki bir eczaneye girmiş. Görevi, boş ilaç şişelerini uzun tel saplı fırçalarla yıkamakmış. Bir, beş, on, yüz, bin şişe değilmiş ki, belki on binler, belki de yüz binlerce. İsteyeni olsa haminnesi hemen evlendirecekmiş onu, ama yokmuş isteyeni. Bir gün kendi kendine, "Şimdi herkes güzel kadın alıyor," demiş. "Benim gibi kara kuruyu kim ne yapsın 
?"


Haminnesi Tahtakale' de, tuzcuda çalışıyormuş. Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.

"Okumak istiyorum ağabey. İlk'i, sonra orta'yı, daha sonra da liseyi bitireceğim. Liseyi belki de yatılı sınavını kazanıp parasız okurum. Ama mutlaka okuyacağım. Kardeşim de. Babamıza benzemeyeceğiz hiç. Kardeşim diyor ki, o zaman babam ihtiyar olur. Saçı sakalı ak pak, elleri fitreye titreye gelir. Yalvarır.

 Acır mıyız ?"

Mevsim bahara dönmüştü ama gene de çok soğuktu.


"Sen ne karşılık verdin kardeşine ?"


Omuz silkti:

"Acımak lazım ama olmaz ki. Baba. Anneme sordum, canı çıksın, dedi. Haminnem ateş püskürdü. Fakat olmaz, dedim kardeşime. Annemle haminnemden habersiz..."

Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayiine. Bayii ana baba günü. Kendi gibi o kadar çok okullu çocuk varmış ki, bayii gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de, gazeteleri alırken bayiye kaparo vermek !


"Babamın bir arkadaşı vardı, Sabir Bey Amca, ona gittim. Annem duysa öldürürdü. Hele haminnem ! Ona da içerliyorum, varsa rahmetli kocası, yoksa rahmetli kocası. Kocası yani dedem polis miymiş Atatürk devrinde, komiser mi? Karakalem bir resmi var haminnemde, kırpık bıyıklarıyla iriyarı bir adam. Babam zayıftı. Güya torunlar çokluk dedelerine çekerlermiş. Nerde ? Benim de, Şadan'ın da bileklerimiz ipince. İnsan bol bol yemezse, değil mi ağabey ?”


Karne zamanı birkaç gün gelmedi. Meraklanmıştım. Sınavlar sırasında olduğu için, belki de sınava hazırlanıyor demiştim. İyi düşünmüşüm. Geldi pırıl pırıl sesiyle, öksürüyordu;


“Kusura bakmayın ağabeyciğim. Dersleri hazırlıyordum. Gece yarılarına kadar çalışıp, sabahleyin de erkenden uyanmak fena yordu. İki gün aksattım. Dilber Hanım öksürük için bir ilaç yazdırdı ama, nerde ?”


“Niçin ?”

“Beş yüz otuz kuruş be ağabeyciğim !”

Aklıma bir şey geldi:
“Ben sana bu parayı versem ?”

İçlere çökük gözleri, fırlak elmacıkkemikleri, solgun derisinin donukluğuyla yüzüme öyle bir baktı ki:

“Öksürük ilacını al diye…”

“Anladım ama, siz benim neyimsiniz ? Karşılığında benden ne isteyeceksiniz ?"

Kötüye yormuş olmasından korkmuştum. O:
"Babamın arkadaşı da bana para vermişti. Bayiye yatırdıydım. Sonra kazanıp götürdüm, almadı. Sende kalsın, dedi, yanağımı makasladı da paralarını suratına fırlatıp…”
“Ben o maksatla vermek istemiyorum ki…”
“Belli olmaz. Babamın arkadaşı da sonradan, o maksatla değil yavrum, dedi. Ben senin baba dostunum. Bir daha evinin önünden geçmedim. Eski bayii de. Ne kötü insanlar var şu dünyada… Haminnem, aman yavrum, kendinize dikkat edin, diyor. Pöh… Onun demesine ne lüzum var ? Çocuk muyum ben ?

Ona, gerekli beş yüz otuz kuruşu bir şartla vereceğimi söyledim:

"Şartım şu: Bunu, bana verdiğin gazetelerle ağır ağır ödersin. Oldu mu?"

Az önce öfkeden değişen hırçın yüzü yumuşamış, durulmuş, çocuksu hâlini almıştı:

"Şimdi oldu," dedi. "Demek siz..."
"Ben ne babanızın arkadaşı, ne de bayiyim. Benimki yardım. Bakıyorum okuma hırsı var içinde. Okuyup adam olma hırsı. Hoşuma gitti. Mesele bu..."

Gözlerini yüzüme çevirdi:

"Doktor olacağım ağabey !" dedi. "Bizim mahalledeki kör, topal, inmeli, sızılıları tedavi edeceğim, hem de parasız !"

Parayı verdim. Aldı. Yıldırım gibi uzaklaştı. Sokağın başından sesi geldi:

"Gazete, havadiiis!"

Günler geçiyor, her sabah saat gibi geliyor, gazetelerimi verdikten sonra ekliyordu:

"Üç lira kaldı borcum ağabey !"

Sonraları borcu iki liraya indi, bir liraya, daha sonra da elli kuruşa. En son gün gelir, iki gazetemi verirse borcunu Ödemiş oluyordu ki, gelmedi. Şaştım. Neden gelmemişti ? Elli kuruşumun üstüne yatabileceği aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Sakın herhangi bir trafik kazasında... Sanki gerçekten olmuş gibi içim parçalanıyor, hızla gelen bir taksi ya da bir hususinin altında kalmışçasına, kanlı bir insan yavrusunun her yanı kırılmış cesedi kafamda canlanıyordu.

Günler günleri, günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı. Unutmuştum. Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu, ondan da cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onun da bir başka hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.

Karların savrulduğu bir kış sabahıydı.Yazı makinemin başına geçmiştim. Şimdiye kadar hiç işitmediğim cılız bir çocuk sesi:

"Gazete, havadiiiis !"


O muydu ? Fakat hayır, olamazdı. Pek cılızdı. Penceremin önünde durmuş, ısrarla vızıldayıp duruyordu:


“Gazete, havadiiis !"


Aşağı indim. Her günkü sancıdan almıştım oysa gazetemi. Kapıyı açtım: Kısa pantolonlu, minnacık bir çocuk. Savrulan karlarla ıslanmış gazeteleriyle titreyip duruyordu.

"Ağabeyim, kusura bakmasın, dedi amca !"
"

Ne bu?"
"Elli kuruş borcu kalmış size de..."
"Kendisi nerede?"

Ağlamadı, hıçkırmadı. Taş gibi, "Öldü," dedi. "Dün Edirnekapı' ya gömdük..."

Elli kuruşu uzattı. Sonra çekip giderken:
"Gazete, havadis !"

Orhan Kemal

İzleyiciler