7 Nisan 2025 Pazartesi
66.Sone
17 Ağustos 2024 Cumartesi
Bazen
24 Aralık 2010 Cuma
Aşk Üzerine Marazî Bir Deneme
Aragon'un ünlü sözü "Mutlu Aşk Yoktur", bütün ünlü sözlerin yazgısını tekrarlar: Bu düşünce, daha çok, yanlış anlaşılmıştır.
Aragon, hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremediğini mi ifade etmeye çalışmıştı? Şairler böyledir, şiirler haydi haydi böyle: Ayrıca bir şey söylemezler: Bu'durlar, bu kadar'dırlar. Onun için de tek doğru yorumdan söz etmek boşuna olur; herkesin ufkunu ve dernşiğine göre bir yorum, birden fazla yorum olasılığı yaratır bu türden altın sözler.
Aragon'un yaklaşımını, Aşk ve Batı başlıklı bir incelemenin de yazarı olan kültür tarihçisi Rougemont'un kurduğu kilit cümleye bağlamak istiyorum: "Mutlu Aşk'ın yazılı tarihi yoktur".
Gerçekten de, Batı uygarlığında da, Doğu'da da, mutsuz aşkların tarihinin yazılmış olduğu göze çarpıyor. Leylâ ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Hüsrev ile Şirin, Yusuf ve Züleyha, Romeo ve Jülyet, Heloise ve Abelardus, Portekizli Rahibe ve sevdiği adam, Don Juan' ın ya da Casanova' nın tekmili birden serüvenleri, bütün Tristan ve Isolde versiyonları, Carmen ve Don Jose, sonsuz bir listeye yönelmek güç değil mutsuz çiftler konusunda, işlenen aşkın siyah tablosunu çıkarır karşımıza. Beatrice'nin Dante' sinden Makber'in şairine, Nerval'ın Sylvie'sinden Halid Ziya'ya değişmez bu gerçeklik: Klâsikler, Romantikler, Simgeciler, Gerçekçiler, Gerçeküstücüler, Modernler, Post-Modernler Aşk'ın çehresini değiştirirler de, natura'sına dokunamazlar pek.
II
Aşk'ı tanımlamaya çalışmanın düpedüz gözüpek bir girişim olduğunu bile bile davranıyorum, davranacağım bir kez daha, bu deneme "Karpuz Çekirdeği" nin karşı sayfalarına kurulduğuna göre: Sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türüne Aşk diyorum ben. Karşılıklı duygular dengesi bozulmuş, zihnin ve gövdenin elektrik yükü iyiden iyiye artmış, izan çerçevesi dağılmış, şiddet tırmanmaya koyulmuştur. Aşk, kişiye varoluşunun uçlarını anmsatır ve ölüm güdüsünü devreye sokar: Çift'in tek'i kendisine (Pavase), eşinin (Carmen), kendisini ve eşine (Kleist) yok etme eşiğine dayanmıştır. Eşik her zaman aşılmaz belki; eşiğe her zaman dayanılır. Aslında: Kansız aşk yoktur. Akması gerekmez kanın, kaynama noktasına ulaşması gerekir bir tek: Orada, o anda gövdenin kimyasal dengesi hepten değişir ve Zihin sürçmeye başlar: Yoğunlaşmalar, takınaklar, mantığı tersyüz eden bir akrar politikası egemendir artık. Aşkın (âşığın) gözünün görmediği doğru değildir: Doğru olan, onun başka birşey görmediği, başka bir noktaya bakmadığıdır.
III
İktidar ilişkinin en fazla sivrildiği, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldığı alanların başında gelir Aşk. Görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin her an kula, kulun her an efendiye dönüşebileceği bir eksen üzerinde iniş-çıkış eğrisini çizer 'kahramanlar'. Partönerlerin rollerine aldanmamak gerekir: Hükümran nerede boyun eğer, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. Uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleye öylesine güç kazanır ki, istediğinde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. Büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndüğüne, ateşin yön değiştirerek yakanın yandığı, yananın külünden yeniden doğduğu bir durum yaşandığına tanık olunur: Karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. Tek taraflı aşk, zaten aşk değildir: Öteki'yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergâhıdır: Bir som yanılgı, bir som yanılsama.
IV
Mutsuz aşkın tarihi, kaldı ki, Aşk'ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin engellenmesine dayanır hep. Erişememenin, bulaşamamanın, yan yana gelemeyişin binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza: Hayat gelir düğümünü kurar bütün öykülerde, biribirine doğru yol almaya çıkan âşıkların yörünge tabakalarını kırar, sapmaları örgütler ve bir yana çekiliği, Calvino' nun deyişiyle çapraz yazgılarını izler. Efsane her zaman gerilim istemiştir. Hikâyenin askıda kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler öne sürülür. İki trajik odak berlirler bireyin yaşam akışını: Aşk ve Ölüm. İkisinin de ayırması beklenmiştir. Çağlar boyu, Aşk'a bakışının temel yasası olarak kalmıştır bu: Bir araya gelindiğinde Aşk ölmeye başlayacaktır.
Toplumsal düzenler, hangi evrelerine bakılırsa bakılsın, bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk'ın ölümünü hazırlamıştır.
Onlar ermiş muradına - o noktada biter her hikâye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunmamıştır.
Anlatıldığında, Aşk'ın ağır ağır ya da hızlı eriyişinin konu edildiğini görüyoruz: Çiftler, ama birlikte ama ayrı ayrı, mutlu aşkı çözmüşlerdir. Shakespeare'de de böyledir bu, Balzac'da da.
V
Mutsuz aşkın destansılığı, özde, trajik çekirdeğiyle bağlantılı biçimde öne çıkar. Gene de, ayrıntıları yabana atmamak gerekir: Hem hep ayrılık motifi ağır bastığına göre, araçlar etkili olacaktır: Bekleyiş, klâsik dönemlerde mektuplaşmayı (Hugo ile Juliette arasındaki yazışma yaklaşık 20 bin gönderiden oluşur), asrî zamanlarda telefonu devreye sokar: Mesafe, aşkın en sağlam sigortası olarak görünür.
Cinsellik düzleminde de. Erkek aramış, kadın bulunmayı beklemiştir. Gövde(ler) çalışmaz, durdurulur. Haz zamanı gelecektir. Arada, kızışma süreci yaşanır: Kıskanç zihin yanar, tutuşur, an gelir yakr, tutuşturur: İmgelem, dönme dolap gibi hızla merkezinin etrafında dönmeye koyulur. Sonra yorgun düşer. Burada da mesafe simgeleri işler, âşık fetişlerden medet umar: Saç teli, mendil, elyazısı mıknatıs gibi çeker onu: Erotizmin anahtar nesneleri.
VI
Mutsuz aşkın diyalektiği, konuya kapalı bir alana sürüklenmiştir. Gövdenin keşfi ve fethi bağlamında farklı değildir yorum türleri. Cinsellik çoğalmayla özdeşleştirilmiş, Din'lerin ve Aile'nin çoğalma azularının sonuç-edimine indirgenmiştir. Aşk, erotizmi gösterir: Bir tek öteki'ni istemekle yetinme, kendini de iste. Gövdelerarası ilişkide temas teğet'e ayarlanır böylece: İstek, istek olarak kalabilmek için doyum'da olabildiğince uzak tutulur.
Önce keşif gelir. Keşif, uzun bir hazırlık, özenli bir bakış, ağır ağır gelişen bir yayılma harekâtı demeye gelir. Cinselliğin hedefi soyuttur, yetkin gövdeyi biçimlendiri imgelem haritasında. Erotizmin beslendiği Aşk, arızaları sever, hatta yüceltir: Hedefi nesnellikten büsbütün uzaklaşmıştır.
XX. Seminer' in 'Jakobson' a başlıklı seansını bitirirken, bir yıl öncesine gönderme yaparak, bir kadına yazığı mektuptaki yazımsal sürçme nedeniyle bıyıkaltından kendisine eşcinsel olduğunu imâ edenlere "geçen yıl dedikti ya" der Lacan: "İnsan sevdi mi, seks sözkonusu değildir."
VII
Lacan' ın sözü, aşkın cinsellikle kaynaştırıldığı perspektifler İskender kılıcı gibi iner. Şaşırtıcı bir yan yoktur oysa, bu önermede: Bütük klâsik ölçütler gelir sözkonusu ayrımı doğrular. Yalnızca kavuşamamanın, buluşamamanın yol açtığı bir kopuş değildir üstelik bu; ters kutupta, kavuşmanın ve buluşmanın durmadan tekrarlandığı, keşfe vakit bırakmayan fethin esas olduğu örneklerde de kopuş geçerlidir: Ne Casanova aşkı yaşama hakkına sahip olabilmiştir, ne de Don Juan ya da Acquitaine dükü Guillaume: Öteki'ni bulamamanın temel gerekçesi kendini gözden kaybetmektir.
Erotizm vakit, sabır, emek isteyen tutku kültürü. Musil'in "Niteliksiz Adam"ın merkezinde, Ulrich-Agatha çiftinin sıradışı ilişkilerinde sınırlarına ışık tuttuğu teğet mantığı. Orada egemen fiiler değişir: Dokunmak, değmek, bakmak ince ayar ister. Bir başka denememde değinmiştim, Musil'in kediler konusundaki gözlemine: Çiftleşme mevsimi gelip geçtiğinde, birbirlerinden hepten uzaklaşmazlar, göz mesafesinden uzaklaşmaksızın yeni konumlar seçerler. Sonra, gene, yakınlaşırlar.
Klasik ölçüler böyle de, çağdaşlarınki farklı mı? Batı Avrupa'da yapılan bir araştırma, günümüz insanının Aşk'ı hayvan ve spor tutkusunun, meslek ve serüven tutkusunun hizasında koyduğunu gösteriyor. Melâlden yorgun modernler Tutku'yu "coşku" ve "neşe"yle özdeş sayıyorlar. Aşk, artık kan ve gözyaşı ile yoğrulan bir imge olmaktan çıkıyor. İnsanlar onu yaşamak istiyorlar. Onunla yaşamak. Hayatın bir olanaksızı saymaktan yana değiller Aşk'ı.
Onun olabilirlik payı ne, peki?
Bu olabilirliğin ifade edilme payı var mı?
VIII
Çağın Aşk'a yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette. Aşk, onu doğuran nedensiz heyecana (Sartre bile "büyü" saymıştır heyecanı), onu yoğuran tutku gizilgücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan. Koşulların, toplumsal bağlamın, ideolojik örgünün değişmesiyle değişmeyen bir mayası olduğu bellidir. "Mutsuz aşkın tarihi"nin yazılmasında kesintiye rastlanmaması bundandır.
Şükûfe Nihal, Domaniç dağlarında, sevdiği adamı genç yaşta yitirmiştir olağanüstü güzellikte, bütün erkeklerin etrafında pervâne gibi döndüğü bir kadının öyküsünü derlemiştir. Hiçbir talibine dönüp bakmayacaktır o kadın: "Arslan yatan yere ben köpek bağlayamam", demiştir.
Bir kere Aragon'u çağıracağım: "Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir".
Binbir örnekte bir başkası: Valyum Dönencesi'nde (1991) trajik tutkusunu kaleme alan Patricia Finaly. 1964'te sinema yönetmeni Labarthe' la karşılaşır, yedi yıl süren aşklı ilişkileri bittiğinde, o gün bugün süren karabasanı başlar: Uyku tedavileri, psikanaliz seansları, sakinleştiriciler, hipnoz tedavisi işe yaramaz: "XX. yüzyılda, hekimler hâlâ aşk acısını dindirebilecek bir hap yaratamadılar", sözü yirmi yıldır hayalet gibi yaşayan ve durmadan Labarthe'ı takip eden herkesi ona telefon etmeye zorlayan, olup bitenlerden hiçbir pişmanlık duymayan Finaly'ye ait.
IX
Bir yandan da, kendisi kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazanmanın yolunu arar Aşk.
Yeryüzünde, başlamış, sonunu getirmiş pek çok aşk hikâyesi yaşanmış olsa gerektir.
Başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan hikâyelerdir aslında. Kimi çözülecek, bozgunlar; kimi özensizlikten, yorularak; kimi de törpülenip ehlîleştirilerek, kurumsal fanuslar içinde silinip gitmiştir.
Zorla olan: Kişi'nin kendi içindeki Aşk'ı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.
Daha da zorlu olanı: İki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı Aşk'ı beslemeleri, Tutku'ya yaşama hakkı vermeleridir.
Toplumbilimci Jean Duvignaud, "Kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, TUTKU bir kopuştur" diyor: "Kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır Tutku - sistemler için".
İnsan tutkularını gösterdiği özen ve bağlılık oranında kendi kendisini gerçekleştirme sınırına yaklaşabilir, onu genişletebilir.
Daha, diyebilmek çok önemlidir.
Enis Batur
Kaynak: Cogito, Sayı: 4, Bahar 1995
Resim: John Duncan (Tristan and Isolde, painting by John Duncan)
10 Kasım 2010 Çarşamba
Tanrı yazar mı, yazar Tanrı mı?

Klasik polisiyenin başlangıcı olarak 19. yüzyılın ortaları gösterilir. Oysa, suçu ve cinayeti anlatan metinlerin tarihi çok daha gerilere, tarihin başladığı günlere uzanır. Suç, insanoğlunun bir varoluş biçimidir. Gerçekten de cinayeti ya da sonuçlarını anlatan ilk metinler, günümüzden binlerce yıl önce yazılmıştı. Hitit saray cinayetlerinin sonuçlarını konu alan Telipinu Fermanı ya da Sophokles'in ünlü yapıtı Kral Oidipus gibi.
Bu metinlerin içinde Eski Ahit'te Kabil ile Habil bölümünde anlatılan cinayet öyküsü en çarpıcı olanıdır. Bu hikâye sadece çarpıcı bir mesel olmaktan çıkmış, suçu ya da cinayeti anlatan yazara kolay kolay değişmeyecek/değiştirilemeyecek bir model olmuştur.
Söz konusu öykü Eski Ahit'te şöyle anlatılmaktadır:
"Birgün Kabil toprağın ürünlerinden Rab'be sunu getirdi. Habil de sürüsünden ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab, Habil'i ve sunusunu kabul etti. Kabil'le sunusunu ise reddetti. Kabil çok öfkelendi suratını astı. Rab, Kabil'e 'Niçin öfkelendin?' diye sordu. 'Niçin suratını astın? Doğru olanı yapsan seni kabul etmez miydim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.' Kabil, kardeşi Habil'e 'Haydi, tarlaya gidelim,' dedi. Tarlada birlikteyken, kardeşine saldırdı, onu öldürdü.
Rab, Kabil'e, 'Kardeşin Habil nerede?' diye sordu. Kabil, 'Bilmiyorum, kardeşimin bekçisi miyim ben?' diye karşılık verdi.
Rab, 'Ne yaptın?' dedi. 'Kardeşinin kanı topraktan bana sesleniyor. Artık döktüğün kardeş kanını içmek için ağzını açan toprağın laneti altındasın. İşlediğin toprak bundan böyle sana ürün vermeyecek. Yeryüzünde aylak aylak dolaşacaksın."
Öldürmeyeceksin!
Yukarıdaki kısa metin suçla insan arasındaki ilişkiye dair önemli sorunsalları içermektedir. Tanrısal yasayı çiğneyen Kabil, kıskançlık gibi yedi ölümcül günahın en üst sıralarında yer alan bir duyguya kapılmış, bu duygu ona, On Kutsal Emir'den en önemlisini "Öldürmeyeceksin!" yasasını çiğnemiştir. Üstelik en yakınını, kendi kanından olanı,öz kardeşi Habil'i öldürerek. Anlaşılabileceği üzre buradaki kardeş aynı zamanda herhangi bir insanı da temsil etmektedir. Çünkü Kabil ile Habil, Âdem ile Havva'nın çocuklarıdır. Yani, kutsal metine göre ilk insanlardır. Onlar herkesin atasıdır. Herkes onlardan doğacaktır. Eski Ahit'teki bu izlek yani kendi kanından olanı öldürmek, Sophokles'in Kral Oidipus'unda, Shakespeare'in Hamlet'inde, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'inde de kullanılacaktır. Ama Eski Ahit'teki bu cinayet metnini kadim bir model haline getiren özellik sadece kendi kanından birinin öldürülmesi değildir. Bu metinde yazılanlar, kuşkusuz tanrı/yazar tarafından kurgulanmıştır. Yazılanların gerçekten yaşanmış oluğunu düşündüğümüzde de aynı olasılık karşımıza çıkacaktır; yazgıyı belirleyen Tanrı olduğuna göre, Habil'e, Kabil'i öldürten de Tanrı'dır. Gerçek yaşamı da, metni de kurgulayan aynı yaratıcı, aynı güçtür. Bunu neden yapmaktadır? İnsanlarla oynamayı sevdiğinden mi? Onlara acı çektirmek hoşuna gittiğinden mi? Yoksa onlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğretmek istediğinden mi? Genellikle kabul gören sonuncu seçenektir. Tanrı, iyilik ve kötülük, zekâ ve aptallık, yaratıcılık ve yıkıcılıkla var olmuş insana yapmaması gerekenleri bu acı örnekle göstermek istemiştir. Ama bunu yaparken neler hissetmiştir, bunu kestirmek zor. Ancak suçu anlatan yazarların anlattığı cinayetlerde neler hissettiklerini biliyoruz. Agatha Christie'nin çok eğlendiğini söyleyebiliriz. Shakespeare ve Dostoyevski'nin ise o kadar eğlendiğini sanmıyorum. Öyle olsaydı Hamlet de, Raskolnikov da bu denli derin, bu denli karmaşık, bu denli trajik karakterler olmazlardı. Ama iyi yazarların tümü için söyleyebileceğimiz tek gerçek, cinayet metinlerini kaleme alırken hepsinin de hem katil, hem kurban olduğudur. Öldürme anı ve ölme anını hissetmeden iyi cinayet metni yazılamayacağı gibi, bu, insan yazgısını değiştirebilecek güçteki eylemin katilin/kurbanın üzerindeki etkisini anlamak da olanaksızdır.
Kabil suçlu olarak yaşayacaktı...
Yeniden Eski Ahit'teki metine dönecek olursak, kurbanın yani Habil'in rolünün oldukça az olduğunu görürüz. Genç yaşta ölür ve yaşamdan da metinden de çekilir. Belki Tanrı onu cennetine alarak ödüllendirmiştir, bunu bile bilmeyiz. Bildiğimiz Habil'in misyonunu tamamlayan bir karakter olarak artık Eski Ahit'teki metinde yer almayacağıdır. Oysa katil, yani Kabil metinde bir suçlu olarak yaşamayı sürdürücek, korkacak, sürgüne gönderilecek, vicdan azabı duyacak ve bağışlanmak için uğraşacaktır. Ve insanlar kötü bir örnek olarak birbirlerine onu göstereceklerdir. Aynı yazgı Oidipus, Macbeth, Raskolnikov için de geçerli olacaktır. Tarihin farklı dönemlerinde, farklı ülkelerde, farklı dillerde kaleme alınan üç ayrı yapıtın üç ayrı kahramanı da Kabil'le aynı çileyi çekecektir. Tıpkı, kutsal projeyi gerçekleştirmek için İsa Peygamberi ihbar etmek görevini üstlenerek hain ve kötü damgasını taşımak zorunda kalan Yahuda gibi.
İyilikle kıyaslandığında, kötülük her zaman daha çekicidir. Belki daha karmaşık olduğundan, belki insanların saklamaya çalıştığı bir özellik olduğundan. Öyle ya kimse çıkıp da ben kötüyüm demez; Marki De Sade gibi birkaç "çatlak" yazardan başka. Ama suçu ya da kötülüğü yazanlar da ikiye ayrılır. İlk gruptakiler konunun çekiciliğinden dolayı bu izleğe yönelmişlerdir. Bu yazının konusu onlarla ilgili değildir. İkinci gruptakiler ise, kötülük ya da suç, insanı ve toplumu anlatmada bir turnusol kağıdı olduğu için bu seçimi yapanlardır ki bu yazının konusu bu türden yaratıcılardır. Kuşkusuz kötülükle, suçla ilgilenenler yalnızca yazarlar değildir. Hukukçular, suç uzmanları, psikologlar, sosyologlar, polisler de suçlailgilidirler. Üstelik onlar, suça ve suçluya yazarlardan daha yakındırlar; kimi zaman dokunacak kadar yakın. Ancak suça yazarların (sanatçıların) bakış açısıyla, bilim adamlarının bakış açısı arasında yöntemsel bir fark vardır. Bilim yaşamı parçalayarak inceler. Yaşamın maddi gerçekliğini kavrayabilmek için böyle bir yönteme gereksinimi vardır.
Edebiyat ise yaşamı bütünsel olarak değerlendirir. Issız bir adada tek başına kalmış bir karakteri anlatırken bile, onu yaşadığı çağdan, yaşamış olduğu toplumdan, çevresinden ayrı ele almaz. Dolayısıyla romanlardaki, öykülerdeki suç ya da kötülük bir anlamda bize yaşamı yeniden sunar. Öyle olduğu için de yazar suçu anlatırken felsefeden, kriminalistik bilimine, sosyolojiden, tarihe kadar bütün bilimsel disiplinleri kullanmak zorunda kalır. Daha önemlisi edebiyatın temel malzemesi olan dili kullanarak yepyeni bir dünya yaratır. Ki bu yazınsal dünya çoğu zaman gerçek yaşamla boy ölçüşecek denli sahicibir biçimde yaratılmıştır. Bu yazınsal dünyanın Tanrı'sı ise kuşku yok ki yazarın kendisinden başkası olmayacaktır. Bu noktada Eski Ahit'teki cinayet metnine dönmenin tam da sırası. Suçu yazan bütün iyi yazarlar gibi, Eski Ahit'in yazıcısı da yarattığıkahramanı (Kabil) sevmektedir. Bütün eksikliklerine, kusurlarına, içindeki kötülüklerine rağmen ondan sevgisini esirgemeyecektir. Nitekim, Kabil ile Habil hikâyesinin sonunu şöyle tamamlayacaktır.
"Kabil, 'Cezam kaldıramayacağım kadar ağır,' diye karşılık verdi. 'Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacak, yeryüzünde aylak aylak dolaşacağım. Kim bulsa beni öldürecek.' Bunun üzerine Rab, 'Seni, kim öldürürse, ondan yedi kez öç alınacak,' dedi. Kimse bulup öldürmesin diye Kabil'in üzerine bir nişan koydu. Kabil, Rab'in huzurundan ayrıldı. Aden bahçesinin doğusunda, Nod topraklarına yerleşti."
Kötülükle yüzleşmek
Kabil sürgün edildiği topraklarda yaşayacak, çocukları olacak, nesli sürecektir. Bu arada Rab, Âdem ile Havva'ya ölen Habil'in yerine yeni bir erkek çocuk bağışlayacak, çocuğun adı ise Şit, yani "bağışlamak" olacaktır.
Eski Ahit'teki metin bu yönüyle de yazarların, yarattıkları kahramanları olduğu gibi benimsemeleri, onları çok yönlü karakter özellikleri içinde sevmeleri anlamında da bir model oluşturmaktadır. Bir anlamda yazarlara, onu kendinizden ayrı düşünmeyin. Çünkü onu siz yarattınız, ondaki iyilik de kötülük de, zekâ da, aptallık da sizdendir. Onları yazarken, kendinizi yazarmışcasına dürüst olun, cesur olun, hoş görülü olun demektedir. Eski Ahit' teki metnin yazarı kendi metinlerinde bunu başarabilmiş midir? Bilmek imkânsız. Aslında farklı dinler, farklı inanışlar bu soruya farklı yanıtlar vermişlerdir. O nedenle en iyisi bunun yanıtını okurlara bırakmak. Ama biz ölümlü yazarlara baktığımda, rahatlıkla şunu söyleyebilirim, kendi ruhlarındaki karanlığa gözlerini kırpmadan bakabilenler, içlerindeki kötülükle yüzleşebilenler, akıllarının kuytusunda gizlenen katili anlatmaktan çekinmeyenler, genellikle iyi yazarlardır. Çünkü onlar, tıpkı Eski Ahit'in yazarı gibi, karakterlerini kendi suretlerinden yaratmışlardır. Çünkü onlar, yarattıkları karakterlerin dudaklarına kendi nefeslerini üflemişlerdir.
Ahmet Ümit (Radikal - 28.04.2006)