Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2025 Çarşamba

Hürriyet Kavgası

Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.

            Beyazıt'ta şehit düşen
            silkinip kalktı kabrinden,
            ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
            yıktı Şahmeran'ın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.

Nâzım Hikmet Ran, 1962



1 Haziran 2025 Pazar

Nâzım Hikmet'e

Sen
“Promete’nin çığlıklarını
kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam”,
sen benim mavi gözlü arkadaşım;
kabil değil unutmam seni.

26 Eylül 1943
Seni yapayalnız bırakıp hapishanede,
bir üçüncü mevki kompartımanda pupa yelken
koşacağım memlekete.
Ve tren
bir güvercin gibi çırpınarak istasyona girecek,
gözü yaşlı bir genç kadına
beş senenin ardından
kocasını getirecek.

O dem ki boş verip istasyon halkına,
yanaklarından öperken sevgilimi,
sen neşeli mavi gözlerinle bakacaksın
içimden bana.

O dem ki yürekten her şey atılacak,
ekmek, kin, hasret,
fakat Nâzım Hikmet,
sen şu kadar kilometre uzakta kalmana rağmen
aydınlık yüreğimin duvarına dayayıp sarı saçlı başını,
batan bir yaz güneşi hüznüyle ağlatacaksın arkadaşını.

Günler geçecek,
ekmek derdi çökecek omuzlarıma.
Fabrika, makinalar, tezgâhım…
Sana şekerkamışı, portakal yollayacağım.
Karım yün çorap örecek.
Her hafta mektup yazacağız.
-Askere almazlarsa eğer.-

Unutabilir miyim seni?
Tahtakurusu ayıkladığımız hapishane gecelerini
ve radyoda şark cephesinden haber beklediğimiz
müthiş anların küfrünü!
-Radyonun yanındaki duvara
kurşunkalemiyle abus insan yüzleri çizmiştin.-

Unutabilir miyim seni?
Hâlâ beton malta boylarında duyuyorum
takunyalarının sesini!

Unutabilir miyim seni hiç?
Dünyayı ve insanlarımızı sevmeyi senden öğrendim,
hikâye, şiir yazmayı
ve erkekçe kavga etmeyi senden!

Orhan Kemal

Fotoğraf: Orhan Kemal, Nâzım Hikmet, İsmail Hakkı Balamir 
(Murat Germen, Cafer Türkmen Arşivinden)



11 Mayıs 2025 Pazar

Sacco ile Vanzetti

ÖNSÖZ

Yuvarlanıyor, iri, sıcak damlalar
bakır yanaklarımızdan!
Yuvarlanıyor iri sıcak damlalar
kalbimize!
Kalbimiz artık dar geliyor bize!
Kopararak
kanlı sargıları
yaramızdan
sokaklarda haykırmadayız
hep bir ağızdan!
Dişi bir kaplanız ki biz,
kara saplı bir hançer deldi yavrularımızın göğsünü!
Dişi bir kaplanız ki biz
dişlerimizde taşıyoruz altın başlı yavrularımızın ölüsünü.
Kin'in kızıl gözlü sarı alnına
saldık sevginin beyaz çiçekli örgüsünü!..
Kan geliyor kainatın rengi bize!
Yuvarlanıyor iri sıcak damlalar
bakır yanaklarımızdan
kalbimize!.

HİKÂYE

Onların cebinde fırkamızın bileti yoktu.
Onlar, kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman
iki saf ve namuslu çocuktu!
Ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir inkilap ordusunun askeri!
İhtilalin sıra neferiydi onlar,
İhtilalin namuslu iki neferi.
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin.
Koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı,
yandı yürekleri
yedi dakka yandı!...
Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete,
kurban gittiler dolarların emrindeki adalete!.
Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şâhâ kaldırdı kitleleri
ihtilalin neferi!...

KISSADAN HİSSE

Burjuvazi,
katletti içimizden ikimizi
bu iki ölü ölmeyen iki ölümüzdür!
Burjuvazi,
kavgaya davet etti bizi
davetleri kabulümüzdür!
Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini,
biliriz öylece yaşamasını, ölmesini.
Hepimiz - birimiz için,
birimiz - hepimiz için!..

Nâzım Hikmet Ran

...............................................................................................................................................................................................

Geç Gelen Adaletin Evrensel Simgeleri

ABD’de işlemedikleri suçtan hüküm giyen Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, dünya ayağa kalkmasına rağmen idam edilmişti. 50 yıl sonra itibarlarının iadesi bir şeyi değiştirmedi. Onlar zaten geç gelen adaletin ne olduğunu hatırlatan birer simge olmuşlardı.

Bundan tam 100 yıl önce bir mayıs günüydü... Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, adaletin sonsuza kadar yara alacağı mahkemeye çıktılar. Hayatlarına mal olacak, ancak 50 yıl sonra suçsuz bulunacakları bir karara doğru ilk adımdı bu.  İkisi de İtalya’nın küçük şehirlerinde doğmuş, genç yaşlarında Amerikan rüyası peşinde okyanusu geçmişlerdi. Sacco, haftada altı gün, günde on saat bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordu. Vanzetti ise bir tezgahta balık satıyordu. İkisi de işçi hakları mücadelesi içindeydi ve anarşizm yanlısı İtalyanların kurduğu kolektifte çalışıyorlardı.  ABD, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde kolektifin tamamı askere çağrılma ihtimaline karşı Meksika’ya kaçtı. Savaş bittiğinde geri döndüler, ancak bıraktıklarından daha sert bir mücadelenin içinde buldular kendilerini. 

Delil yok, kanaat var

1920 yılında bir arkadaşlarının Adalet Bakanlığı’nın penceresinden şüpheli biçimde düşüp ölmesi sonucunda bir eylem yapmaya karar verdiler. Polis onları yakaladı ve anarşist içerikli bildiri ve silah bulundurmakla suçladı. Birkaç gün sonra ise suçlama değişti: Bir soyguna katılıp iki kişiyi öldürmek. Braintree Pearl Street adresinde Slater & Morrill ayakkabı fabrikasının mutemedi ve onun koruması öldürülmüş, yanlarındaki para da çalınmıştı. Parmak izi yoktu, birinci derece kanıt yoktu; Sacco ve Vanzetti’nin suçlanması için iki gerekçe vardı. Biri göçmen olmaları, diğeri ise mahkeme başkanının onlara hiç çekinmeden yapıştırdığı “iki aşağılık anarşist” etiketi.  1921 yılının 24 Mayıs’ında başladı yargılama. Öyle bir iklim vardı ki ABD’de, Sacco ve Vanzetti için adalet Kafdağı’nın ardında görünüyordu. Bolşevik devriminden sonra ABD’de komünist avı başlamıştı; 1924 yılında Hoover tarafından kurulan FBI, 150 bin kişilik şüpheli listesiyle devlet tarafından “istenmeyenler”e dünyayı dar ediyordu.

Lehlerine tanıklık edenler dinlenmedi, serbest bırakılmaları için dünyanın dört bir yanından yapılan çağrılara kulak asılmadı. Bernard Shaw’dan Albert Einstein’a nice insan adalet talep ettiyse de karşılık bulamadı. Hâkim, “Belki bu suçları işlememiş olabilirler” diyordu hiç çekinmeden, “ama yerleşik kurumlarımızın düşmanı oldukları açık”. Yıllarca süren sözde yargılamanın ardından 1927 yılında idama mahkum edildiler. Vanzetti, idam kararından sonra Sacco’nun oğluna şunları yazdı: “Hiç aklından çıkarma Dante, bunları hep hatırla; biz suçlu değiliz, bizi bir yığın uydurma ve yalanla mahkum ettiler; yeniden yargılanmamıza karşı çıktılar ve eğer yedi yıl, dört ay, on bir gün süren tarifsiz acılardan sonra bizi idam ediyorlarsa, bunun sebebi sana demin söylediklerimdir, çünkü biz yoksullardan yanaydık, insanların insanlar tarafından ezilmesine ve sömürülmesine karşıydık.” 23 Ağustos günü elektrikli sandalyede yedi dakika arayla idam edildiklerinde yarım yüzyıl sonra gelecek adaleti hayal etmişler miydi acaba?  Vanzetti’nin son konuşmasını Can Yücel nefis Türkçesiyle şöyle çevirmişti: “Bunlar gelmese başıma, siz çıkmasaydınız karşıma ona buna dert anlatacağım diye köşebaşlarında harcar giderdim ömrümü, silik, belirsiz, yenilmiş titretir giderdim kuyruğu. Ama şimdi öyle mi ya! Bizim başarımız bu ölüm, bizim zaferimiz bu. Dünyada aklımıza gelmezdi böyle yararlı olacağımız, insanlık için, adalet için, hürlük için eskaza gördüğümüz bu hizmeti bir kere değil, on kere yaşasak yapamazdık. Dediklerimiz, hayatımız, çektiklerimiz hiç kalır bunun yanında hiç kalır yanında idamımız -bir kunduracıyla bir işportacı parçasının idamı Yaşayacağımız o son anı elimizden alamazsınız ya! O bizim işte, o bizim zaferimiz.”

Cinayetin cezası özür

1977 yılında Massachusetts Valisi Michael Dukakis (ki o da bir göçmendi) Sacco ve Vanzetti’nin adil yargılanmadıklarını söyleyip itibarlarını iade etti. Hukukun işlediği cinayetin cezası ancak özür dilemek oluyordu. 23 Ağustos, artık Sacco ve Vanzetti’yi Anma Günü ilan edilmişti.  Yıllar içinde adlarına anıtlar dikildi, şiirler yazıldı, filmler çevrildi, şarkılar bestelendi. Joan Baez’ın Ennio Morricone ile birlikte yazdığı Here’s To You, Giuliano Montaldo’nun 1971 tarihli filmi “Sacco & Vanzetti”nin soundtrack’iydi. Vanzetti’nin son sözlerinden ilham alan ve dört satırdan oluşan şarkı, 1970’lerin insan hakları hareketinin sembollerinden biri olmuştu:  “İşte şimdi, Nicola ve Bart Kalplerimizde sonsuza kadar dinlenin Son ve en son an sizlerindir Bu acı zaferinizdir.” Şarkı, 1977’de hapishanede intihar eden, Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndan Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe’nin cenazesinde marş olarak söylendi. 2014’te ise video oyunu Metal Gear Solid V’nin açılış şarkısıydı. John Dos Passos “ABD Üçlemesi”nde, Kurt Vonnengut “Kodes Kuşu” kitabında onları anlattı. Dos Passos “Onlar Ölü Şimdi” şiirinde “Artık özgürdü hayâlleri” yazıyordu; “Uzaktaydı artık o zift kokan hücre. / Sesleri, dillerine yabancı on binlerin nefesinde yankılandı / Ve aynı şarkıyı hep bir ağızdan söyledi on binler. / Şarkı çığlık olup patlattı Massachusetts’in kulak zarını. / Şimdi varsa cesaretin, buna şiir de!” Allen Ginsberg ise “Amerika” şiirinde “Sacco ve Vanzetti ölmemeli” diyordu. Onlar elektrikli sandalyeye doğru yürürken Nazım Hikmet de elinde kalem kağıt, acısını şiirle dindiriyordu:  “Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular Elektrikli iskemleye Kadife bir koltukmuş gibi oturdular Yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı Yandı yürekleri Yedi dakika yandı Cani değildiler, kurban gittiler bir cinayete Kurban gittiler dolarların emrindeki adalete! Hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi, Ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri Bu iki ihtilal neferi! Burjuvazi, Katletti içimizden ikisini Bu iki ölü ölmeyen ölümsüzdür!” Evet, ölümsüzler artık. Onları edebiyat, müzik, sanat ölümsüz kıldı. Vanzetti’nin sözlerine rağmen son bir kez sorsalar, adaletin katliyle ölümsüz olmak mı yoksa adilce yaşamak mı isterlerdi acaba?  

Zeynep Miraç, Gazete Oksijen, 21 Mayıs 2021







1 Mayıs 2025 Perşembe

Zafere Dair

Korkunç ellerinle bastırıp yaranı
                                        dudaklarını kanatarak
                                        dayanılmakta ağrıya.
Şimdi çıplak ve merhametsiz
                                        bir çığlık oldu ümid...
Ve zafer
         artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                    tırnakla sökülüp koparılacaktır...

Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin
                      zalim
                               ve kurnaz.
Ölüyor çarpışarak insanlarımız
— halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı —
ölüyor insanlarımız
                     — ne kadar çok —
sanki şarkılar ve bayraklarla
                                   bir bayram günü nümayişe çıktılar
                                                                     öyle genç
                                                                            ve fütursuz...

Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
En güzel dünyaları
                               yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı :
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
                                        gözyaşlarımız gittiler
ve bundan dolayı
                       biz unuttuk bağışlamayı...

Varılacak yere
                kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
          artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                   tırnakla sökülüp
                                                                   koparılacaktır...

                                                                                            1941, Sonbahar...

Nâzım Hikmet Ran

Fotoğraf: Saul Leiter,1960



30 Nisan 2025 Çarşamba

Angina Pektoris

Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin'dedir, doktor.
Sarı nehre doğru akan
ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan'da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp
revirden el ayak çekilince
kalbim Çamlıca'da bir harap konaktadır
her gece,
doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana
benim, fakir milletime ikram edebildiğim
bir tek elmam var elimde, doktor,
bir kırmızı elma:
kalbim...

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,
işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden
bende bu angina pektoris...

Bakıyorum geceye demirlerden
ve iman tahtamın üstündeki baskıya rağmen
kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor...

Nâzım Hikmet Ran


29 Mart 2025 Cumartesi

Kemal Tahir'e Mektup

"Malatya" diyorum,
        senin çatık kaşlarından başka bir şey gelmiyor aklıma.
Bursa'da kaplıcalar
                   Amasya'da elma
                        Diyarbakır'da karpuz ve akrep.
fakat senin oranın,
                      Malatya'nın
                              nesi meşhurdur,
yemişlerinden ve böceklerinden hangisi,
                              suyu mu, havası mı?
Düşün ki hapisanesi hakkında bile fikrim yok.
Yalnız :
bir oda,
bir tek penceresi var:
                         çok yüksek olan tavana yakın.
Sen ordasın
dar ve uzun bir kavanozda
                              küçük bir balık gibi...
Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
              kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
                     hattâ daha dehşetli bir şey:
                                                          insanız...
Hem de hangi tarihte, hangi sınıftan,
                                                 malum...
Lâkin demir kafesle kavanoz bahsinde iş değişmiyor,
                                                       ikisi de bir,
                                                       hele bu günlerde...
— Bunu içerde rahat ve masun
                                            yatan bilir — ...

Hele bu günlerde,
Sarıyerli Emin Beyin fıkralarına gülmek,
sevgili kitapların ve domatesin lezzeti,
tahtakurularına rağmen uyku
                               — günde üç tatlı kaşığı Adonille de olsa —
ve Tahir'in oğlu Kemal
hattâ mektup gelmesi senden
ve hattâ ses duymak, dokunmak, görebilmek havanın ışığını,
karıma olan aşkımdan başka
                          nefsimin herhangi bir rahatlığını
                                                               affedemiyorum...

Fartı-hassasiyet?
Değil.
Döğüşememek,
bir mavzer kurşunu kadar olsun
                                         bilfiil
                                            doğrudan doğruya...
Ancak kavgada vurulan acı duymaz
ve kavga edebilmek hürriyetidir
                                       en mühimi hürriyetlerin.
İçerim yanıyor, Kemal,
                       dışarım serin...

Anlıyorsun ya,
zaten ettiğim lâf
                 bizim lâflarımızın herhangi biri:
                                           çok konuşulmuş,
                                                  ve konuşulmakta olan...
Şimdi kim bilir kaç yerde, kaç insan,
dizlerinde âtıl ve çaresiz yatan ellerine küfredip acıyarak
                                                                            bu lâfları ediyor...

Anlıyorsun ya,
zarar yok,
ben anlatacağım yine!...
Elden hiçbir şey gelmediği zaman
                                   konuşup anlatmanın alçak tesellisi?

Belki evet,
belki hayır...
Hayır öyle değil.
Hangi teselli bırak be dinini seversen bırak...
Bu, düpedüz,
başın önde, olduğun yerde dolanarak
kükremek, böğürüp bağırmak, Kemal...

                                                                         1941, Sonbahar..

Nâzım Hikmet Ran

Kuvâyi Milliye, Şiirler 3, Adam Yayınları, S.187-189



19 Mart 2025 Çarşamba

Güneşi İçenlerin Türküsü

Bu bir türkü:-
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü:-
alev bir saç örgüsü!
                kıvranıyor;
kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor
                         esmer alınlarında
                 bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
            güneşe giden
                      köprüden
                          geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!

Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
                         yırtarak
                             gerindik!
Sıçradık;
       şimşekli rüzgâra bindik!.
Kayalardan
       kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
                 şaha kalkan atlarını!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
               göz yaşlarını
                      boynunda ağır bir
                                   zincir
                                     gibi taşıyanlar!
Bıraksın peşimizi
      kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!

İşte:
    şu güneşten
             düşen
                ateşte
                   milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!

Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
         düşen
            ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
 

  Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neş'emiz sıcak!
         kan kadar sıcak,
delikanlıların rüyalarında yanan
                            o "an"
                              kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak,
ölülerimizin başlarına basarak
                         yükseliyoruz
                                güneşe doğru!

Ölenler
    döğüşerek öldüler;
                güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
 

             Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!


Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
            kıvranarak
                  ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
               emreden!
Bu ses!
     Bu sesin kuvveti,
                 bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
                                vuran,
onları oldukları yerde
                   durduran
                       kuvvet!
Emret ki ölelim
           emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
     coşuyor!..
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!
 

              Akın var
                   güneşe akın!
              Güneşi zaaaaptedeceğiz
                 güneşin zaptı yakın!
 

Toprak bakır
       gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
    Haykıralım!
 
Nâzım Hikmet Ran

Seslendiren: Genco Erkal

22 Ocak 2025 Çarşamba

Haziranda Ölmek Zor

                               
                      orhan kemal'in güzel anısına 

işten çıktım 
sokaktayım 
        elim yüzüm üstümbaşım gazete 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sokakta tomson 
        sokağa çıkmak yasak 
  
sokaktayım 
gece leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
yaralı bir şahin olmuş yüreğim 
uy anam anam 
haziranda ölmek zor! 
  
havada tüy 
havada kuş 
havada kuş soluğu kokusu 
hava leylâk 
       ve tomurcuk kokuyor 
ne anlar acılardan/güzel haziran 
ne anlar güzel bahar! 
kopuk bir kol sokakta 
              çırpınıp durur 
  
çalışmışım onbeş saat 
tükenmişim onbeş saat 
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım 
anama sövmüş patron 
       ter döktüğüm gazetede 
sıkmışım dişlerimi 
ıslıkla söylemişim umutlarımı 
             susarak söylemişim 
sıcak bir ev özlemişim 
sıcak bir yemek 
ve sıcacık bir yatakta 
             unutturan öpücükler 
çıkmışım bir kavgadan 
                    vurmuşum sokaklara 
  
sokakta tank paleti 
sokakta düdük sesi 
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki 
             dallarda insan iskeletleri 
  
asacaklar aydemir'i 
asacaklar gürcan'ı 
       belki başkalarını 
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim 
dökülüyor etlerim 
               sarı yapraklar gibi
 
asmak neyi kurtarır
       sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
               ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
        hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?

asılmak sorun değil
        asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
               budur işte asıl sorun!
 
sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
             ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
        yağlı ipte sallanan morluğundan!

neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
                               kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı
 
işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
        gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
              ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
                    gitme korkusu
ah desem
       eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
       tutuşacak soluğum

asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
               güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
       ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak
 
ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
                     bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
       n'eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
              ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

nerdeyim ben
nerdeyim ben
       nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
        kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
            göçen kim dünyamızdan?
 
asmak neyi kurtarır
       öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
       ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
              söyler hangi güzelliği?

kökü burda
        yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
       göçtü memet diye diye
              şafak vakti bir çınar
           silkeledi kuşlarını
                         güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
                                            memet!»

gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
       uy anam anam
       haziranda ölmek zor!
 
bu acılar
bu ağrılar
              bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?

kim bu korku
        kim bu umut
ne adına
              kim için?
 
«uyarına gelirse
       tepemde bir de çınar»
             demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet'in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
              geride kalanlara
 
nerdeyim ben
        nerdeyim?
kimsiniz siz
        kimsiniz?
 
yıllar var ki ter içinde
       taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
                      3 haziran '63'ü

bir kırmızı gül dalı 
                    şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
                    iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
       yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
              iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı 
                      nâzım ustanın
 
gece leylâk
       ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
              şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!

Hasan Hüseyin Korkmazgil

"1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire. Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler."  (Hasan Hüseyin Korkmazgil)



4 Eylül 2024 Çarşamba

Bulutlar Adam Öldürmesin

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
          Bulutlar adam öldürmesin.

İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
          Bulutlar adam öldürmesin

Nâzım Hikmet Ran


3 Eylül 2024 Salı

Masalların Masalı

Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...

Nâzım Hikmet Ran, 7 Mart 1958, Varşova

18 Aralık 2022 Pazar

Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı


 1.

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
                    ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
                                          köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
                                                                tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
                                                      ahüzar idi.
 
 

2.

Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
                içindedir dağların.

Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
                sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
        sakalı büyük
                  sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.

Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
                       «Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
 
 

3.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
                             boş bir balıkçı kayığı
                             bir kuş ölüsü gibi
                                     suyun üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
                                kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
                       kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
                         avuçlayıp doğruldu.

Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
                             dedi kendi kendine:
«— O âteş ki kalbimin içindedir
       tutuşmuştur
       günden güne artıyor.
       Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
       eriyecek yüreğim...
 
       Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
       Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
       Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
       biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
       iptâl edeceğiz...»

*

Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
                       kalede bir baş kesilir
                                                kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
   şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...

Kitaplarının adı:
                         «Varidat»dı.
 
 

4.

        Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.

Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
     on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»

Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
        dedik.
Görelim,
        dedik.
Yapışıp
       sapanın
              sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
                                    sürelim, dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...

Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
                          dedim ki: geldik.
                          Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
                                   yumuşaktır etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
                                                            bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
 
 

5.

        Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.
        İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.
        Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
        İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:
        — Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.
        — Dostuz, dedik.
        Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.
        Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:
        — Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
        Müjde büyüktü. Rehberim:
        — Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
        Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
        Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.
        Bedreddin.
        — Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
        Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
        Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.
 
 

6.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                    ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
                                        yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
                  ve göz alabildiğine dümdüzdü.

Sarı Anastasla Adalı Bekir
                                           hamladaydılar.
Koç Salihle ben
               pruvada.
Ve Bedreddin
                  parmakları sakalına gömülü
                  dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

Ben:
   — Ya! Bedreddin! dedim,
          uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
                   yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
        Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
        Ve denizin içinden
                           gürültüler duymuyoruz.
        Sade bir dilsiz, karanlık su,
        sade onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
                                                         güldü,
                                                      dedi:
   — Sen bakma havanın durgunluğuna
        derya dediğin uyur uyur uyanır.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
                                               ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
                                             gidiyordu Deliormana
                                                             Ağaçdenizine...
 
 
 
7.

Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
                                 malûm derdi derunumuz» diye
        her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.

Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
                                reaya zinciri bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
                    kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...

Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
                  at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
                  gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle  bir uğultu duymuşluğu var
                              Deliorman deli olalı beri....
 
 

8.

        Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.
        İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
        İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
        — Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.
        Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
        — Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.
        Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
        - Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
        - Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
        Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
        Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.
 
 

9.

Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                            sıcak.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
                         boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
     kayalardan
                 iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın:
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
                         çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

Bu gelen
           Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
                                                                          ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.

Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
                     kızmadan
                                gülmeden.
Baktı dimdik
                  dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
                     fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
                 bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
          sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

*

En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
    seven,
en büyük, en güzel kadın :
                                    TOPRAK
                nerdeyse doğuracak
                                         doğuracaktı.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.
Birden-
           - bire
kayalardan dökülür
                    gökten yağar
                                    yerden biter gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
                                                                        çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
                            baş açık
                 yalnayak ve yalın kılıçtılar.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,
         Sakızlı Rum gemiciler,
                              Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
    kalkanları kakma, tolgası tunç
                                            saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
                                         her yerde
                                                       hep beraber!
                                          diyebilmek
                                            için
on binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Yenenler, yenilenlerin
                 dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
                                   kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
                                             eşildi nallarıyla.

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
                            zarurî neticesi bu!
                                                      deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
          o, bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
                                             der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
                              yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..

 

10.

Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
                yine kimin boynun vurdular?»

Yağmur
            yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
            dediler ona:
«— Daha pazar
             kurulmadı
                              kurulacak.
Esen rüzgâr
         durulmadı
                        durulacak.
Boynu daha
            vurulmadı
                            vurulacak.»

Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
                               Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
                 De ki vermeyim!»

Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
                                       Girip çıkılmaz.
Kalesi vardır,
           kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
                          var git işine!..»

Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
                       gün ağarıyor.
                  Cellât Ali,
                                   Mustafayı
                                               çağırıyor!
                Var git al atlı yiğit
                                          var git işine!..»

Dedim: «— Dostlar
                    bırakın beni
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    göreyim onu
                    göreyim onu!
                    Sanmayınız
                    dayanamam.
                    Sanmayınız
                    yandığımı
                    el âleme belli etmeden yanamam!

                    Dostlar
                    "Olmaz!" demeyin,
                    "Olmaz!" demeyin boşuna.
                    Sapından kopacak armut değil bu
                                             armut değil bu,
                    yaralı olsa da düşmez dalından;
                    bu yürek
                    bu yürek benzemez serçe kuşuna
                    serçe kuşuna!

                    Dostlar
                    biliyorum!
                    Dostlar
                    biliyorum nerde, ne haldedir O!
                    Biliyorum
                    gitti gelmez bir daha!
                    Biliyorum
                    bir deve hörgücünde
                    kanıyan bir çarmıha
                    çırılçıplak bedeni
                    mıhlıdır kollarından.
                    Dostlar
                    bırakın beni,
                    bırakın beni.
                    Dostlar
                    bir varayım göreyim
                    göreyim
                    Bedreddin kullarından
                    Börklüce Mustafayı
                    Mustafayı.»

*
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
               her şey tamam.

Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!

Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
                    birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
        Dede Sultanım iriş!
                                dedi bir,
başka bir söz demedi..
 
 

11.

        Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.
        Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.
        Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
        Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:
        — Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
        Bir kayık bulduk.
        Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
        Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:
        — Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
 
 

12.

        Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.
        Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...

Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
         bir gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
                 en değerlimizin
                            arkadan bağlanmış kolları vardır.

Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..

        Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
 
 

13.

Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
                      HUZÛRU HÜMAYUN.

Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
                                          bizim ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.

Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.

Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
                  bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
                                            kanı helâldır» deyip
                                            halletti işi...

Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»

Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
                                   dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
 
 

14.

Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
                                        çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.      

Nâzım Hikmet Ran


İzleyiciler