Bir sevdaya yakılan ağıt
Bir ölüye tutulana eştir
Ecelle yiten anıldığında
Her şey susar.
Yeniden sevgiyi istemek
Sevgiliyle bağımlı değil
Özlenen sevgidir sevgili değil.
Bitmiş sevdanın ağır hüznü,
aklın
soğuk limanına siner.
Usluluğun yosunla etlenmiş geçeneklerinde
Yetmişlerde bağrılmış bir adın
Döne döne
Yankılanışı
Dokunuş,
sırlarının
yeniden öğrenildiği
Öpüşlerin iştahla açıldığı
Ayıp sayılan
Ya da aşağılanan
Cinselliğin
hani şu
Can yakmanın iz bırakmayan benzersiz morlukları
Sevda sözcüğü
her zaman
başka
Nasıl soyunulur arzulardan sorarım
Salt kösnümüdür alışkanlığın sultasında kalmayan
Bir çocuk gibi
yoluna konmamış
bir çocuk gibi
sağanaklı,
vurgun yemiş.
Sıkılgan
üstelik yürekli ...
O çocuk geziyor kentimizi belleğiyle.
Eminönünde güvercinleri el yordamıyla gören
Kardağdan göçmen,
ortodoks kalamayan bir müslüman ...
Peygamber çiçeği yeldirmeli yengem
Beş yaşın sıska bacaklarıyla dinelen
Güzelce Kasımpaşa halk dispanserinden
Zafiyetine beslenme reçeteleri sunulmuş
Gözleri
ciğerleri
kemikleri
dirençsiz
Beş vakit namazında kadına sokuluyor;
- Ben büyüyünce
yengeciğim ...
Sana neler alacağım bilsen
-Dur öksüzüm dur hele,
sevaptır bu hu çekenleri
yemlemek,
sen büyü.
canın sağ, kafan selamet, kısmetin has olsun da
yengen kalır mı
o günlere.
Haşa estağfurullah allahım verdiğin
nimete küfran olmaz,
gözlerimin perdesi artıyor öksüzüm,
yeni cami kubbedir,
denizin
Üsküdara asılı mavi örtüsü bebeklerime inen
olmalı.
Haydi vakittir,
ikindidir./
-Yengeciğim Eyüp Sultana gittiğimizde
Tahta oyuncaklar aldığımızda.-
-Yürü garibim yürü İstanbullum yürü.
Eyübün halk çocuklarına oyuncakçılık eden 93
savaşı gazisi tezgahına gömük
Tahtanın gevrek bükümünde,
talaşın sıcak kokusunda
Boyaların en doğulu olanını güneşe gerip
bakıyor.
Semtiyle döl bağlı oyuncaklar bunlar
Müslüman kadın
zafiyetli çocuk,
üç mor
üç eflatun
üç ebruli güvercini doyurup
Köprünün korkuluklarından denize çeviriyorlar
bakışlarını.
Cibalide fabrikalar vardiya değiştiriyor,
İçelden dört kadın daha Galatada işe başlıyor,
Bir bahriyeli Cebelitarıkı düşlüyor.
Uzaktasın
Ben oturuyorum
Huysuzum yine
beş yıldır düzenlenmeyen
kitaplarımın arasında
Kağıtlar sararıyor
mektuplar postada yitiyor
Çekmeyeceğim telgrafların en kısasını arıyorum;
Artık bitti /
bitti artık /
Bitmişti /
Artık / ...
Artık güçlendirir mi önüne geldiği sözcüğü.
Hainlik söze inince zayıflıyor mu ne.
İstanbulun yaman yürüyüşçüleri postacılar
Beklenmiyorlar benim açımdan epeydir,
Yazışmaların iç içerikli olanları
inceliklerin yaşamayan özeniyle gidip geliyor.
Ak bir dosya kağıdında değişen tarihler
İkibin yılına ondört yıl kala
Hiroşimaya bomba atan uçağın yıldönümü
gönüllü bir intiharla yeniden kutlanıyor.
Çağdaş iletişimin sonucu duyarsızlık mı,
olur mu,
oldu mu bile ...
Acı ve dehşet
sancısız
gündelik yüzlerdir
Aldırmazlığı yoldaş edinmek
ehlileştirmek midir uygarlığımızı
Yoksa çağımızın yeni adı bu mu olacak?
Teknolojik dehşeti
sarmak
uyutmak
baştacı etmek belki
Seni seviyorumun
gündelik teşekkür ederime eş kılındığı
İlkelerin sevincin üvey kardeşi olduğu
Çünkü coşku hayatın nikahsız yetimidir,
kentsoylular
ciddiyete biter
Acıysa sabrın.
İşte oturuyorum yarısı başkent olan bir Orta
Avrupa caddesinde
Yaz veremli bir zengin kızı gibi geziyor önümde;
Brandenburg kapısında Bach'ın sesleriyle
dalgalanıyor atlar
Çıkıp gelinmiş bir kentin yabancılığı
Bir balkonun denize açılışı gibi
hem umut verir
hem hüzün.
Derbederliğin beatles'la dost olduğu
Parasızlığın senin şakacı genç yüzünle bezendiği o
İstanbul'da
Aşkınlığın kitapları yakılıyordu.
Sundurmaları olmayan yapıların yoz dikilişi.
Güneşdoğulu bir işçi cebinde tarhunuyla
Ortaanadoluyu geçiyor,
Marmaraya varıp
dikiş tutturamıyor.
Hamburg'a ulaştığında
Bütün dış orospuların
nasıl da Almanca öğrendiklerine
çocuk gibi şaşıyor ...
Türküleri elektronik sazla çalan
bol paça
gariban
hemşerisiyle
Duvarla bölünen ünlü kente varıyor.
Konuk işçi çocuklarının bozparkında
İki kuzey afrikalı aynen bağdaşkurmuş
Bir alman öğrenci
yaşı kırkı geçmiş
eski Katmandu'dan
edindiği bilgelikleri toplumuna dayatarak koruyor.
Ulaşım araçlarının uluslararası her biriminde
Afrikalılar
bellidir
ikisi Yukarıvoltadan.
Doğayla kucaklaşan çok eski bir geçmişin
Yumuşaklığını özleyerek esrarlı sigaralarını
sarıyorlar.
Hep elektrik renklerini kuşanmaları
yitmiş güneşlerini unutamadıklarındandır.
Ben önümde
Berliner Weiss bardağı
İşlevselliğini doruğuna taşıyan bu kent
Taptaze bir kız
yüreğini avuçlayarak
alışkanlıkla
sunuyor.
dolara,
marka.
Göğüslerinin arasında beyoğlu taşından haçları
Öfkeli değiller,
sevinmiyorlar da
Dişleri apak porselen
Gülmek gerekir, iş giyimidir
Buradan baktığımda kentim
güzel kentim bana daha yakın
esrikleşiyorum.
Onu bağrımda unutulmuş bir çini gergefin
lalelerinden yansıyan
Îtrı'nin müziğinden duyuyorum.
Doğduğum yer gençliğimdir
biliyorum.
Kapalı üretim değişmeyi getirmez
diyor atmışsekizlerden Wolfgang
-gözlükleri John Lennon'un eşi-
Değişiklikten ne anlıyoruz sorusu
-felsefeyi Marks'ın okuduğu yerde öğreneyim-
diye yola çıkmış Fransız Jean Paul'den
Doğanın tanrı sayıldığı tüm kültürleri yerle bir
etmekten yanıtı
İranlı öğrenci Arşedir Horabiden.
Kaç yıl geçti,
düşünün. diyor,
İstanbullu Mehmet Ali
Hala Lozan'dayız
hala Berlin'deyiz
hala Paris'teyiz
Mühürdardan aşağı koyaklarda bir kum motoru,
yönü Topkapı sarayı
Sultan nevruz,
Hızır İlyas yaseminleri
Ben hep inandım
hep ama
hep
-Öğrendikçe umut daha mı geriliyor ne-
açıklaması Bolivyalı
ressam Juan Azcoitia'dan
-Hayat kavgadır beyler-
diye kafa tutansa
Jean Paul
Gözleri bir bröton kın gibi uzak dingin.
Bu gece Wilmersdorferstrasse'de Perulular çalıyor
diyip kalkıyor
Mehmet Ali
gidelim haydi...
Söylenmemiş tutkunluğunun vurduğu kumral
bakışın
Nur-u aynim,
devletli sultanım
beyninin çeperlerini kazıyan anıların
silinmez ustalığını hep bana yorma,
omuzlarına
ürpertilerle
bir ikindide hayretle bıraktığım başımı
sağaltan ellerini unutur muyum hiç.
Var mısın
gidelim henüz kurulmamış o kasabaya
asil ve hoyrat düşümüze
tek amacımız olan o yeni yepyeni hayata,
mahrumiyet bölgesinden çıkarılmak üzre
tasarlanan
birlikte çalışacağımız
dostlarla
omuzdaşlarla.
Yüksek gerilim ünitelerinin
Kanaletlerin
konutlaşma alt yapılarının
barajların
fabrika yapan fabrikaların
Shakespeare gibi Nazım gibi ustaların kaleminden
çıkmışça
güzelliğin tacıyla donanmış bir gerçeğin yaratılması için bizleri seçmiş
O kasabaya.
Bir şantiyeydi
bizim
sarayımız
olacaktı. ..
Yüksek fırınların harında
yüreğimiz taylar gibi
hasat şarkılarımız senfoni orkestralarında
seslerini çoğaltacaktı,
Olmadı. ..
Daralıyoruz
ağır bunalıyoruz
Sıkılmak hayatımızın padişahı.
İstanbul,
düşleriyle bir yerlere sessizce çekiliyor
İç yorgunluğun sana
özetliyor
yurdunu
Geçtiğin yerleri dikenler bürümüş
Sel yataklarından çamurlar akıyor
Biz senle hiçbir semti ayrı yaşamadık
birlikte
Gitmesek de tanırız
çok konuştuk.
Yılların
yığıntıları,
senin
yoksunluğun
duyularımı
vücudumu dağıtıyor dışına dışına çekip canından,
kalanı ise
herhangi
birilerine
ikimiz de
aldırmazlıkla
cömertlikle sunuyoruz
Doğduğumuz yer gençliğimizdir.
Her yitirişi bana yorma
dayanıklığımızı,
aptallıklarla katlıyoruz.
Ağzımızda Çin muzunun ballı tadını emerken
Televizyonda vuruşanları,
açları,
güzellik ecelerini
avanak dizileri
politikacıların partal hırslarını
Çok bilmişlik ayaklarına yatarak izliyoruz.
Acı kavlayıp pörsüyünce
yaşamak
duyarsızlığın
göbeğinden salgılanıyor
Çağımızın düşmanlığı emzirmemesi için
Sevgiyi bulmalıyız
Hiçbir kadın,
hiçbir erkek
birbirine değemiyor.
Görmek için bakmıyoruz ki ...
zaten
körüz.
Ağrılar
içindeyiz
Bir gençlik mi gerçeğin mirasçısı
Yalanın baştacı edildiği tarihlerdeyiz
Öylesine alıştık ki duymamaya
Kimin ne dediği
umurumuzda değil
Bin dokuz yüz seksen beşler biterken ...
Füruzan, Aralık 1985, İstanbul
Lodoslar Kenti, Yapı Kredi yayınları, S.63-75