Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2025 Çarşamba

Nuh'un Gemisi

    Tek tanrılı üç dinin kutsal kitabında da anlatılır Nuh'un hikâyesi. Yeryüzü sularla kaplanınca Nuh peygamber, karısı, üç oğlu ve üç geliniyle birlikte yaptığı dev gemiye binerek bu yıkıcı tufandan kurtulurlar. Dev gemiye her hayvanın erkeği ve dişisini de almışlardır. Böylelikle gemidekiler sayesinde insanlık ve hayvanlar âlemi yok olmaktan kurtulmuş ve yeniden üreyip çoğalmıştır. Nuh'a "Adem'den sonra insanlığın ikinci babası" denmesi de bundandır. 
    Irkların ortaya çıkışı da Nuh tufanıyla açıklanır. Nuh'un oğullarından Sam, Arabistan yarımadasına gider ve Ortadoğu halklarının ortak atası olur. Yafes, Asya kıtasına gider ve Asya halklarının atası olur. Ham ise Afrika'ya yerleşir, siyahilerin atası olur. Bu söylencede en çok dikkat çeken Ham'dır. Zira söylenceye göre Ham, babası Nuh'u çıplak olarak görüp güler. Nuh da ona beddua eder. Afrikalıların siyah derili olması bu bedduaya dayandırılır.
    Sunay Akın'a göre Nuh'un gemisiyle aylar süren seyahati, "tarihin en renkli yolculuğu"dur. Rivayete göre Nuh bu yolculuğun yapıldığı gemiyi servi ağacından yapar. Tahtaların arasından içeri su sızmasın diye içeriden ve dışarıdan ziftlenmişti. Gemi, bir katı insanlara, bir katı evcil ve yabani hayvanlara ve bir katı da kuşlara ayrılmış olarak üç katlıydı. Bazı kaynaklarda geminin altı katlı olduğu yazar. Geminin her katında ışık ve havalandırma için pencereler vardı. 
    Kaynaklarda geminin boyutlarıyla ilgili değişik bilgiler verilir. En sık kullanılan bilgilerse geminin uzunluğunun 300 arşın (135 metre), genişliğinin 50 arşın (22,5 metre) ve yüksekliğinin de 30 (13,5 metre) arşın olduğu bilgileridir. 

    Nuh'un Gemisi'ndeki hayvanlarla ilgili söylenceler:
    13. yüzyılda yaşamış olan İran kökenli Arap yazar el-Kazvanî'nin günümüze kadar ulaşan Acaib el-Mahlukat ve Garaib el-Mevcudat (Acayip Yaratıklar ve Garip Varlıklar) adlı eserinde Nuh'un Gemisi'yle ilgili bir söylence geçer. Zeki Tez'in, başucu kitabı niteliğindeki mükemmel eseri Mitolojinin Kültürel Tarihi kitabında aktardığı söylenceye göre Nuh'un Gemisi'nde hayvan dışkıları çoğalınca, tanrı, Nuh'a filin kuyruğunu çekmesini söylemiş. Nuh peygamber filin kuyruğunu çekince filden biri erkek biri dişi iki domuz çıkmış. Bunlar gemideki hayvanların pisliklerini yiyerek çevreyi temizlemişler. Domuzun burnunu okşayınca burun deliklerinden iki fare çıkmış. Fareler geminin tahtalarını kemirmeye başlayınca tanrı Nuh'a aslanın iki gözü arasını ovalamasını söylemiş. Sonunda aslan hapşırınca aslanın burun deliklerinden, aslana benzeyen hayvanlar olarak biri erkek biri dişi kedi çıkmış ve bunlar farelere saldırmışlar. 
    Söylencelerden eşek de nasibini almıştır. Gemiye binmesi yasaklanan şeytan, eşeğin kuyruğuna tutunarak gemiye binmeyi başardığından, eşek uğursuz sayılmıştır. 
    Avustralya kaynaklı bir anlatıma göre, gerçekte Nuh'un üç gemisi vardı. Biri dinozorlarla, diğeri nesli tükenmiş hayvanlarla dolu olup bunlar aşırı yük nedeniyle batmışlardı. Nuh'un da bulunduğu üçüncü gemi ise kanguru gibi keseli hayvanlar sayesinde havayla dolup şişmiş bot gibi olduklarından batmamış ve tufan sonrası Avustralya'ya inmiştir. 

    Nuh'un Gemisi nereye indi?
    Dünyada, Nuh'un Gemisi'nin indiğine inanılan ve kutsal kabul edilen birçok dağ var. Bunların çoğu Ortadoğu'da, özellikle de Anadolu topraklarındadır. 
    Süphan, Nissir, Cilo ve Cudi dağlarının yanı sıra, Nuh'un Gemisi'nin doruğunda yer aldığına en çok inanılan dağ Ağrı Dağı'dır. Bu söylenceler bilimsel çalışmalara da kaynaklık etmiş, zaman zaman Ağrı Dağı araştırmacıların ve maceraperestlerin akınına uğramıştır. 
    Sunay Akın'ın Bir Çift Ayakkabı kitabında verdiği bilgilere göre Nuh'un Gemisi'nin Ağrı Dağı'ndaki izinin görüldüğü fotoğraf, harita çalışması için dağın üstünde uçan bir uçaktan, o sırada askerlik görevini yapan ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler tarafından çekilmiştir. Ancak bu fotoğrafı yorumlayarak geminin varlığını ortaya atan, harita uzmanı Yüzbaşı İlhan Durupınar'dır. Durupınar şunları söyler: "11 Eylül 1959 Cuma günü çalışmalarım esnasında, Doğubayazıt civarında mezkûr mıntıkanın haritasını yaparken lavlara gömülmüş hakikaten enteresan bir şekle tesadüf ettim. Bu şekil vadide sel ve lav yatağındaydı. Fakat bir kenarını da kısmen lavlar örttüğü için uzun araştırmaların sonunda bu oluşumun lav akıntısından da önce var olduğu kanaatine vardım. Aldığım ölçülerde boyunun 150, eninin 50 metre, yüksekliğinin de dıştan, lavlardan itibaren de 6,5 metre olduğunu gördüm. Bölge Ağrı ve Tendürek etekleriydi. Derhal aklıma Nuh'un Gemisi geldi. Mıntıka ve estetik bakımından bir uygunluk vardı. Sonra düşündüm: Acaba sulara dayanan bu gemi sonradan lavlar tarafından tahrip edilemez miydi? Herhalde edilmedi. Pompei harabelerinde de küllerin muhafaza ettiği ve taşlaştırdığı, yüzünün ifadesi dahi bozulmamış insan cesetleri bulunmamış mıydı?" 
    Nuh'un Gemisi'nin Şırnak'taki Cudi dağına indiği de yaygın rivayetlerden biridir. Şırnak'ın asıl adının "Şer Nok", onun aslının "Şehr-i Nuh" (Nuh kenti) olması gelenekten gelen bir kanıt olarak kabul edilmektedir.
    Tufan olayı dünyanın birçok mitinde de geçer. En bilineni Sümerlerin Gılgamış Destanı'dır. Gılgamış, ölümsüzlük arayışları sırasında tufandan yaptığı gemi sayesinde kurtulan Utnapiştim ve karısını bulup onlara ölümsüzlüğün sırrını sorar. Bir başka tufan miti Antik Yunan'dadır. Zeus insanları büyük bir selle cezalandırır. Selden yalnızca Prometheus'un ölümlü oğlu ve gelini kurtulur. Çünkü Prometheus, oğlu Deukalion'u uyarmış ve gemi yapmasını söylemiştir. Bu mitin devamında insanlık Deukalion ve karısı sayesinde tekrar dünyaya yayılır. Bunlar dışında da Hint, Çin, Avustralya, Meksika ve Avrupa mitlerinde de tufan anlatılarına rastlanır.

Olcay Bağır, Üvercinka Dergisi, Mart 2021, S.23



8 Haziran 2025 Pazar

Ateş Hırsızları Söylencesi

ateşi çalmaya gittim promete’nin dağlara zincirli bileklerinden
geçip buzakesmiş yanardağ ağızlarında uğuldayan rüzgâr mızraklarından
geçip ateşalmış buzul ırmaklarındaki ince su damarlarından
ateşi çalmaya gittim ikarus’un yanık kanatlarını ahi evran çeliğiyle sararak
geçip spartacus’un bir dağ yamacında gömülü duran kılıç ışıltısından
geçip bedreddin’in sıska bir söğüt dalı altında ıslanan rahlesinden
ateşi çalmaya gittim tanrıların yıldırımlarını çelimsiz ellerimle yararak

ateşi çalmaya gittim
ve yenildim, ricat yollarından geri çekiliyorum bayraklarımı toplayarak

gecede yıldız var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

şimdi rüzgâr esecek şimdi mavi bir kuş yaylımı ayışığının kanadında
kirpiklerime üç damla ışık düşürecek, üç damla yıldız ışığı kirpik uçlarıma

şimdi rüzgâr esecek şimdi gecenin en güzel vakti demirörgünün saçağında
şakaklarıma üç tel sarmaşık düşürecek, üç asma sarmaşığı şakak duvarlarıma

şimdi rüzgâr esecek şimdi haziran sağnağı dalbastı kirazların şıvgasında
dudaklarıma üç yaprak su düşürecek, üç ırmak yaprağı dudaklarımın kuytusuna

şimdi rüzgâr esecek şimdi gecenin en ölüm vakti göğsümün ateş yollarında
gözlerime tuz ölümler düşürecek, üç kök kerbelâ tuzu gözlerimin kovuğuna

gecede yıldız var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

gecede karınca yolları var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

uzun yoldan gelmişim gökkuşağının ağılı bir tırpanla biçildiği çağlardan
haramiler kesmiş suyun başını., yolların bacını verip gelmişim

uzun yoldan gelmişim ülke rüzgârlarının paslı bir kantarmayla gemlendiği
işgal taretleri dişlemiş kıyılarımı ve ocağımı söndürmüş zabitan (çağlardan
ben çapraz asmışım yüreğimin ayasına fişekliğimi.. ilk kurşun zehrini için
(gelmişim

uzun yoldan gelmişim dağ ateşlerinin kör bir mavzerle karartıldığı çağlardan
kanlı bir rüzgâr gibi geçmişim ay uçurumlarından ve küle tohum serpmişim
bir çayırkuşları aldanmış harladığım köze bir de o eşkiya dili koyakların
ve askeran kesmiş yolumu hükmüm kesilmiş., nevruz alazlarında yanıp gelmişim

uzun yoldan gelmişim yalnız kuşbazların taş tabutluklarda çürütüldüğü çağlardan
kutsal bir kitap gibi taşımışım koynumda eski söylencelerin ceylan derisine
(kazınmış umudunu
demişim zeytinin karasında akşam ve başağın sarısında seher
yazılmasın mülkiyetine bir bezirgan zulmetin, avuçlarımdan çatalkaralar uçurmuşum
ve akmış sansaryan hücrelerine ebabil öfkelerimin ince soluğu.. öfkemin adını bilip gelmişim

uzun yoldan gelmişim haziran ateşçilerinin tank setleriyle durdurulduğu çağlardan
bakmışım emeğim üvey evlât ve şerit anama sövmüş ve çökmüş böğrüme duvar
oturmuşum loş bir mahzende kırık bir portakal sandığı üzerine, ışığa bakmışım
ellerime benzeyen eller görmüşüm ve kenetli avuçlarda yarınımın yazgısı
ve abanmışım da bir sabah sağır vardiyalarda sürgünken şalterin kolu
sımsıkı tutmuş alanların kapısını zadegan., adımlarımın diyetini verip gelmişim

uzun yoldan gelmişim kent ufuklarının kuduz bir hırızmayla yırtıldığı çağlardan
derelerim kana kesmiş ve asılmış gözlerimin burcuna üç dağın yaftası
öksüz bir evlât gibi sürüklemişim cesedimi bozbulanık niksar uçurumlarında
duvarlara künyem kazınmış ve adımı okumuşlar radyoda, gülümseyerek dinlemişim
sonra yeniden okumuşum ishakça elyazmamı uzun karartma akşamlarında
öfkeme yeni hatlar çizmişim, çırılçıplak savurmuşum gencömrümü yakıcı buz ışığına
ve saray eşiklerine dayanmışım da yürüyüp dev adımlarla.. çoğalışımın bedelini bilip gelmişim

gecede ateş aylası var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

uzun yoldan geliyorum kulaklarım çınlıyor vur emriyle arandım
san pus içinde bir çığlıktım aradım kendi yankımı ateş aylalarında
ham bir çağlayı ısırmak gibi birşeydi erteledim gencömrümün kırık aşklarını
sormadım neydi beni savuran o çağ yangınlarının gizemli burgacına
bıraktım çocuk ellerimi dereotlarının gölgesinde yılları ışık hızıyla aktım
ve işledim geçtiğim bıçak yollarındaki çiçek harmanını belleğimin kurşuni fanusuna
uzun yoldan geliyorum kulaklarım çınlıyor vur emriyle arandım

gecede ateş aylası var ve ay değirmi bir bıçaktır ölüm yollarında

uzun yoldan geliyorum gözlerim kararıyor risalesini tuttum tarihin
upuzun yatmışım ranzama cehennem göklerde bir yıldız kadar yalnız
şimdi rüzgâr esecek diyorum şimdi biraz daha dallanacak gözkovuğumdaki çuvaldız
şimdi kum fırtınası kirpiklerimde şimdi bir kök tuz damarı gözbebeklerim
uzun yoldan geliyorum, kaybolmuş sûrelerini okudum eski kitabelerin
içinde her gece bir çölün boğulduğu ve her sabah bir denizi dirilten söylencelerin
upuzun yatıyorum ranzamda ve ay öksüz bir şarkıcıdır ondan dinledim
takdirî tahfife yer yok azamî hadden hüküm giydim

gecede ölüm mahyası var ve ay değirmi bir bıçaktır hücre penceresinde

takdirî tahfife yer yok, yokluğumda tefhim edildi hüküm
çün cürmüm sabit gırtlağıma pas akıyor vur emriyle arandım
upuzun yatmışım ranzama ateş aylalarında bir kıvılcım kadar yalnız
neyi anlatır bir kıvılcımın yalnızlığı diyorum, ömrümce bu soruyu aradım
bir çığlıkla koşuyor arkadaşların yanıtı hasta siempre comandante
bir direnç türküsü ki yankısı düşüyor blokların çatkısına
gecede ölüm mahyası var, kendi damarlarını ısırıyor kanım

uzun yoldan geliyorum ölüm açlıklarının ortasındayım

kanım kendi damarlarını kemiriyor, uzun açlıkların ortasındayım
bir yıldız tozu kadar yalnızım ışıltılı bir yıldızlar kumlasında
çığlığın çığlığa çarparak büyüdüğü çağlardan gelmişim
gece silah sesleriyle inmiş caddelere perdeler çekilmiş kapılar sürgülü
ve gün silah sesleriyle kopmuş da geceden, gece afişlerinin kıyısında durup bakmışım

genç ölüler görmüşüm yaralarına yağmur sızan güzelim ölüler
çocukların oyun taşını kavurmuş toplukırımların rüzgârı
pencereye çakılı gözlerini görmüşüm oğul yitirmiş anaların, iki buz yumağı
ve çığlığımızdan nasiplenen yol yorgunlarını görmüşüm
ışıltılı imgeleri korkuya adamışlar, mırıldanmışlar kendi sarsak acılarını
ben delifişek umutlarla yürümüşüm kırık çitli avlulardan haziran sabahına
ince bir çalıgülü bırakmışım sardunya dallarında ışıyan çiğ tanesine, çıplak ve ince
yürümüşüm ve uzun ölümler ortasında bulmuşum kendimi
çiğ tanesine ateş iklimleri düşünce

gecede ölüm mahyası var bize vaadedildi işkence

beynimin etime zulmü bu bize vaadedildi işkence
upuzun yatıyorum ranzada, bir bir açıyorum belleğimin karıncalanmış yiv huzmelerini

ateşi çalmaya gittim onlardan biri olarak ve onlar için
bir gölge gibi geziniyorum şimdi eski söylencelerin yitik sûrelerinde
bilincin ete işkencesi bu, upuzun yatıyorum ölüm açlıklarının haziran vaktinde

upuzun yatıyorum adıma hükm’okunmuş çün münkir anılandım
diretmişim uzun geceler bir karartma perdesinin ardında demiraskı ve bakırtel
ölüme kavgaya ve aşka inanıyorum demişim bu yüzden ölümsüzlüğe
bütün öyküm bu üç sözcüğe mühürlü öyküm bundan ibaret
boy boy asmışlar beyazcama doksangün enkazı çehremi
çok sayıda yasaklanmış yayın ve dürbün ve matara ve parka ve zahire
etin zayıflığındandır kimbilir uzun gecelerin kararsız bir vaktinde
türkümüzü unutanlar olmuştur damarları kanırtan cereyan cehenneminde
direncimi dipsiz kuyulara attılar allahsız ve kimliksiz ve yoldaşsız bir ceset olarak
ve fakat çoğu birbirini elevermek suretiyle
diye okudular zayıflığımı bültenlerde

bütün öyküm bu üç sözcüğe mühürlü öyküm bundan ibaret
upuzun yatıyorum ranzada, bir bir geziniyorum belleğimin kurşunî dehlizlerini
uzun yoldan gelmişim kollarımda zebanilerin kanlı tuğrası
direncin dövmesi saymışım biran unutmamışım boz haki zulmetlerde
ne bir satır mektup ne bir dal ılgınotu ne bir sayfa kitap
bir gölge gibi geziniyorum şimdi eski söylencelerin haziran vaktinde
uzun ölümlere yatmışım
ilk kardelen buz iklimlerine düşünce

gecede ateş söylencelerinin sesi var bize vaadedildi işkence

ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş sureti olarak

ateşi çalmaya gittim eski söylencelerin rüzgâr ufkuna yazılı hecelerinden
kök çınarlar geçtim ve köpük köpük yelkenlenen başak dönencelerinden
sönmüş ocaklar gördüm paslanmış sacayağı ve bakır leğen
bıraktım ardımda yağmalanmış kışlakların buzrengi cesedini
kaçgunlara düştüm ay ve güneş altında bir hayalet gibi taşıyarak dağlanmış suretimi

ve gizledim o eskil tarihimi
yenilmiş kılıçların kendini kanatan kınına

baktım; terin künyesi pas tutmaz dendi ve onların adı terin buhurundadır
kurak çakıl tarlalarına menekşe dikendirler ve teneke kutulara karanfil
hem saltanatlar yıkmışlardır ve payitahtıdırlar imece ülkelerinin
geç ısınır kulakları koyakların yankısına ve en son görendirler dağ ateşini
ama kan yuvaya döner ve gecikmiş evlât gibi basarlar bağırlarına
sararmış sayfalara büyük harflerle yazdım dağıttım en ücra köşelere
kan yuvaya döner, bir gün mutlaka diye adlar koydum şiirlere

ölüm açlıklarının ortasındayım onların lanetlenmiş sureti olarak

uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
hep aynı çanıltıyla açılıyor mazgal, açlığımı soruyorlar apoletlerinin içinden
ekmek kokusu sarmış koridoru ekmeğin mayası tuz kabuğu kül
sürükleyerek taşıyor çuvalı gardiyan, hışırtısı midemi deliyor
şimdi gül reçeli mi olur balı damlayan şeftali mi köpüğe kesmiş ayran mı yoksa
bütün anneler iyi aşçıdırlar damağımı yokluyor annelerin gül desenli sofrası
genzimde kekre bir tad, her yutkunuşta zifirî bir kezzap damlıyor karın boşluğuma
uzun açlıkların ortasındayım, nöbetçi kulesinin gölgesi düşüyor duvarlara

uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
şimdi yağmur esecek diyorum şimdi eylül sağnakları kondu avlularında
güçlükle doğruluyorum ranzadan, ağır ağır yürüyorum pencereye uzanan yolu
gecede karınca yolları var diyorum gökyüzü yıldız gözeleriyle dolu
dirseğimi dayamışım pervazın kıyısına, demire sürtünüyor çenem
şakağımda takılıyor alnımdan süzülen damla, anlıyorum sakalım uzamış
gecede yıldız düğünü var diyorum ve ay öksüz bir şarkıcıdır şapka açar yıldızlara
birdenbire parolaların değişme vakti, birdenbire yitiyor ışık
gün ışısa diyorum, parmak uçlarımla dokunuyorum karanlığa
uzun açlıkların ortasındayım, nöbetçi kulesinin gölgesi düşüyor duvarlara

gecede ateş söylencelerinin sesi var, yankılanıyor aykaranlıklarda

ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş künyesi olarak

………………………..

Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi, Ayrıntı Yayınları


Zindan Karanlığını Aydınlatıp Tel Örgüleri Aşan Ses: Ateş Hırsızları Söylencesi

  

Aytuğ Tolu

“Şu ak kâğıt şu kara kalem
unutmaz belleği, yaşadığımız tanıklığın
yazıtsız gömü taşı, bir pusula, bir teşhis tutanağı
yazılmamış şeyler vardır/ ben
acıyla eğildim yüzünüze
susmayın!” (Oğuz, 1998: 59).

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi adlı şiir kitabı numaralandırılmış şekilde bin adet olarak 30. yıl özel baskısıyla 2018’de Ayrıntı Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. İçinde kitapla aynı adı taşıyan bölüm dahil olmak üzere dört bölüm bulunuyor: “Derin Akışlı Su”, “Ateş Hırsızları Söylencesi”, “Bir Akşam Kente Dönmek”, “Ay Sürgünü”. 171 sayfadan oluşan kitapta 32 şiir mevcut. Yılmaz Aysan’ın çizimleri şiirlerin izleklerine uygun şekilde kitaba yerleştirilmiş. Emirhan Oğuz’un şiirleri 12 Eylül darbesinin toplumsal sonuçları ve yansımaları üzerine kurulu olup cezaevinde yazılmış şiirlerdir. Şiirlerinin altında yer ve zaman bilgisi bulunur.
“Bu kitapta sen varsın” ithafı okuyucuyla bütünleşme amacını taşıyarak şiirlerin geneline yayılan özne inşasının temelini oluşturur. “Ben” anlatıcı olan şair, “biz” öznesine doğru söylemlerini genişleterek şiirini toplumsalın üzerine kurar. Bu, parçadan bütüne ulaşma çabası bireyi toplumsal şartlarından bağımsız bir özne olarak ele almayışın yansımasıdır. Bu kavrayış biçiminde bireyi; aile, dostlar, arkadaşlar, işçi sınıfı bütünler; birey onların bir parçasıdır. Analarımız şiirinde, 12 Eylül döneminde, İstanbul cezaevlerine çocuklarının görüşü için gelen kadınlar betimlenir. Yılları bulan görüşe gelme eylemi tutsak annelerinin saçlarına ak düşmesine ve göz altlarının kararmasına neden olur. 12 Eylül’ün yarattığı bir tahribat da aile bütünlüğünün parçalanmasına yol açmasıdır. Şairin “analarımız” diyerek tüm tutsak annelerini sahiplenmesi, onların yüzlerini “güzel” diye betimleyerek yüceltmesi dikkat çekicidir.

Saçlarına ak düşmüş, kararmış göz altları
kaç yıl var ki alemdağ metris sağmalcılar
                                   analarımız
kim inkâr edebilir: güzelim yüzlerine her salı
kanat düşürür de rüzgâr… kuş olup uçsa oğulları” (Oğuz, 2018: 41)

Bir sonraki sayfada yer alan Babalar şiirinde ise tutsak babalarının durumundan bahseder. En sert kışta ve en kavurucu sıcakta görüşe gelen babaların oğul hasreti ve aydınlık bir ülke düşü vardır. Kışın sertliğine, yazın kavurucu sıcağına rağmen babaların görüşe gelmesi oğullar için hayatın en zorlu koşullarını göze aldıklarına işarettir, hayatın zorlu koşulları şiire tezat kavramlar aracılığıyla girer. Babaların sadece oğulları değil, onların mücadelesini ve ideolojisini de sahiplenmesi şair tarafından cezaevinin içi ve dışı arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır ve ideoloji, mekân engelini aşar. Oğulların düşüncelerinin babaları tarafından sahiplenilmesi şiirin öznesine motivasyon kaynağı olur.

“Hem karakışta, hem sıcağında temmuzun
ocakta ateş cılız, ağaç da gölge vermez
                                   babalarımız
nedir ki donduran ayaz, kavuran güneş nedir
elleri oğul hasretinde… düşleri kar çiçeği bir ülke” (Oğuz, 2018: 42)

Tütün I. Cilt şiirinde mücadele yolunda söylenen türküler aydınlık ülke düşünün kavramlarıyla örtüşerek “berrak” ve “yalın” diye nitelenir. Şiirin öznesi mücadele arkadaşlarına vasiyet bırakır, sahiplenilmeyi ister. Yazdığı şiirlerden her gece birinin okunmasını, kendisinden bir ses kalması için vasiyet eder. Sesin sahiplenilmesi, yaşamın ölümle sona ermeyerek öznenin bırakacağı eser vasıtasıyla hayata yüklenin anlamın sürmesini sağlar. Bu da varoluşu anlamlı kılmanın bir yoludur. Vasiyet bıraktığı arkadaşlarına “kardeşler” diye hitap etmesi ideolojik çevrenin büyük/geniş aileye doğru evrilmesidir. Kitaba adına veren ve nehir şiir özelliği taşıyan bölümde “ateş hırsızları” dediği açlık grevi yapan tutsakları “kardeşim” diye sahiplenmesi yine parça-bütün ilişkisinin diyalektik kavrayışla genişletilmesidir.

“kardeşler
dönsem de dönmesem de
bir ses kalır benden
koruyun onu
çoğaltın” (Oğuz, 2018: 44)

Emirhan Oğuz’un şiirlerindeki bir başka genişleme de önce cezaevinden şehre, sonra şehirden ülkeye ve ülkeden yeryüzü halklarına doğrudur. Parçadan bütüne ulaşma cezaevinden taşan türkülerin inşaat işçilerine ulaşması ve inşaat işçilerinin sesleriyle buluşmasıdır. Bu noktada inşaat işçilerinin çalışma hayatı sahnelenerek onların çalışma hayatlarındaki bir günü canlandırılır. Cezaevi duvarının diplerinden yürüyerek inşaata gidişleri, tere batan gömleklerinin düğmelerini çözmeleri, çalışma biçimleri öyküleyici anlatımla aktarılır. “Güzel” olduğu koyu puntolarla yazılarak eller üzerinden emek yüceltilir. Orhan Hançerlioğlu’nun (1995) belirttiği gibi insanın evrim sürecinde el-dil-beyin birlikteliği gelişmesi, düşünceden eyleme eller aracılığıyla geçilerek üretim kapasitesinin artmasını sağlar. Üretim sürecine ve ortaya çıkarılan ürüne de dil aracılığıyla ad verilir. Türkçede ellerle ilgili çok sayıda deyim ve atasözü bulunması emeğe işarettir. Elleri/emeği yüceltilen işçilerin sıla türküleri söylediğine değinilerek işçilerin kırdan kente göçü vurgulanır. İşçi gurbettedir, emek ise üvey evlattır. Köyünü bırakıp kente gelenlerin emeği sömürülür, geldikleri kentler ise “eylül kentleri” olarak adlandırılır, taşı toprağı altın (İstanbul) olan kentte emek ve iş gücü “ucuzdur”, 12 Eylül darbesi emek mücadelesini baskıladığından işçi emekçilerin hak arama yolları da kapanır.

“hani kuş uçmaz kervan geçmez bir ince tezek dumanı olan sılamızı
Hani bırakmışız da sırtlayıp alın yazımızı
Göçmüş gelmişiz şu taşı toprağı altın
                     Şu emeğimiz haraç mezat eylül kentlerine” (Oğuz, 2018: 82)

Şalteri indiren işçinin de onlar için mücadele eden haziran ateşçilerinin de yolları tanklarla kesilip mücadele alanları/meydanlar kapatılır. Bu engel ve baskı ortamı ise sıkıyönetim ve 12 Eylül’ün ürünüdür.

“ve düşünüyorum da şimdi siz birlikte harç kardığınız o yerlerden
somunlarınızda zeytin çekirdeği tabakanızda küflü tütün
tere batıyor ensenizdeki mendil
siste bir yankı gibi geçiyorsunuz duvar diplerinden…
duyuluyor, bir işçi düğmelerini çözüyor ağarmış gömleğinin
çengel iğneyle iliştirilmiş, fanilasının omzunda alaca muskası
gün boyu ellerini tükürüklüyor beton döküyor kalıplara
ve sonra kampana çalınıyor, öylece bırakılıyor mala ve çekül, şantiyede akşam oluyor…

(…)

sizin elleriniz ne güzel eller, damaklarınızda sızlıyor acı tütün
sıla türküleri söylüyorsunuz
ve koşup geliyor soluğunuz
tecritlerden taşan sesine türkümüzün” (Oğuz, 2018: 84)

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde zaman ve mekân algısı kapitalist üretim biçiminin sömürüsü tarafından şekillenir. Zaman; güneşin fabrika duvarlarına düşmesiyle günün başlangıcı, inşaat işçilerinin çalan kampanayla işini bitirmesi gün bitimini şeklindedir. Lewis Mumford’un belirttiği gibi zemberekli saatlerin icadıyla kapitalizmin seyri arasında ilişki bulunur: “Modern endüstriyel devirde anahtar rolü oynayan makine buharlı motor değil, saattir. Saat, gelişiminin her aşamasında hem makinenin en çok göze çarpan gerçeği hem de tipik sembolü olmuştur. Bugün bile diğer hiçbir makine onun olduğu kadar baskın bir şekilde dünyada var olmamaktadır.” (Mumford, 2017: 26).

1950 sonrasında tarımda makineleşmenin etkisiyle kırdan kente göç akını başlar. Kentte tutunmaya çalışan insanlar kent merkezine uzak bölgelerde gecekondu semtleri kurar. Kentin düzenlenişi gelir düzeylerine göre şekillenir. Gecekondu mahalleleri ve yaşamları kısa bir sürede sosyolojide ve edebiyatta işlenmeye başlar. “çamurlu bir gecekondu semtinde bu kentin” (Oğuz, 2018: 30) dizesi gecekondu semtlerini şiire taşır. Fabrika yolları, gecekondular ve çıkarılan yıkım kararları kentin sınıfsal açıdan düzensiz yapısını yansıtır. Portakal Kabukları şiirinde bu durum koyu puntolarla yazılan ve fabrika çıkış düdüğü anlamına gelen “suena la sirena” şeklindeki nakaratla temsil edilir. Fabrika çıkış düdüğünden sonra işçilerin yorgun ayaklarının izleri kentin uzak sokaklarında akşam karanlığına karışır.

suena la sirena

kar yağıyor kar
kentin uzak
uzak sokaklarına
suena la sirena
yorgun ayak izleri
dağılıyor günün
akşam telâşına

(…)
suena la sirena
bir işçi elinde yiyecek filesi
savuruyor sigara izmaritini
kaldırımdaki kar tabakasına” (Oğuz, 2018: 133-134)

Gecekonduların yıkım tehdidi karşısındaki durumu Mayıs Mahallesi’nde Sabah Şarkısı şiirinde tasvir edilir. Evlerin sıvası döküktür, gecekonduların yapıldığı günler mahallelinin belleğinde anı olarak kalır, fabrika kızları otobüs durağındadır. Kurumuş dere yatağında hışırdayan kavaklar ve şiirin öznesinin kalbinin eylül ölülerinin alnında kuruyan kan lekesi olduğunu dile getiren dizeler, yıkımlar karşısında tutsakların mahalleliye yardım eli uzatamadığını ve bunun da nedeninin 12 Eylül darbesi olduğuna gönderme yapar. Öznenin, yanında olması gereken yerin, işçilerin yaşadığı gecekondu semtleri olduğu açık hâle gelir. Sınıfsal bir duruşla, tekil özneden toplumsala geçiş söz konusudur.

“erik dalı
erik dalı
değdi sıvası dökülmüş
duvarına gecekondunun

(…)

anı çınıltısı
anı çınıltısı
alnını cama dayadı, üç dam
kondu mu yapmıştık dedi
çamur çırpı harç kararak
yıkım sabahı yıkım sabahı

(…)

kalbim, kuruyan kan lekesi
eylül ölülerinin alnında

(…)

otobüs durağında fabrika kızları” (Oğuz, 2018: 135-136)

12 Eylül döneminin gözaltı koşulları işkencenin şiirle kayda geçirilmesine kapı aralar. Elektrik verilerek gözaltında “konuşturma” yöntemini şiirin öznesi öyküleyici anlatımla aktarır. Giz şiirindeki özne kendisinden istenilen bilgiyi sır olarak saklayarak işkenceye dayanır. Kendisinden istenen bilgiyi/kişi adını “karagül” diye simgeleştirerek işkencede şairliğinden gelen dil kullanımı devreye koyar. Öznenin iç konuşmaları paranteze alınarak aktarılır. Parantezde kalan zihindekidir. Şiirin sonunda şairin ve sorgucunun dili arasında ayrım yapılarak ironiye başvurulur. Bu bağlamda Todavia Cantamos şiirinde işkenceciler “onlar işkenceyi sunuyor/ tuzu ve kirlenmiş irini/ pası ve sasımış kanı” (Oğuz, 2018: 55) dizeleriyle tanıtılır. Bu noktada her iki şiirde de “biz” ve “onlar” net şekilde ayrışmış karşıt öznelerdir, diyalektik bir sürecin sonucu olarak karşıtlar savaşım hâlindedir. “Biz” şair olan, kitap okuyan, aydınlığı savunan, şarkı söyleyen, güzelliği isteyen; “onlar” ise “biz” öznesinin savunduklarının karşısında konumlanan, kötüyü ve çirkini isteyenlerdir. Giz şiirinde işkencenin şiir öznesi üzerindeki etkisi şu şekilde aktarılır:

 “O’na
karagül gül diyorsunuz
            dedi adam
o’na karagül diyoruz
            dedim
Neden… diye sordu biri
karanlığın içinden
sustum
ateşten bir ırmak gibi etlerimden
damarlarıma akıyordu elektrik

(…)

Sen bilmiyorsan
bilen birini söyle
            dedi adam
Hücrelerim dikenli tel yumakları gibi
savruluyordu kasıklarımla beynim arasında
(o’na karagül diyenler
Her çiçeğe yeni bir ad yaraştıranlardır
… diye düşündüm)

(…)

Rüzgâra söylemiştim, rüzgâr biliyor
                                   dedim
Koştular, rüzgârı yakalamaya gittiler
zincir
kelepçe
tüfek
şair değildi hiçbiri
elleri boş döndüler” (Oğuz, 2018: 47-48)

12 Eylül döneminin ağır işkencelerinin başka bir boyutu da medya üzerinden halka yansıtılanlardır. Emirhan Oğuz, bu durumu şiiri aracılığıyla kayda geçirir. İşkencede çözülen kişilere değinir. İşkenceye direnenleri de işkencede çözülenleri de medyanın, gözaltında/sorguda politik insanların birbirini ele verdiği şeklinde haber yapmasına değinir. Uzun süren işkence süreci, medyanın haber dili, gözaltındakilerin tutumu ve durumu onun şiirinde birleşir.

“boy boy asmışlar beyaz cama doksan gün enkazı çehremi
çok sayıda yasaklanmış yayın ve dürbün ve matara ve parka ve zahire
etin zayıflığındandır kim bilir uzun gecelerin kararsız bir vaktinde
türkümüzü unutanlar olmuştur damarları kanırtan cereyan cehenneminde
direncimi dipsiz kuyulara attılar allahsız ve kimliksiz ve yoldaşsız bir ceset olarak
ve fakat çoğu birbirini ele vermek sûretiyle
            diye okudular zayıflığımı bültenlerde” (Oğuz, 2018: 76).

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde yerelle evrensel, sınıf mücadelesi ve ezilenlerin tarihi, ortak bir zeminde buluşturulur. Parçadan bütüne doğru ilerleyen genişleme hattında önce Anadolu tarihi, sonra diğer ulusların tarihi devreye girer. Bu aşamada ortak kökten, mücadele tarihinden ve onun tarihi kişiliklerinden ve tarihe damgasını vuran olaylardan beslenme söz konusudur. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Demirci Kava, Nesimi, Hasan Tahsin, Mustafa Suphi ve Maria gibi mücadeleci karakterler; 6 Mayıs idamları, Nevruz alanları, işçi direnişleri, işkenceyle özdeşleşen Sansaryan Han, 1 Mayıs 1977 işçi katliamı, Anadolu halkının bağımsızlık mücadelesi ile şiirin öznesinin politik mücadelesi birbirinin ardılı olarak yansıtılır. Kendi politik mücadelesini kendinden önceki kuşakların ve geçmiş çağların mücadelesine eklemler. Mücadeleyi tarih içinde bir döneme yerleştirdikten sonra ikinci genişleme coğrafi düzlemde gerçekleşir. Vietnam Savaşı ve Vietnamlıların yurt mücadelesi Ho Amca’nın Şiirleri’nde işlenir. Latin Amerika halklarının anti emperyalist mücadelesi Che ve onun ölümü üzerinden anılır. Filistin’in sürgünlüğü ve Beyrut direnişleri, gözaltına alınarak ve kaçırılarak çocukları kaybedilen Arjantinli annelerin Plaza De Mayo mücadelesi Emirhan Oğuz’un şiirinin yayıldığı coğrafi alanlardır. Şairin söylemleştirdiği politik mücadelenin ezilen ve sömürülen halkların atlası içinde yer bulması bu gerçeklerin şiire taşınmasıyla tamamlanır. Ateş hırsızlarının verdiği mücadelenin tarihte ve coğrafyada yer edinmesinin nedeni de şair tarafından “haklı kavgalar” söyleminden kaynaklanır. Farklı tarihlerde ve coğrafyalarda ezilenlerin ve sömürülenlerin verdiği mücadeleyle ateş hırsızlarının verdiği mücadele “haklı kavganın” eseridir. Bu haklı kavgada Vietnamlı kız çocukları ve savaşın ortasında büyüyen Filistinli çocuklar da anılır.

Tarihe ve coğrafyaya yerleşen “ateş hırsızlarının söylencesi” nehir şiir olarak kitabın ikinci bölümünde kayda geçirilir. 12 Eylül darbesinin gözaltı, işkence ve cezaevlerindeki baskı süreci betimlenir. Uzun sorgulama süreçleri, idamlar, “vur emriyle” arananlar, cezaevi görüşlerine getirilen yasaklar ve kısıtlamalar, cezaevlerindeki yaşam koşulları temel izleklerdir. Tarihsel bir gerçek olarak döneme damgasını vuran gelişmelerden biri de politik mahkumlara “tek tip elbise” giydirileceğinin gündeme gelmesidir. 1984’te İstanbul cezaevlerindeki siyasi tutsaklar bu uygulamaya karşı çıkmak için çeşitli eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerden biri de süresiz açlık grevleridir. Tek tip elbise uygulaması karşısında diyalektik bir süreç olan karşıtların birliği ve mücadelesi devreye girer. Açlık grevleri, süresiz açlık grevlerine dönüştürülünce bu eylem, dört kişinin ölümüyle sonuçlanır. Kitaba adını veren “Ateş Hırsızları Söylencesi”nde açlık grevleri anlatılır. Şiirin öznesi grevlerin içinde yer alan bir tutsaktır. Aynı yıllarda İrlanda cezaevlerinde siyasi tutsakların gerçekleştirdiği açlık grevleriyle ateş hırsızlarının mücadelesi şair tarafından kurulan dizlerde buluşturulur. Cezaevi öncesi militan yaşam, “vur emriyle” aranma süreçleri, sorgu ve işkence günleri, cezaevindeki yaşam koşullarına değinildikten sonra açlık grevi epik üslupla kayda geçirilir. “Uzun açlıkların ortasındayım” nakaratıyla zorlu geçen açlık günleri, ölüme yaklaşma anlarındaki psikolojik durum şu şekilde betimlenir:

“uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
Hep aynı çınıltıyla açılıyor mazgal, açlığımı soruyorlar apoletlerinin içinden
Ekmek kokusu sarmış koridoru ekmeğin mayası tuz kabuğu kül
Sürükleyerek taşıyor gardiyan, hışırtısı midemi deliyor” (Oğuz, 2018: 79)

Uzun açlıkların ortasında geçen ve ölüme yaklaşılan günler “uzun ölümlerin şafak vaktiyim benim yıldızım hangisi” dizesiyle sorgulanır. Yıldız kaydığında, bir insanın ölümünün gerçekleştiğine dair halk inancından yararlanılır. Bu bağlamda şair kendi yıldızının hangisi olduğunu merak eder çünkü ölüm sınırına yaklaşmıştır. Uzun yollardan gelinip ölümcül açlıkların ortasında kalınması bir tür yeni bir yol ayrımına gelindiğini belirtir. Yaşamın ve mücadelenin bir yolculuk olduğu vurgulanıp bu yolculuğun hesaplaşmaları da içerdiği şu şekilde öyküleştirilir:

“çığlığın çığlığa çarparak büyüdüğü çağlardan gelmişim
gece silah sesleriyle kopmuş da geceden, gece afişlerinin kıyısında durup bakmışım
genç ölüler görmüşüm yaralarına yağmur sızan güzelim ölüler
çocukların oyun taşını kavurmuş toplu kırımların rüzgârı
pencereye çakılı gözlerini görmüşüm oğul yitirmiş anaların, iki buz yumağı
ve çığlığımızdan nasiplenen yol yorgunlarını görmüşüm
ışıltılı imgeleri korkuya adamışlar, mırıldanmışlar kendi sarsak acılarını
ben delifişek umutlarla yürümüşüm kırık çitli avlulardan haziran sabahına

(…)

gecede ölüm mahyası var bize vaat edildi işkence” (Oğuz, 2018: 74)

Uzun ölümlerin şafak vaktinde olduğunu söyleyen özne “karanfil tarlasından üç yıldız” kaydığını dizeleştirir. Şiirin öznesinden önce ölüme yaklaşan hatta ölüm sınırını geçen başka açlık grevcisi tutsaklar vardır. Kendi yıldızının hangisi olduğunu soran özne, diğer yıldızların kaymasına tanıklık eder. Açlık grevinin 63. gününde ilk ölüm tarihe geçer. Hem içeride hem dışarıda yaşanan ölümlere uğurlama töreni yapamamak özne için kedere yol açar. Bu ölümün cezaevi yönetimince karşılanması şu şekildedir:

“yağmur çiseliyor usul, korkuyla açtılar hücre kapısını ben gördüm
diş fırçası, kalem ve havlu ve masada açık bırakılmış kitap
topladılar ondan geriye kalanı ve aynı korkuyla çıkıp gittiler
ve hiçbiri görmedi altmış üçüncü sayfasında kitabın
bir şiir notu vardı ay ışığının sarkacından usulca sağılıyordu gece” (Oğuz, 2018: 109)

“Ateş Hırsızları Söylencesi” bölümündeki her uzun şiirin sonunda ve ayrı bir sayfada bağımsız bir dize bulunur. Bu dize “ateşi çalmaya gittim” diye başlar ve sonu farklı bir ifadeyle tamamlanır çünkü temel eylem ateşi çalma yolculuğudur. Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalan Prometheus, onu insanlara verir. Bu eylemi karşılık bir dağın tepesinde bağlanarak ciğeri kartallara yedirilir ve karaciğer olduğu için her gün eksilen parçası bir sonraki güne kadar yenilenir. Bu işkence döngüsü, karaciğer kendini yeniledikçe sürer. Ateş; bilginin, tekniğin, ilerlemenin simgesi olarak kabul edilse de bu konuda farklı görüşler vardır. Şair de haziran ateşçileri kabul ettiği siyasi tutsakları modern Prometheus olarak şiirin merkezine yerleştirir, “biz” öznesinin bileşenleridir. Anti kapitalist, anti faşist, anti emperyalist hattı örmeye çalışan ateş hırsızları sınıf mücadelesi verir. Çalınan ateş ise işçi emekçi sınıflara verilen sınıf bilincidir. Bunun karşılığında cezaevlerine kapatılarak mahkum edilirler. Prometheus anlatısı modern bir söylence olarak yeniden üretilir. Prometheus bir dağın tepesinde ciğeri kartallara yedirilerek, haziran ateşçileri ise cezaevlerine kapatılıp işkence yapılarak cezalandırılır. Yunan mitolojisinden 12 Eylül darbesine uzanan süreç coğrafya ortaklığında ve sınıflar mücadelesinde anlam kazanır: “ve helen yurdu ve sınıf uzlaşmazlığı ve anadolu ve evrensel kardeşlik” (Oğuz, 2018: 92). Prometheus’tan Anadolu isyan ve direniş tarihine, haziran ateşçilerine uzanan soy diğer halkların mücadelesiyle birleşerek evrensel bir aşamaya geçer. Tüm ezilen, sömürülen ve işgal edilen halkların öfkesi, öznesinin adalet savaşçısına dönüşmesine neden olur; “biz” adına hesap sormaya evlilen bir süreç yaşanır: “ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş gazabı olarak” (Oğuz, 2018: 103). Bu bağlamda haziran ateşçileri Prometheus’tan Nemesis aşamasına geçiş yapar. Ateş artık emekçi halkların kurtuluşu için çalınmaktadır ve onların uğradıkları haksızlığın neden olduğu sınıf kiniyle bu eylem gerçekleştirilmektedir. Tarihten ve coğrafyadan sonra ideolojinin kapsam alanı da genişler. Ateşi çalmaya gitme eylemi çetin bir yolculuğu içerir. Prometheus’un dağlara zincirli bileklerinden ateş çalınacaktır fakat zorlu bir mücadeledir. İkarus’un yanık kanatları Ahi Evran’ın çeliğiyle onarılır, Spartaküs kılıç ışıltısı ve Bedrettin’in ağaca asılı bedeni yolculuğa eşlik eder fakat bu mücadele geri çekilme eylemini de beraberinde getirir. Getirilecek olan sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesinde yenilgi de geri çekilme de zafer de kaçınılmazdır: “ateşi çalmaya gittim/ ve yenildim, ricat yollarından geri çekiliyorum bayraklarımı toplayarak” (Oğuz, 2018: 65). Yaşamın yolculuk ve ideolojik mücadelenin savaş olduğuna yönelik metaforik algı işler ve buna bağlı şu kavramlar devreye girer: yenilgi, kılıç ışıltısı, geri çekilme, bayrakların toplanması ve psikolojik/moral üstünlük. Her türlü zor aygıtının devreye koyularak baskının, sömürünün ve işkencenin hayata geçirilmesine rağmen umut diri tutulur: “bahara hükümlüdür kış/ kar yağar tipi boran/ gizlice kar altında/ kardelenler büyür” (Oğuz, 2018: 30). Umut, ideolojik (medya) ve baskı (cezaevi, yasal şiddet kullanımı, mahkeme) aygıtlarının tahakkümüne karşı diri tutulur. Bu aygıtlara umutla karşı koyuşun meşruiyeti “haklı savaşlar” verildiğine yönelik inanç ve kararlılıktan gelir.

Sonuç

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi kitabında yer alan dizeler şairin tanıklığı üzerine kuruludur. Bu tanıklık eylemsel bir düzlemde gerçekleşir. Yaşanılan tarih şair tarafından kayda geçirilir. Bu bağlamda şiire ideolojik bir işlev yüklenerek şiir araçsallaştırılır. Şiir, şair için hem sorguda hem de cezaevi koşullarında zorluklara karşı motivasyon kaynağına dönüşür. Emirhan Oğuz’un şiir yoluyla kayda aldığı olaylar, durumlar, kişiler hem kendinden önceki kuşakların hem de kendi kuşağının mücadelesini içerir. Bu yönüyle onun şiirleri tarihin, coğrafyanın, ideolojinin genişlemesi üzerine inşa edilmiştir. 12 Eylül sürecinden mitolojiye kadar uzanan tarih yolculuğu, Anadolu’dan diğer halkların yaşadığı ülkelere kadar uzanan rota, sınıf mücadelesinin evrensel niteliğine yapılan ideolojik vurgu tarih, coğrafya ve ideolojiye yönelik genişletme eyleminin sanat yoluyla işe koşulmasıdır. Belgesel şiir yeniden üretilir: 12 Eylül sonrası cezaevlerinin durumu basına ve halkın bilgisine kapalıyken Emirhan Oğuz yazdığı şiirlerle ifşa/teşhir eylemini gerçekleştirir. Onun için ideoloji belirli bir mekâna ve tarihe sıkıştırılamaz.

Anadolu kültüründen motifler ve türkülerden dizeler, dili farklı ulusların şarkılarından sözler, mitolojiler ve tarih şairin beslendiği kaynaklar arasındadır. Bu nedenle yerel ağızlara ve yabancı sözcüklere şiir dilinde yer verir. Biz öznesinin tepkisinin çoğaltılmasında “sesin sese çarpması” ifadesi gibi özgün sinestezik kullanımlar da şiir dilinde önemli bir yer tutar. Aynı şekilde ironi kullanımı da görülür. Şiirinin biçim özellikleriyle ilgili dikkat çeken diğer bir nokta da yapma destan formunun epik tarzda üretilerek uzun dizelere yer verilmesidir. Özellikle kitaba adını veren bölümde anlatıcı özne kahraman bakış açısıyla kendini gösterir, tahkiye kullanılarak şiir-anlatı sınırının izleri silik hâle getirilir. Şiirin öznesi “biz” öznesinin doğal parçası ve sözcüsüne dönüşen “tekil” bireydir. Bu noktada birinci tekil şahsın başından geçenler haziran ateşçilerinin öyküsüdür. Öykünün şiirin imkanlarından yararlanılarak kurulumu, Nazım Hikmet’ten beri süren toplumcu gerçekçi şiir geleneğinin bir ürünüdür. Kitabın adında “söylence” sözcüğü geçse de rivayet edilenler değil, tanıklık edilenler tanıklık edenin anlatımıyla kaleme alınmıştır, şairin de belirttiği gibi ak kağıda nakşedilen kara bir yazıyla. Şair, mücadelesini yürüttüğü halkın yüzüne acıyla eğilir; ondan beklediği ise susmamalarıdır. Bu yolculuk da şiir bir tepki aracıdır.

Kaynakça:
Hançerlioğlu, Orhan. (1995). Düşünce Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mumford, Lewis. (2017). Teknik ve Uygarlık. (Çev. Emre Can Ercan). İstanbul: Açılımkitap Yayınları.
Oğuz, Emirhan. (2018). Ateş Hırsızları Söylencesi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

https://sanatkritik.com web sitesinden alıntılanmıştır.

6 Haziran 2025 Cuma

İnternette Sahte Can Yücel Metinleri

Semih Çelenk Hocamız tarafından hazırlanan bu liste için kendisine teşekkür ediyoruz. Umarım listeyi güncellememiz gerekmez ve yenileri eklenmez.
 
İnternette sahte Can Yücel metinleri / Semih Çelenk (güncel liste)

(Yaklaşık son on yıldır internette, sosyal medyada dolaşan “Can Yücel” imzalı ancak Can Yücel’in ne üslubunu ne ince alayını barındırmayan sahte metinler aşağıda sıralanmıştır.)
 
1.Bağlanmayacaksın
2.Kadın Dediğin
3.Erkek Dediğin
4.Seninle Olmanın En Güzel Yanı
5.Anladım
6.Herşey Sende Gizli
7.Eğer
8.Herkes Gitmek İstiyor
9.Sevdiğin Kadar Sevilirsin
10.Sağlık Olsun
11.Tam zamanında Yaşamak (Yaşamak Zamanı)
12.Tersten Yaşamak
13.Biraz Değiştim
14.Bir gün Anlarsın
15.Gitmek
16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum
17.Asla Keşkelerim Olmadı
18.Özledim Seni
19.Bilmelisin ki
20.Aşk
21.Boşver ve Yaşı Başı
22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın
23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
25.Farkında Olmalı İnsan
26.Bir Eşi Olmalı İnsanın
27.Unutma
28.Sevgi Emekmiş
29.Özleme Dair (Kim Özlerdi?)
30.Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
31.Aşk Ayakkabı Gibidir
32.Rakı İçen Kadınlar
33.Ateş ve Su
34.Ülke Bölünsün İstiyorum
35.Kadınım Ben
36.Senin İçin Yasak Dediler
37.Bayram Şiiri
38.Dostlar Irmak Gibidir
39.Öyle Bir Hayat Yaşadım ki
40.Bir Yolun varsa Gidilecek
41.Ömür Dediğiniz Nedir Ki
42.Fakirin Gayrimeşru Çocuğu
43.Ey Yüreğim

Semih Çelenk 

Kaynak: www.canyucel.org.tr


14 Mayıs 2025 Çarşamba

"Yaşamı satın alamazsınız. Yaşam akıp gider."

"Bana en yoksul devlet başkanı diyorlar. Ben yoksul değilim. Yoksul olan, yaşamak için çok fazla şeye ihtiyacı olandır."

“Yoksulluğu savunmuyorum. Sadeliği savunuyorum. Ancak sürekli büyümek isteyen tüketici bir toplum icat ettik. Büyüme olmazsa, bu üzücüdür. Gereksiz ihtiyaçlarla bir israf dağı icat ettik. Sürekli almalısın ve atmalısın. Boşa harcadığımız hayatlarımız aslında. Bir şey satın aldığımda ya da siz bir şey satın aldığınızda, karşılığında para vermiyorsunuz. Verdiğimiz aslında vaktimizdir. O parayı kazanmak için harcadığımız vakit. Arasındaki fark: Yaşamı satın alamazsınız. Yaşam akıp gider. Hayatı boşa geçirmek, özgürlüğünü kaybetmek, korkunç bir şeydir.”

“Şunu söyleyebiliriz ki dünyada çok daha paylaşımcı bir ortam yaratılabilirdi. Daha birlik içinde, kardeşçe yaşayan bir dünya inşa edilebilirdi. Amerika’da söylendiği gibi deniz sonsuzdur. Ve herhangi bir topluma dahil olamayan kişi sadece yoksuldur. Koca dünyada bir başına kalmıştır. Bu yalnızlığın acı tadını da öğrenmemek bilmemek için her zaman arkadaşlığa, birlik gibi değerlere çok önem vermek gerekir. Ve bu şekilde bulunduğumuz şehir gibi devasa şehirler ortaya çıkıyor. O kadar çok üzülesi durumda yalnız insan var ki. Eğer bu dünyaya sosyalizmi getirebilirsek ben de gururla sosyalist olduğumu söyleyebilirim. Ama hepimizin daha birlik içinde davranabileceğimiz, daha yardımlaşmacı bir toplumu elde edebilecek kadar sosyalist bir toplum inşa edemeyeceğiz.”

“Fikrimi açık konuşmalıyım. Bu bir kaynak noksanlığı değil. Bu bir idare eksikliği. Hükümetleri tasalandıran bir sonraki seçimi kimin alacağı, patronun kim olacağı... Güç için itişiyoruz ve insanları ve dünya meselelerini unutuyoruz. Kriz, çevreden, doğadan değil. Siyasi. Uygarlığımız, tüm gezegenin mutabakatına ihtiyaç duyulan bir aşamaya ulaştı. Ve biz bakışlarımızı bundan kaçırıyoruz. Şovenizim ve egemenlik hırsıyla körleşmişiz, özellikle en güçlü ülkeler. Örnek olmaları gerekiyordu! 25 yıl olmuş Kyoto’da anlaşalı. Hala en basit önlemleri almak için bile ayak diriyoruz. Yazık! İnsan pek ala kendini yok etmeye muktedir tek hayvan olabilir. Önümüzdeki ikilem bu. Sadece yanılıyorumdur diye umuyorum. İnsan doğası öyle bir yapıda ki, kolaylık içinde geçen bir yaşam yerine acıyla yoğrulmak daha öğretici oluyor. Izdırap çekelim demiyorum. Ama insanların anlamasını istediğim nokta şu: kendini her an yeniden toparlayabilirsin; Sıfırdan başlamak her zaman değerlidir. Bir kere veya bin kere, hala hayatta iken… Hayatta en yüce ders bu. Başka bir deyişle, vazgeçene kadar kavgayı kaybetmemişsindir. Mücadeleyi, hayalinden vazgeçerek terk edersin. Mücadele, hayal, yere serilmek, gerçeğin sillesini yemek, budur varoluşumuzu veya yaşadığımız hayatı anlamlı kılan. Kin besliyor iken bir hayatın olamaz. Kısır döngülere hapsedemezsin hayatını. Bildiğim, hayatın kederi asla iyileştirilemeyecek. Kimse hayatı geri saramaz. Yaralarını sarmayı ve yüzünü geleceğe dönmeyi öğrenmen lazım. Vaktimi yaralarımı yalamakla geçiriyorsam, hiçbir yere varmıyorum. Hayatı önümüze serilmiş bir yol olarak görüyorum. Önemli olan yarın. Bana söylediler, uyardılar, eski bir deyimmiş: geçmişi hatırlamalısın ya da tekrar etmeye mahkûmsun. İnsan ne demek biliyorum: Toynağı aynı taşa yirmi kere vurabilen tek hayvan! Her nesil kendi tecrübesinden öğrenir, ötekilerden değil. İnsanlığı idealize etmiyorum. Başkasının tecrübesinden ne öğrenilebilir. Sadece kendimiz ne yaşadıysak onu öğrenebiliriz. Neyse, bu benim hayat görüşüm. Görülecek hesabım yok.”

“Yaşlandıkça şunu farkedeceksin, 1 dolarlık bir kol saati ile 500 bin dolarlık bir kol saati aynı zamanı gösterir. Mutluluk materyalist şeylerde aranmaz.”

"Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum!"

"Güç insanları değiştirmez, sadece gerçekte kim olduklarını ortaya çıkarır."

José Mujica (20 Mayıs 1935 - 13 Mayıs 2025)

Hasta Siempre Pepe!
............................................................................................................................................................................

Yıldızlar Yoldaşı Olsun / Önder İskender Özturanlı

O bir sosyalistti, mütevazılığı eşitlikçi sosyalistliğinden geliyordu, bütün inandığı gibi yaşayanlarda olduğu denli bilgeydi de. Halkın içindendi, halkının dışına hiç çıkmadı bakan olduğunda da devlet başkanı olduğunda da. Yaşamın kendisi gibi pürüzsüz, yaşamın kendisi gibi yalansız, olması arzulanan dünyadaki gibi sömürüsüz. Jose Mujica bilinen lakabıyla Pepe mütevazi bir çiftçi, toprak adına mücadele eden, hayata çiçek satıcılığıyla başlamış bir sosyalistti. Bir zamanların efsane örgütü Tupamaros’lara katıldı ve ileri düzeyde görevler aldı. Askeri diktatörlük döneminde 14 yıl cezaevinde kaldı, şehir gerillası komutanı bu lider kadrodan dokuz kişi üzerinde ağır ve denenmemiş işkenceleri denediler, Amerikalıların teknikleriydi bunlar, sonra çıktı ve birleşik sol partide siyasete girdi. Sert mücadele dönemi bitmişti, Demokratik Sosyalizm anlayışıyla sol cephe kuruldu, genişledi ve iktidara geldi, Mujica Frente Amplio’nun iki önemli liderinden birisiydi, Tabare Vasquez işe birlikte dönüşümlü olarak Uruguay Cumhurbaşkanı oldular, çok başarılı dönemler geçirdiler. Urugay hala Geniş Cephe tarafından yönetilmektedir.
O bilge ve çelebi kişiliği, muazzam "humour"u ve paradan azade hayatı ile bir sosyalist efsane olarak kalacaktır. Ancak asla unutulmasın ve atlanmasın; büyük politik stratejiler kurabilen, halkı adına aldığı gücü gözüpek biçimde kullanan bir çelik çekirdekti de o, siyasal yaşamı başarılarla dolu olan. Bilge, gülen, yoksul kalarak kapitalizmin ayartmalarına direnen bir çelik çekirdek... Kendisinin yoksul bir başkan olduğuna şöyle itiraz etmişti; "Ben fakir değilim, sadece ayığım, yüklerden hafifim. Özgürlüğümü hiçbir şeyin çalmayacağı kadarına sahibim" Bir yerde de parayı seven adamları siyasetten men edin demişti. Yıldızlar yoldaşı olsun bu büyük mücadele adamının.



11 Mayıs 2025 Pazar

Sacco ile Vanzetti

ÖNSÖZ

Yuvarlanıyor, iri, sıcak damlalar
bakır yanaklarımızdan!
Yuvarlanıyor iri sıcak damlalar
kalbimize!
Kalbimiz artık dar geliyor bize!
Kopararak
kanlı sargıları
yaramızdan
sokaklarda haykırmadayız
hep bir ağızdan!
Dişi bir kaplanız ki biz,
kara saplı bir hançer deldi yavrularımızın göğsünü!
Dişi bir kaplanız ki biz
dişlerimizde taşıyoruz altın başlı yavrularımızın ölüsünü.
Kin'in kızıl gözlü sarı alnına
saldık sevginin beyaz çiçekli örgüsünü!..
Kan geliyor kainatın rengi bize!
Yuvarlanıyor iri sıcak damlalar
bakır yanaklarımızdan
kalbimize!.

HİKÂYE

Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu.
Onlar, kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman
iki saf ve namuslu çocuktu!
Ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir inkilap ordusunun askeri!
İhtilalin sıra neferiydi onlar,
İhtilalin namuslu iki neferi.
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin.
Koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı,
yandı yürekleri
yedi dakka yandı!...
Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete,
kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!.
Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şâhâ kaldırdı kitleleri
ihtilalin neferi!...

KISSADAN HİSSE

Burjuvazi,
katletti içimizden ikimizi
bu iki ölü ölmeyen iki ölümüzdür!
Burjuvazi,
kavgaya davet etti bizi
davetleri kabulümüzdür!
Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini,
biliriz öylece yaşamasını, ölmesini.
Hepimiz - birimiz için,
birimiz - hepimiz için!..

Nâzım Hikmet Ran

...............................................................................................................................................................................................

Geç Gelen Adaletin Evrensel Simgeleri

ABD’de işlemedikleri suçtan hüküm giyen Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, dünya ayağa kalkmasına rağmen idam edilmişti. 50 yıl sonra itibarlarının iadesi bir şeyi değiştirmedi. Onlar zaten geç gelen adaletin ne olduğunu hatırlatan birer simge olmuşlardı.

Bundan tam 100 yıl önce bir mayıs günüydü... Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, adaletin sonsuza kadar yara alacağı mahkemeye çıktılar. Hayatlarına mal olacak, ancak 50 yıl sonra suçsuz bulunacakları bir karara doğru ilk adımdı bu.  İkisi de İtalya’nın küçük şehirlerinde doğmuş, genç yaşlarında Amerikan rüyası peşinde okyanusu geçmişlerdi. Sacco, haftada altı gün, günde on saat bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Vanzetti ise bir tezgahta balık satıyordu. İkisi de işçi hakları mücadelesi içindeydi ve anarşizm yanlısı İtalyanların kurduğu kolektifte çalışıyorlardı.  ABD, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde kolektifin tamamı askere çağrılma ihtimaline karşı Meksika’ya kaçtı. Savaş bittiğinde geri döndüler, ancak bıraktıklarından daha sert bir mücadelenin içinde buldular kendilerini. 

Delil yok, kanaat var

1920 yılında bir arkadaşlarının Adalet Bakanlığı’nın penceresinden şüpheli biçimde düşüp ölmesi sonucunda bir eylem yapmaya karar verdiler. Polis onları yakaladı ve anarşist içerikli bildiri ve silah bulundurmakla suçladı. Birkaç gün sonra ise suçlama değişti: Bir soyguna katılıp iki kişiyi öldürmek. Braintree Pearl Street adresinde Slater & Morrill ayakkabı fabrikasının mutemedi ve onun koruması öldürülmüş, yanlarındaki para da çalınmıştı. Parmak izi yoktu, birinci derece kanıt yoktu; Sacco ve Vanzetti’nin suçlanması için iki gerekçe vardı. Biri göçmen olmaları, diğeri ise mahkeme başkanının onlara hiç çekinmeden yapıştırdığı “iki aşağılık anarşist” etiketi.  1921 yılının 24 Mayıs’ında başladı yargılama. Öyle bir iklim vardı ki ABD’de, Sacco ve Vanzetti için adalet Kafdağı’nın ardında görünüyordu. Bolşevik devriminden sonra ABD’de komünist avı başlamıştı; 1924 yılında Hoover tarafından kurulan FBI, 150 bin kişilik şüpheli listesiyle devlet tarafından “istenmeyenler”e dünyayı dar ediyordu.

Lehlerine tanıklık edenler dinlenmedi, serbest bırakılmaları için dünyanın dört bir yanından yapılan çağrılara kulak asılmadı. Bernard Shaw’dan Albert Einstein’a nice insan adalet talep ettiyse de karşılık bulamadı. Hâkim, “Belki bu suçları işlememiş olabilirler” diyordu hiç çekinmeden, “ama yerleşik kurumlarımızın düşmanı oldukları açık”. Yıllarca süren sözde yargılamanın ardından 1927 yılında idama mahkum edildiler. Vanzetti, idam kararından sonra Sacco’nun oğluna şunları yazdı: “Hiç aklından çıkarma Dante, bunları hep hatırla; biz suçlu değiliz, bizi bir yığın uydurma ve yalanla mahkum ettiler; yeniden yargılanmamıza karşı çıktılar ve eğer yedi yıl, dört ay, on bir gün süren tarifsiz acılardan sonra bizi idam ediyorlarsa, bunun sebebi sana demin söylediklerimdir, çünkü biz yoksullardan yanaydık, insanların insanlar tarafından ezilmesine ve sömürülmesine karşıydık.” 23 Ağustos günü elektrikli sandalyede yedi dakika arayla idam edildiklerinde yarım yüzyıl sonra gelecek adaleti hayal etmişler miydi acaba?  Vanzetti’nin son konuşmasını Can Yücel nefis Türkçesiyle şöyle çevirmişti: “Bunlar gelmese başıma, siz çıkmasaydınız karşıma ona buna dert anlatacağım diye köşebaşlarında harcar giderdim ömrümü, silik, belirsiz, yenilmiş titretir giderdim kuyruğu. Ama şimdi öyle mi ya! Bizim başarımız bu ölüm, bizim zaferimiz bu. Dünyada aklımıza gelmezdi böyle yararlı olacağımız, insanlık için, adalet için, hürlük için eskaza gördüğümüz bu hizmeti bir kere değil, on kere yaşasak yapamazdık. Dediklerimiz, hayatımız, çektiklerimiz hiç kalır bunun yanında hiç kalır yanında idamımız -bir kunduracıyla bir işportacı parçasının idamı Yaşayacağımız o son anı elimizden alamazsınız ya! O bizim işte, o bizim zaferimiz.”

Cinayetin cezası özür

1977 yılında Massachusetts Valisi Michael Dukakis (ki o da bir göçmendi) Sacco ve Vanzetti’nin adil yargılanmadıklarını söyleyip itibarlarını iade etti. Hukukun işlediği cinayetin cezası ancak özür dilemek oluyordu. 23 Ağustos, artık Sacco ve Vanzetti’yi Anma Günü ilan edilmişti.  Yıllar içinde adlarına anıtlar dikildi, şiirler yazıldı, filmler çevrildi, şarkılar bestelendi. Joan Baez’ın Ennio Morricone ile birlikte yazdığı Here’s To You, Giuliano Montaldo’nun 1971 tarihli filmi “Sacco & Vanzetti”nin soundtrack’iydi. Vanzetti’nin son sözlerinden ilham alan ve dört satırdan oluşan şarkı, 1970’lerin insan hakları hareketinin sembollerinden biri olmuştu:  “İşte şimdi, Nicola ve Bart Kalplerimizde sonsuza kadar dinlenin Son ve en son an sizlerindir Bu acı zaferinizdir.” Şarkı, 1977’de hapishanede intihar eden, Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe’nin cenazesinde marş olarak söylendi. 2014’te ise video oyunu Metal Gear Solid V’nin açılış şarkısıydı. John Dos Passos “ABD Üçlemesi”nde, Kurt Vonnengut “Kodes Kuşu” kitabında onları anlattı. Dos Passos “Onlar Ölü Şimdi” şiirinde “Artık özgürdü hayâlleri” yazıyordu; “Uzaktaydı artık o zift kokan hücre. / Sesleri, dillerine yabancı on binlerin nefesinde yankılandı / Ve aynı şarkıyı hep bir ağızdan söyledi on binler. / Şarkı çığlık olup patlattı Massachusetts’in kulak zarını. / Şimdi varsa cesaretin, buna şiir de!” Allen Ginsberg ise “Amerika” şiirinde “Sacco ve Vanzetti ölmemeli” diyordu. Onlar elektrikli sandalyeye doğru yürürken Nazım Hikmet de elinde kalem kağıt, acısını şiirle dindiriyordu:  “Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular Elektrikli iskemleye Kadife bir koltukmuş gibi oturdular Yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı Yandı yürekleri Yedi dakika yandı Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete Kurban gittiler dolarların emrindeki adalete! Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi, Ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri Bu iki ihtilal neferi! Burjuvazi, Katletti içimizden ikisini Bu iki ölü ölmeyen ölümsüzdür!” Evet, ölümsüzler artık. Onları edebiyat, müzik, sanat ölümsüz kıldı. Vanzetti’nin sözlerine rağmen son bir kez sorsalar, adaletin katliyle ölümsüz olmak mı yoksa adilce yaşamak mı isterlerdi acaba?  

Zeynep Miraç, Gazete Oksijen, 21 Mayıs 2021







İzleyiciler