Baudelaire etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baudelaire etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2024 Çarşamba

İnsan ve Deniz

Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan;
Gözlerinden, kollarından öpersin; ve kalbin
Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman,
O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

Kendi âleminizdesinizdir ikiniz de.
Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin;
Sırlarınız daima, daima içinizde;
Ey deniz, nerde senin o iç hazinelerin?

Ama işte gene de binlerce yıldan beri
Cenkleşir durursunuz, duymadan acı, keder;
Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi,
Ey hırslarına gem vurulamayan kardeşler!

Charles Baudelaire

Çeviri: Orhan Veli Kanık


10 Nisan 2019 Çarşamba

Sessizin Payı, Yoksulluk Lekesi İsimli Bölümden

Walter Benjamin Tek Yön'deki bir fragmanında Almancadaki  "Yoksulluk kimseyi lekelemez" özdeyişinin bir yalan içerdiğini söyler: " 'Yoksulluk kimseyi lekelemez.' Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar. Bu da bir zamanlar belki geçerli olan, ama çok uzun zamandır anlamını yitirmiş özdeyişlerden biri. Aynı durum 'Çalışmayana ekmek yok' yollu vahşi özdeyiş için de geçerli. insanı besleyecek işlerin bulunduğu zamanlarda lekelemeyen bir yoksulluk da vardı, sakatlıktan ya da başka bir talihsizlikten kaynaklanan. Ama milyonların içine doğduğu, yüzbinlerin yoksullaşma sonucu içine çekildikleri bir mahrumiyet gerçekten lekeliyor."

Yoksulluğun bir utancı da beraberinde getirdiğinden söz ediyordur Benjamin: "Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde, ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de her şeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşehrileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz." "Fakirlik ayıp değil" gibi iyiliksever teselli cümleleri, yoksulu yoksulluğun hayatında aslında bir şey değiştirmediğine inandırmaya çalıştığı, yoksulların maruz bırakıldığı utancı perdelediği, ortada bir sorun yokmuş, birileri yoksul insanı lekelemiyormuş gibi yaptığı için bir yalan çekirdeğine sahiptir.

Türkçede bu lekeyi çok az yazar Orhan Kemal kadar iyi anlatır. Eskici ve Oğulları' nda demircilik ve eskicilik işleri para getirmeyince aile üyeleri ameleliğe başlar. Zor işe, sıcağa hatta sıtmaya razıdırlar; ama mahallelinin bakışları altında kamyona doluşup kütlüye gitmenin utancını bir türlü kabullenemezler. Avare Yıllar' da doğup büyüdüğü şehirde, arkadaşlarının gözü önünde sokak satıcılığı yapmak, anlatıcı için "müthiş bir ayıp" ı da beraberinde getirir: "Hâkim olan ölçü onların ölçüsüydü. Ben bu ölçüye göre hem ahmak, hem ahmak, hem çirkin, hem de zavallıydım. Şu halde, onlardan kaçmak, gözlerine görünmemek, delik pabuçlarımla, paçaları tiftiklenmiş pantolonumu onlara göstermemek zorundaydım." Utancın kendisini bir "sümüklüböcek"e dönüştürdüğünü anlattığı yer de burası: "Onlardan birinin bakışını ne zaman hissetsem, tüylerim dikiliyor, içimden soğuk soğuk bir şeyler akmaya başlıyor, kulaklarımda vınıltı, gözlerimde seyirme başlıyor, ellerim buz kesiliyor, ufaldığımı, kambur burnumun büsbütün kamburlaştığını ve çirkinleştiğini sanıyordum... Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı ?"

Utandırmanın bir sınıfsal strateji olarak nasıl işlediğini Orhan Kemal kadar içerden, onun kadar ısrarla anlatan çok az yazar vardır. Okurları, Orhan Kemal sözlüğünde "imrendirmek" anlamına gelen onlarca sözcük bulunduğunu fark etmişlerdir. Bir Orhan Kemal hikâyesinde sadece zenginler yoksullara değil, yoksullar da yoksullara "hava atar", "fiyaka söker", "kurum satar", "çalım atar", "sükse yapar", "caka satar", "fort atar", "zort çeker." Müteahhidin kızı avukatınkini, avukatın kızı noterinkini, noterin kızı pazarcınınkini, pazarcının kızı çamaşırcınınkini "burunlar." Orhan Kemal' de utandırma savaşları yalnız merkezde değil, "Kenar Mahalle" de de (Kardeş Payı) bütün şiddetiyle devam eder. Yoksullar bacak bacak üstüne atıp "düşman utandıracakları" günü hayal eder. Çocuğu subay çıkan, çocuğu ırgat olana bakarak "yürek soğutur". Yoksullar, başkaları onlara bakıp yürek soğutmasın diye yoksulluklarını belli etmez.

Orhan Kemal' de utanç bizi dönüp dolaştırıp Orhan Kemal sözlüğünün bir başka vazgeçilmezinin, "haysiyet" in önüne bırakır. Tuğcu' da gördük: Yoksulun doğuştan yazgılı olduğu bir içsel cevher, dokunulmaz bir yoksulluk aksesuarı, bir teselli mükâfatıydı haysiyet. Talihsiz çocuk başından geçen onca kötü şeye rağmen haysiyetini kaybetmiyor, tersine haysiyete yoksulluk sayesinde kavuşuyordu. Zenginin parası varsa, yoksulun haysiyeti var, diye yatıştırıyordu okurunu Tuğcu. Orhan Kemal' in de "yoksul ama haysiyetli" nin yakınlarında dolaştığı anlar yok değildir. Dilenmeyi kendisine yediremeyen, sadaka verenlere küfür yemiş gibi bakan, yapılan yardımları "ben dilenci değilim !" diye geri çeviren, utandırıldıkları zaman sokağı babaevine tercih eden çocuklar. "Kırmızı Mantolu Kadın" ın (Kardeş Payı) kendisiyle yatmaktan vazgeçen adamın parasını "Elim ayağım tutuyor, sadakaya ihtiyacım yok!" diye geri çeviren orospusu. "Garson" un (Yağmur Yüklü Bulutlar) çoluk çocuk insanın belini büker, düşmana el açtırır diye evlenmeyen garsonu. "Elli Kuruş" un (Önce Ekmek) borcuna ölümüne sadık gazeteci çocuğu. "Dönüş" ün (Ekmek Kavgası) açlığını karısına hissettirmemek için nefsiyle savaşan yoksul adamı. 72. Koğuş un "azarlanmaktansa kurşun yemeğe razı olan Ali Kaptan' ı.

İnsanın kendini kurcalanmış ya da değersizleştirilmiş değil, değerli hissedebilmesi, lekesiz bir varlık olarak görmesi, başını dik tutabilmesidir Orhan Kemal' de haysiyet. Büyük fark, Orhan Kemal' de haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu' daki kolaylıkla ("yoksul ama haysiyetli" deki kısacık ama dönüşüyle) eklenmiyor olmasıdır. Yoksullukla haysiyet arasında doğal bir eşleşme değil, zorlu bir çatışma vardır. Önce Ekmek' in yazarından söz ediyoruz. Şu, bir Orhan Kemal sorusu: "Haysiyet yenir mi, içilir mi ?"

Orhan Kemal' in başkasının önünde eğilmemek için açlığı göze alan, sadaka kabul etmeyen yoksullarından söz ettim. Ama Orhan Kemal' de bize haysiyeti en çok düşündüren pasajlar, bu tür olumlu haysiyet göstergeleri değil, olumsuz olanlardır. Başın inadına dik tutulduğu değil, çaresizce eğildiği anlar. "Kırmızı Mantolu Kadın"da (Kardeş Payı) elli kuruş için koğuşun ortasında anadan doğma çiftetelli oynayan Bobi. "Üç Arkadaş" ta (Kardeş Payı) zenginlerden para kopartabilmek için kendilerini acındıran çocuklar. "Simit"te (Yağmur Yüklü Bulutlar) karnını doyurabilmek için küçük bir çocuğun elindeki simiti kapıp kaçan adam. "Birtakım İnsanlar" da (Yağmur Yüklü Bulutlar) çöpte bulduğu küflü ekmek parçasını başkasına kaptırmamak için her şeyi göze alan yoksul mahkûmlar. Küçücük'te tüm umutlarını futbola bağlayan, ayağı kırılınca sevgilisinin orospuluk yaparak kazandığı paraya muhtaç kalan Erol. Soru. Erol' un sorusudur: "Haysiyet, şeref, namus... Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?" Şu soru Bobi' nin: "Ben dünyanın yüzkarasıym, ama suç benim mi?" Şu da Bobi'nin: "Karnımı doyurabilmek için insanlığımı harcıyorum, görmüyor musun?"

Ekmeği haysiyete tercih eden Orhan Kemal kahramanlarının uç örneği Kanlı Toprak'larda karşımıza çıkar. yalnızca karnını doyurabilmek için değil, "kanlı topraklar"a sahip olabilmek için de her yola başvuran Topal Nuri'ye göre yoksulun iç dünyadaki bekçisi, "bizi kendi içimizde kendimize takip ettirdikleri jandarma" dır haysiyet. Para haysiyet ihtiyacını da giderecektir: "Milyonun olduktan sonra ne namusa, ne şerefe haysiyete, ne dine imana, ne de Allah' a ihtiyacın olur. Orhan Kemal'in Topal Nuri'ye yakınlık duymadığı açıktır. Ama "kâr duygusu" nun "ar duygusu" nu kovduğu bir düzende utancın neden hep yoksulun payına düştüğünü, haysiyet jandarmasının neden hep yoksul mahallelerde nöbet tuttuğunu sorgulamıyor da değildir. Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı andan hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır. Adına "geçim dünyası" denen dünyada insanların karın tokluğunu başın dikliğine tercih edebileceğini anlatır. 72.Koğuş'ta Ali Kaptan' ın kumarda kazandığı para sayesinde âdem baba koğuşundakilerin karnı doyup sırtı yatak gördükten sonra, ancak o zaman edepten, hayâdan, ardan, namustan söz edecektir Orhan Kemal: "Toklukla birlikte 72. Koğuş' a edep, hayâ, ar, namus da girmişti." Önce Ekmek' in yazarının farkını da burada aramak gerekir: "Yoksul ama haysiyetli" deki avutucu "ama" bağlacını kesip atmış, toplumsal iş bölümünde zenginin payına varlık, yoksulunkine haysiyet düştüğü yolundaki yaygın teselliyi bir teselli olmaktan çıkartmıştır Orhan Kemal.

Orhan Kemal' in çocuklarına dönebiliriz şimdi. Yoksul çocuğun imrenme dürtüsüyle haysiyetini koruma isteği arasında yaşadığı vahşi gelgiti "Çikolata" (Dünyada Harp Vardı) kadar iyi anlatan bir hikâye bulmak zordur. Mahallede, şekercinin vitrininin önündeyizdir. Vitrinde kırmızı, mor, mavi kâğıtlara sarılı çikolatalar vardır. Kamyon şoförünün kızıyla oğlu para biriktirmişler, günlerdir hayalini kurdukları çikolatayı almak üzere şekerciye gelmişlerdir. Ama yoğurtçunun kızı da oradadır; hayatında hiç çikolata yememiştir; şimdi de alacak parası yoktur. Kamyon şoförünün çocukları, yoğurtçunun kızına hava atmak isterler ("Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!"); ama imrendirmenin günah olduğunu duyduklarından ("Cehennemde katran kazanları, zebaniler") çekinirler. Çikolatayı bölüşmek de işlerine gelmez. Hikâyenin daha yoksulunun, yoğurtçunun kızının duyguları daha az karmaşık değildir. Çikolatayı tatma isteğiyle ("Çikolata çok mu tatlıydı acaba?"), imrendiğini belli etmeme ("Onu bana bedava verseler yemem!", çikolataya duyduğu arzuyla çikolatayı değersizleştirme çabası arasında ("İstersem alırım ama almam") gidip gelir. Sonunda iki kardeş ellerinde çikolata iştahla yiyerek uzaklaşırlar. Yoğurtçunun kızı onları görmemek için gözlerini yumar.

"Yoksulların gözleri"nde yoksulları bir "gözler ailesi" olarak tarif etmiş Baudelaire. Yoksul babayla çocuğu ışıl ışıl bulvar kahvesini "gözleri araba kapıları gibi açılmış" seyrediyordur. "Çikolata" da işte o açılmış gözü çaresizce kapatmaya çalışan çocuğu anlatır Orhan Kemal. Gümüş kâğıdın açıldığı, çikolatanın ağza atıldığı anı görmemek, imrenme denen dizginlenmesi zor dürtüye dur diyebilmek için gözlerini yumar çocuk. Tam gidecektir, kaldırımın kenarında iki kardeşin buruşturup attıkları gümüş kâğıdı görür. Buruşuk topu sanki topmuş, sanki ilgilenmiyormuş, sanki oynuyormuş gibi atıp tutar. Atıp tutarak uzak bir sokağa sürükler. Kimsenin kendisine bakmadığından emin olunca topu açar ve karnı aç ama gözü tok, gözleri doğuştan kapalı Tuğcu çocuğunun hiçbir zaman yapmayacağı şeyi yapar, kâğıdı yalar. 

...

Nurdan Gürbilek / Sessizin Payı, Metis 2015, S.70,71,72,73,74,75





İzleyiciler