Aldous Huxley etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aldous Huxley etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ocak 2025 Çarşamba

Kitap Endüstrisi / Şeyleşme

Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. 

"Kitap endüstrisi yalnızca bir dogmayı üretmekle kalmaz, aynı zamanda dışında kalanlara çok küçük bir alan bırakır. Kitapçı zincirleri vitrinlerini ve sergileme stantlarını en yüksek teklifi verene satarlar, böylece halk, yalnızca yayımcının ücretini ödediği eserleri görebilir. Dolayısıyla, çok satan olduğu duyurulan kitapların oluşturduğu yığınlar bir kitap dükkanındaki alanın çoğunu kaplar. Her birinin üzerinde, aynen yumurtaların üzerindeki gibi bir 'son satış' tarihi vardır ki, bu da üretimin sürekliliğini teminat altına alır. Sözümona düşük kültürlü okurları hedef alan genel gazete politikasının baskısı altındaki kitap ekleri, benzer 'fast-food' kitaplar için günbegün daha çok alan ayırarak 'fast-food' kitapların da modası geçmiş herhangi bir klasik kadar değerli olduğu ya da okurların 'iyi' edebiyatın keyfine varacak denli akıllı olmadığı izlenimini yaratırlar. Bu son nokta çok mühimdir: Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır; zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. Entelektüel ve estetik kabiliyetlerimizi, yaratıcı algımızı ve dil kullanımımızı bireysel ya da kolektif olarak köreltmek ve nihayetinde söndürmek, muazzam bir zaman ve çaba gerektirir.

Günümüz yayıncılık endüstrisinin büyük çoğunluğu, engin ve derin kitaplar okumayı teşvik etmek yerine, tek boyutlu nesneler, yüzeyden ibaret olan ve okura keşif imkânı tanımayan kitaplar yaratmaktadır.

Formüllere başvurarak yazmayı reddeden sayısız yazar olduğu ve kimisinin bu yolla başarı kazandığı muhakkaktır; ancak bugün büyük yayıncılık şirketleri tarafından üretilen kitapların çoğu, değişmeyen bu endüstriyel modeli izler. Okuyan kesimin büyük bir kısmı bu nedenle belli türden bir 'konforlu' kitap beklentisinde olacak biçimde eğitilir ve daha da tehlikeli olan, okurların kısa betimlemeler, televizyon dizilerinden kopyalanmış diyaloglar, tanıdık marka isimleri ve dolambaçlı yollar takip eden olay örgüleri peşinde, çetrefilliğe ya da belirsizliğe asla izin vermeyen belli türden 'konforlu' okumalara alıştırılmasıdır.

Alman felsefeci Alex Honneth, György Lukacs tarafından geliştirilen bir terimi kullanarak, bu süreci 'şeyleşme' olarak adlandırır. Lukacs'ın şeyleşmeden kastı, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir. Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan. Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer. Honneth bu kavramı, öteki'ne, dünyaya ve kendimize dair algılayışlarımızı da kapsayacak biçimde genişletir, diğer bir deyişle, insanları ve var oldukları alanı yaşayan varlıklar olarak değil de tekil kimliklerden yoksun şeyler ya da nicelikler olarak gören bir toplum anlayışını katar kavrama. Honneth'e göre bu kavramların en tehlikelisi 'kendi kendine - şeyleşme' dir ki bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, role-playing video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Ben bunlara, zekamızı yadsıyan ve hak ettiğimiz yegâne hikâyelerin bizim için önceden sindirilmiş hikâyeler olduğuna bizi ikna eden edilgen okuma alışkanlıklarını da ekleyeceğim.

Bu edebiyatın her edebi türde örnekleri vardır; duygusal kurmacadan kana susamış gerilim romanlarına, tarihi aşk romanlarından mistik palavralara, gerçek itiraflardan gerçekçi dramaya kadar. 'Satılabilir' edebiyatı eğlence, dinlence ve meşgalenin, dolayısıyla toplumsal açıdan yüzeysel ve nihayetinde lüzumsuz olanın alanıyla katı bir biçimde sınırlar. Gerek yazarları gerekse okurları çocuklaştırır; ilkini yaratımlarının daha iyi bilen biri tarafından hale yola sokulması gerektiğine inandırır; diğerini ise daha zekice ve karmaşık anlatılar okuyacak denli akıllı olmadığına ikna eder. Bugünün kitap endüstrisinde, hedef kitle ne kadar geniş olursa, yazardan da o kadar itaatkâr bir biçimde, basit olgusal ve dilbilgisel düzeltmeler kadar olay örgüsü, karakter, mekân ve başlık değişikliklerine de karar verme gücüne sahip editörlerin ve kitap satıcılarının (son zamanlarda aynı zamanda edebiyat ajanslarının) talimatlarına uyması beklenir. Bununla birlikte, bir zamanlar anlaşılması güç ya da akademik olarak değil de yalnızca zekice olarak nitelenen kitaplar bugünlerde esasen üniversite yayınevleri ve mucizevi bütçeleri olan küçük firmalar tarafından yayımlanıyor. Aldous Huxley'nin 1932 tarihli romanı Brave New World'deki denetimci, bu taktikleri kısa ve öz bir biçimde şöyle açıklar: 'Bu, istikrar uğruna ödememiz gereken bir bedeldir. mutluluk ve yaygın deyişiyle yüksek sanat arasında bir seçim yapmak zorundasın. Biz yüksek sanatı feda ettik.' "

Alberto Manguel

4 Ağustos 2024 Pazar

Umudu Kesen Distopya Kılıçları

Yaşama umutla bakmayı başarmış aydın bir kuşağın temsilcisi olarak, bana her zaman yazma cesareti veren, yazar ve düşün insanı, değerli büyüğümüz, pirimiz Rıza Can’ın anısına saygıyla…

"Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur."

Kırbaç

Acıyla sarsılıyor her şey, ölüm her şeyi kırbaçlıyor. Ne kurtuluş arzusu ne yaratıcı umut…Öyle, boşluktaymış gibi sallanıp duran hayat; yağmurlarla uğurlanan canlar, geçmişlerin ruhuna el sallayarak… Ah bitmeyen karamsarlık, yenilmeyen zulüm, sana duyduğumuz hınçla ne dünyalar kurulurdu ne güzel sabahlara uyanırdık, hayallenip gerçeklenseydik.

Sessizliğin, dingin, kendine yeten güzelim hayatın hor görüldüğü bir dünya… “Ne var ki hiç umut yok!” demek en kolayı. Fakat umut en karanlık köşeden doğan bir parıltı, en umulmadık anda patlayan özgürlük çığlıkları, en sert soğukta doğan sımsıcak bir güneş gibi… O halde? Umuttan umut kesilir mi? Gayet açık; umut bir histeridir, histerilerin en güzeli belki. Öyle ki ona kapıldığımızda tüm bedenimizle sağlatılmış, dingin ruhumuzla güçlenmişizdir.

Peki neyin sınaması bu? Kim olarak, hangi sorularla imtihan ediliyoruz hakikaten? Hem ne cüretle? Sıkışa sıkışa sığışamadığımız kenarlar köşeler, birbirimizi eze tırmandığımız merdivenler… Belli ki en yüksekte iktidarın gözleri, göksel kudretin dikeyliği boyna kışkırtıyor onu. Peki ya biz?

Özgürlük ne müthiş bir hazineymiş meğer, ne nazik ne ürkek bir güvencin yüreğiyle çırpınırmış tıpır tıpır, biraz olsun hayatı ayakta tutabilmek için… Bir yaprakta, bir kedide, bir sokakta umut… dupduru gökyüzünün maviliğinde, yağmurlanmış toprağın kokusunda, denizin süt beyaz köpüklerinde, ormanların derin uğultusunda…

Kılıçlar

Distopyalar umudu kesen bıçağın bileği taşlarıdır; boyna bıçağı keskinleştirip dururlar, ta ki bıçak eriyene kadar… Sözüm ona sistemi yererler. Ama bir yandan ona ikna ederler bizi [öyle umutsuz bir dünya vardır ki]. Her şey karamsarlığa raptedilmiş bekler durur. “Zaten hiçbir şey değişmez.” üzerinden muazzam bir cümle kapısı açılır: Yapacak bir şey yok! Sonuç her zamanki alışılmış tondadır: Böyle gelmiş böyle gider. Hiç kimse çıkıp, “Böyle gelmedi ki böyle gitsin.” demez. Distopik hüzün ve karanlık, ütopyanın sevincinden daha heyecanlı gelir insana. Neşenin tarifi unutulmuştur. Burjuva bilimi, burjuva sanatı her fırsatta, insanı öldürmeyecek dozda distopya pompalar bünyeye. Proletaryayı, çaresizliğine ikna edecek her kurgu, her model, her senaryo üzerinde titizlikle çalışılır. Onu, ütopyasının imkansızlığına inandırır. Şurası çok açık, kötümserlik tipik bir burjuva refleksidir ve elbette sınıfsaldır. “Kimse birbirine eşit değildir.” önermesi üzerinden akar burjuva matematiği; bu mantıkla hakikati sürekli eğer, büker, yeniden yazar. Halbuki birin ikiye eşitliği değildir ki tartışılan. Aslolan farklılıklarımızla yarattığımız zenginliğimiz, çoğulluğumuzdur. Burjuvazinin kuraklığı hayatı susuz bırakır; tüm hayatı bu eşitsizliğin çölüne terk eder. İnsanlığı yazgısına boyun eğen otomatlara çevirerek hep yeniden kurar sermayenin sonsuz döngüsünde dünyayı. Burjuvazinin bencil kabulleri, “zaten”leri, masalları, [bütün] distopyaların dölyatağıdır.

– Benim oyumla dağdaki çobanın…

– Ben buralara gelebilmek için…

Distopyacı, herkesin aynı insan, aynı gövde olduğu safsatasıyla ütopyaya sürekli karalar çalar. Fakat ütopya, herkesin aynı insan olması değil de aynı fırsata sahip olan insanlar olmasını hayal etmek değil midir? En azından ona, bunu hayal etme özgürlüğünü tanıyarak. Distopyacı, “olur mu şekerim insan bencildir” hurafesiyle kapıları zaten çoktan kapatmıştır. O kilitleri açmak her ütopyacının harcı da değildir [yani]. Özgürlüğün çimentosu, [herkesin malumu] eşitlik hayalidir; bu hayal, ütopya inşaatının kumu, harcının suyudur: Ne yöneten ne yönetilen! Oysa distopyacı hayalci olamaz, o fena halde gerçekçidir. Ona göre gerçekler, hayali boşa çıkarır. Ütopyacı ise [gerçek] hayalleri kolektif eyleme geçirir ya da başarabilirse hayalleri kolektifleştirir [Gerçekçi ol imkansızı iste!]. Distopyalar, hep umuttan eksiltile eksiltile inşa edilirler. Bu dünya kötüdür kötü olmasına ama “Neden iyi olmasın?” sorusu yoktur distopyacının kitabında.

Fakat ütopya umutla kurulur. Umutlanmak zor iştir vesselam. Çok zahmet ister. Üstelik sorumluluğu da ağırdır [Sen bize umut vermiştin.]. Tuhaf bir ricat, kuraklık, acayip ruh halleri ütopyayı yer bitirir. Çünkü ütopyasızlık, yaşamasızsızlıktır. Ütopyacı geleceği değil tam da bugünü tasarlayandır; hayal daha şimdiden edilmeden yaşanmaz ki. Dünya, bugünü hayal etmeden kurtulamaz o büyük yalandan.

– Hadi canım sen de, yok öyle bir dünya!

Satır aralarına karamsar bir hal yerleşir. Orwellci karanlık basar birden her yeri. Ne kadar kolaydır [oysa] dünyayı elektrik düğmesine basıp karatmak.

– Biz vaktiyle söylemiştik…

Bugünün gücünü sırtlamaktır asıl marifet, düğmeye basıp yok etmek değil, en zayıf yerinden aydınlığı. İnsan ütopyalarının yıkılacağını bilse de kurmakta direnir ve hatta daha iyisini arar. Mesele dünyanın ne kadar karanlık ne kadar geleceksiz olduğunu tekrar tekrar söylemek değil ki. Acılarımızın müsekkini karanlık dünyada umudun ışığının düğmesine basmayı becerebilmek. Ütopyasız kalmak umutsuzluk değildir. Hayal etmemek, insanın hayallerinden vazgeçmesi asıl karanlık, daha da kötüsü umut etmeyi unutup gitmek. Umudu en küçük parçalarına ayıran distopik teslimiyeti yen[e]medikçe, ütopyasızlık açlık, susuzluk gibi kronikleşir ve hastalık yavaş yavaş bütün bünyeyi sarar, usulca öldürür yaşama sevincini. Çünkü aşağı yukarı, bütün fikir hayatı ütopyalara dayanır. Kötü ütopyalar sağlığı kötü etkiler, iyileri ise sosyal havaya tazelik ve can verir.

Hayata katılmanın hep farklı biçimleri olmuş. Farklı yollardan yürümüş insan hayallerine. Kimileyin korka korka hayal etmiş özgür dünyayı, ülkeyi, şehri, köyü, kasabayı, kimileyin coşkuyla, sevinçle… Hayatın bir türlü düzene girmeyeceğini düşünerek, hep karamsar, ömrünü törpüleye törpüleye. İnsan hem dönüştürmüş hem de dönüşmüş büsbütün. Bütün hayat insanın umutlarının, hayal kırıklıklarının metamorfozu sanki. Dünya insanın devrim sahnesi olacakken neden büyük bir kabusa dönüşüyor ikide bir?

Umut İlkesi

Geçmiş bir boşluk gibi yayılıyor gövdemizden, eski günlere bakıp. Bir de içimizde hoyratça dolanan karanlık. Bir çöküp bir kalkıyoruz, bir yitimden diğerine sıçrayarak. Ah kimsesiz dünya! Artık herkes ezberindekilerle yapayalnız; [hayat hep tekrarlarla geçip gidiyor]. Hem korkusuz yaşamak ne diye?! Korkacağız elbet; tir tir titreyeceğiz [güzel yüzlerini yitirmekten sevdiklerimizin]. Ortada çaresizce kaldığında insan, öyle korkacak ki, hayat ona en değersiz göründüğü yerinden ışık saçsın ipil ipil…

Hep umutsuzuz, umutsuzca umutsuzuz. Aslında hiçbir çaresi de yok bu meretin; amansız bir hastalık gibi… panzehri kendi içinde ya umutlanır yaşarsınız ya da umutsuzca tükenmeye razı olursunuz. Ne büyük bir açmaz!

– Ben artık tüm umudumu yitirdim!

Yarım yamalak kurulan cümleler, hiç düşünülmeden, en içinden sarsarak insanı sorgusuzca teslim alıyor. Peki ya umutlu olanlar? Tek başına umutlu olmak, umudu yaratmak için yeterli mi? Hayır değil elbette. Umudu kolektifleştirdikçe gerçekten umutlanır insan, onu paylaşarak, diğer insanlara yayarak. O yüzden marifet distopya kurmak değil bir ütopya tasarlamak. Ama transhüman çağında hiç kimse marifet peşinde değil, yalnızca macera istiyor. İnsan marifet kapısını kapatalı çok oldu. Ütopyasızlıktan kuruyoruz, ölüyoruz: Haykır ütopyanı ey halk!

Her distopya insana, “insan doğası” zırvalığı üzerinden saldırır. “İnsan kötüdür.”, “İnsanda umut yoktur.”, “Ömür billah düzelmez bu insan.”, hem “Ne kurnazdır o.”, “Ah o aklı yok mu o aklı, bütün şeytanlık ondan gelir.”. Aldous Huxley de kapkara ütopyası ile saldırıyor bize. O meşum Cesur Yeni Dünya’da dehşet verici bir toplumsal düzen resmeder Huxley. Seçkin Alfa yönetici sınıfının emrindeki düşük zekalı işçi Gama moronlar, bütün pis ve ağır işleri yaparlar. Ara kademede her daim seçkinlerin hizmetindeki Betalar, eğlenceden, çalışmaya bir nevi küçük burjuva hayatı sürerler. Herkes, sınıfını ve haddini bilir safa gelir: Alfalar, Betalar, Deltalar, Gamalar. Sınıflar arası denge santim değişmez. İnsanın kaderi, çok önceden, kuluçka makinesinde yazılmıştır zaten. Herkes şişeden, bir nevi yapay rahimden çıkmıştır. Vahşiler dışında hiç kimse herhangi bir insandan doğurulmamıştır. Ülkede doğum kontrolü çok sıkıdır. Ee malum, insan doğası. Herkes şişeden doğma, herkes kaderinde yazılan kadar yeteneklidir: Yaşasın Kuluçka Bakanlığı! Evet efendim, 1932’deki gelecek tasarımı hiç de yabancı değil bugünkü bize değil mi? Bugün biz bunu transhümanizm ile tartışmıyor muyuz? Yaşamı yükseltme, insan ömrünü hem uzatma hem de daha üst standartlara çıkarma illeti, daha o günlerde düşmüş Huxley’in dimağına. İnsanlar 60’larına kadar efendi efendi yaşayıp ölüp giderler bu distopyada. Zaten çocuklara ilk öğretilen de budur: Zamanı gelince ölmeyi öğrenmek en büyük erdem. İnsanlığı büyüleyen muazzam üretim modeli, 1930’larda yaşamın her yerini montaj hattına çevirirken, insan yaşamı yerine sermayenin ömrü, devir hızı artıyordu. Yaşamı değil, gayet tabi kârları yükseltmekti bugün de olduğu gibi bütün mesele. Neticede kapitalizm en güzel bir ütopya, icabında yaşamı artırır icap ederse eksiltir, o kadar! Sen sermayenin keyfinin kâhyası mısın, çok affedersin! Kaderine, yani sana yazılan sınıfa razıysan hem yaşam ne güzel ne ütopik, masal gibi her şey: Yaşasın büyük yalan! [Hakikate inandık da ne oldu efendim!?]

Velhasıl, distopyalar umudu çökertir kardeşlerim, sistemin yeniden üretimini sağlar. “Zaten hiçbir şey değişmiyor.” ve “Böyle gelmiş böyle gider.” veya “Yapacak bir şey yok.” fikrini enjekte eder sinsi sinsi toplumun damarlarına. İnsanı felç eder, onu parça parça koparır yaşamdan, yaşama sevincinden. Artık kimsenin içinden hiçbir şey gelmez; biraz hevesi varsa da artık kaçıp gitmiştir. Distopya teslimiyettir; korkakça bakarak dünyaya, ondan çalıp sakladıklarıyla yaşayabileceğini sanmaktır. Distopya, yeni bir dünya hayal etmeye üşenmenin felsefesidir; hep bir sitem hep bir şikâyet telkin eder [hep memnuniyetsizdir]. Her şey hep kötüye gitmektedir. Umutlu yaşamak güç iştir çünkü. Umutla hayatta akıp durmak, sağlam bünye ister, sabır ister. Kapkara bir hayatı neden sürdürmektedir ki distopyacı? Çeksin yaşam kablosunun fişini, her şey bitsin gitsin.

“Yokluk yoktur, varlık vardır.” diye buyurmuştu binlerce yıl önce Parmenides. Belki şimdi, “Hepimiz varız, hiçbirimiz yokuz…” demek gerek bu neşesiz, kahkahasız umutsuzluk çağında. İnsan ne çok tutunmak ister mutlu zamanlarına, sımsıkı sarılmak, soluk alıp vermek, umutlu bir göğün altında sevinçten sırılsıklam olmak… umutla, hep umutla…

Cengiz Ekiz, Maya Kültür Dergisi, MayaDergi Sekiz 02.08.2024

Resim: Bahadır Karaosman, Distopya, Akrilik Boya, 50x70 cm.

İzleyiciler