Sezai Sarıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sezai Sarıoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2025 Cumartesi

Bitişik El Yazısı

yeni bir baş dönmesi
yeni bir aşk gerek bize
tek kuş kalana kadar
terk etmemeli gökyüzünü.

altında toplanacağımız
yeni bir cümle gerek bize
tek sayfası kalsa da
terk etmemeli kitapları.

yeni bir bitişik el yazısı
yeni bir dik horon gerek bize
bir harflik yer kalsa da 
terk etmemeli duvarları.

okuduklarımızın sağlamasını yapacağımız yeni bir sokak bilgisi
yeni bir ayakkabı ölçüsü gerek bize
tek kolumuz kalsa da
terk etmemeli atacağımız taşları.

yeni bir su bilgisi ve bilinci
yeni bir akış ve alkış gerek bize
mevcutlu götürülsek de
terk etmemeli aşkları...

Sezai Sarıoğlu



13 Nisan 2025 Pazar

"Yaram Derine Düştü" Üzerine Ek Birkaç Şey

bir kuşa kaptırdım  
kalbimin bir ucunu
kuş uçtu gitti 
uzaklara / ta uzaklara 
üstüne bomba yağan ülkelere 
                     şehirlere  
                                   kasabalara 
                                              köylere 
tuhaf şey 
kalbimin bende kalan ucuyla
  bir gökkuşağı kuruldu aramızda  
ordaki çocuklarla

Merhaba! 

Ben bu toprakların soyundanım. Dirence karışmışım gözelerde. Aşk gezer, şiir söylerim.

Bundan 5-6 ay önce Sezai Sarıoğlu ile birlikte, bir ilde bir etkinliğin konuğuyduk. Bizi dinlemeye gelen bir arkadaş, etkinlik öncesi, Sezai Sarıoğlu’nu işaret ederek “Adamın sakallarına baksana, ne güzel de aklaşmış,” dedi. Dedim ki ona, o; sakallarını, aşkın, edebiyatın, sanatın incelttiği dünya düşüyle, sözcüklerin büyüsüyle, yaşanası  dünya özlemiyle  ve şiirle aklaştırmış bir aşkıyadır. 

Yaram Derine Düştü, Sezai Sarıoğlu’nun son kitabı. Kitap  hakkında bir iki yazı kaleme aldım. Dergilerde, şurda burda yayınlandı onlar. Bu kısa konuşmamda o yazılara değinecek değilim. Ama o yazılarda eksik bıraktığım bir şey var ki onu burada, sizin huzurunuzda tamamlamasam  olmaz ve Sezai Sarıoğlu’na  da kitaba da  haksızlık yapmış olurum çünkü.

Sezai Sarıoğlu’nun, Türkiye’de yürütülen  bir döneme ilişkin devrimci  mücadelenin, Artvin - Şavşat’ta geçen kısmını ve o dönemin halk ve devlet ilişkilerini, Devrimci Öğretmen Cengiz Aksakal üzerinden görüntüye getirirken, adeta bir heykeltraş gibi davrandığını ifade etmeliyim öncelikle. Heykeltraş; eline aldığı taşı, küçük bir çekiç darbesiyle,   nasıl  şahesere dönüştürse, o da 12 Eylül Cuntası tarafından katledilen Cengiz Aksakal’ın arkasından  konuşturduğu insanların anlattıklarını, aynı şekilde bir şahesere dönüştürmüş. Üstelik kurgusal gerçekliğe kaçmadan yapmış işini. Bununla da kalmayıp, o dönemin insani ve devrimci değerleri ile günümüzde yükseltilmek istenen alçak değerleri karşılaştırma olanağı sunmuş okura. Bunu çok önemli buluyorum.

Cengiz Aksakal ve onun gibiler çok yoksul köy çocuklarıydı. Çok zor koşullarda okudular. Kendimden bilirim. Her birinin annesi, çocuğunu okuluna uğurlarken, arkasından; “okuyup adam olasın oğul, kalemden ağır yük taşımayasın,” diye dua etmiştir.

Onlar okullarını bitirip birer meslek sahibi olduklarında ayrıcalıklı olmuşlardı bir bakıma. İçinden çıktıkları topluma göre daha iyi şartlarda yaşayabileceklerdi. Ancak öğretmenlerinden öğrendikleri, kitaplardan okudukları ve kendi gözleriyle bizzat tanık oldukları şeyler, onları yeni bir gerçeklikle yüz yüze bırakmış; onlara bambaşka bir bilinç ve bambaşka bir vicdan sunmuştu.

Bu bilinç ve vicdan onları, içinden çıktıkları köylülerinin ve yoksul halkın kurtuluşu için mücadele etmeye mecbur etti… Yaşar Kemal’in ifadesiyle onlar birer “mecbur insana” dönüştüler. İnsanlığa ve devrime mecbur insanlara… Elde ettikleri ayrıcalıklı yanlarını, insanlığın yararı ve ülkelerinin geleceği için seferber ettiler. İnsanlığın oğlu ve kızı oldular. Çok ağır yüklerin altına girdiler, çok büyük bedeller ödediler.

Cengiz Aksakal, bana okumayı yazmayı öğreten, beni aklımın ve yeteneklerimin sınırlarına doğru yola çıkaran ilkokul öğretmenimin kardeşi! Ali öğretmenimin! Kitapta da rastlayacaksınız Enver Karagöz adına…  O da bana, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu ilk sezdiren, yolumu aşka, edebiyata, şiire ve  devrime çeviren köylüm., ağabeyim... Beni kitapların dünyasına çeken o… İlk onun gür sesinden duydum Nazım şiirlerini. Yılmaz Güney posterlerini, Ruhi Su kasetlerini ilk onun evinde gördüm.  Kitapta adı geçenlerin  hemen hemen hepsini şu veya bu şekilde tanıyorum. Onlarla aramızda  kan bağı olmasa da düş bağı var.

Sezai Sarıoğlu, Devlet ve Devrim Dersleri niteliğindeki   kitabıyla   Cengiz Aksakal üstünden devrimcilerdeki fedakarlığı, bilinci, vicdanı ve  insanı değerleri  günümüze ve duyarlıklarımıza taşıyor. Ayrıca  hatırlamanın  büyük bir isyan olduğunu duyumsatıyor bize. Çok başarılı biçimde yapıyor bunu.

Evet! Her biri Che Guevara idi onların, her biri birer Don Kişot... Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine aşık oldular. Onlar asla masum değildi. Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyordu onlar. Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti.  Bu yüzden Deniz oldular!
Her yerdendi onlar… Her düşünceden, her kültürden,  her renkten…  “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan…Bir devrim kadar ya vardı ya yoktu  sonsuzla aralarındaki mesafe… Ki biliyorsunuz!
Adil, eşit, özgürlükçü bir dünya sanki dalda elmaydı onlar için. Koparıp almak için ellerini uzattılar, fakat kolları yetişmedi.
Aşktan ve ateştendi gözleri. Sözleri aşktan ve ateşten… Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti… İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri…Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle özgürlüğe doğru öyle bir yürüyüşleri vardı ki…

Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı bir daha. Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecek, "kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı."

Avuçlarımıza bir sürü devrim düşü bırakarak gittiler. Yaşanmamış aşklara,  kurulmamış dünyalara doğru yürüdüler.   Aşk olsun onlara. Sana da aşk olsun Sezai Sarıoğlu…Sana da…

bakma sen
bir gün başka döner dünya
aş kazanır 
insan kazanır

yer çok kuşlara da
böceklere de

onarır yarasını kıyılar
şarkılar yedi dağın çiçeğine bürünür
diz boyu masallar üstünde top koşturur çocuklar

bakma sen
betonları basar çiçek 
hayat kazanır

Hayrettin Geçkin, 12 Nisan 2025, Burhaniye


                         

24 Aralık 2024 Salı

Sinan Cemgil'li Bir Anı

Ankara, Nisan 19...

Sinan’ın öldürümüyle biten yolculuğuna çıkmadan önce, Ankara’da Bestekâr sokakta, Seyhan ve Vahap arkadaşlarımın evinde bir günlük konuğum. Ev sahipleri yok. Yalnızım. Kapı çaldı, açtım: Sinan Cemgil!.. Güzel bir raslantı! Sinan’ı gazete ve dergilerde çıkan fotoğraflarından az- çok tanıyorum. O beni tanımadı. Tedirgin olmasın diye Che şiirimin ilk dizesini okudum. Kucaklaştık. Ev sahipleri, düşün dünyamıza ortak olan arkadaşlarımız.

Öğle vakti. Karnı açmış. Ben de açtım... Mutfakta büyükçe bir kapta Alemdar paket tereyağı ile bol yumurta ve malzemeli bir menemen hazırladım. Ocağa koydum, az piştikten sonra ateşi söndürüp, üstüne kuru nane ufalayıp, bir kapak kapattım. Koştum, bakkaldan üç şişe Çubuk şarabı alıp geldim. Menemeni sıcağı sıcağına öylece masaya taşıdım. Kapağı açınca menemen buhar basıncı ile vakum yaparak kek gibi kabarmış. Üstüne biraz daha kuru nane ufaladım, incecik doğradığım maydanozdan bolca serptim. Bir lokma aldı:

"Böylesini ilk kez yiyorum" dedi. Sinan'a, "Bu menemen sana özel!" dedim. Menemene saldırdık. Beğeni sözünü yineledi. Sesi hâlâ kulağımdadır... Şişenin biri tez buhar olmuştu. İkincisi de bitmek üzere... İyice esridik... Che şiirimden söz etti. İlk dizeden sonrasını bilmiyormuş. Ben okuyorum, o da ardından her dizeyi yineliyor. Onun sesiyle kendi şiirime tutuldum. "Bu böyle olmuyor!.." dedi. Şiiri bir kağıda yazdım, verdim. Ayağa kalkıp sözcüklere hakkını vererek güzel bir vurgu ve tonlamayla, arada sol yumruğunu havaya kaldırarak ilk dörtlüğü okudu...

Ne güzel okuyordu!.. ODTÜ hipodromunda dinleyicileri coşturacak biçimde şiirler okuduğunu duyardım.

Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara (Gevara)
Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa,
Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır
Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa..
Alaçamın mor meşenin ardına silah çatıp yatmaya
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

(.....)

Sinan o gün coşkuyla okuduğu Che şiirimin yazılı kağıdını katlayıp kot pantolonun cebine koymuştu. Ona o gün, 1966 yılında Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel’den (Hoze Manuel) söz ettim. Henüz haberi yoktu. Ben şiirim için güncelle dirsek temasımı sıkı tutarım. Jose Manuel ve arkadaşlarının dağda topluca katlediliş haberini Cumhuriyet Gazetesi'nde görmüş, Ceyhun ağabeyime de (Ceyhun Atuf Kansu) Demir İşhanı'nda Sol Yayınları bürosunda İlhan’ın çayını içerken okumuştum. Ceyhun Ağabeyim çok duygulanmıştı. Daha sonra Jose Manuel için bir şiir yazdı. (C. Atuf Kansu’ nun 1966 tarihli bu adla bir şiiri vardır.)

Caracas Valisinin oğlu Jose Manuel, 1964 yılında 20 arkadaşıyla silahlanıp dağa çıkmıştı. (Che o günlerde bugünkü gibi ünlü değil. Yıldızlı kepiyle bilinen fotoğrafı altında 'Wanted’ (Aranıyor!) duyurularıyla Latin Amerika gazetelerinde yeni yeni görünmeğe başlamıştı. Yine Cumhuriyet gazetesinin Ekim 1966 yılındaki bir sayısında Che’nin ünlü fotoğrafı altında şöyle bir haber vardı: ”Bugünlerde Latin Amerika’ da bir devrimci aranıyor!''

Che arkadaşlarıyla 6 ekim 1967 yılında yakalandı, 9 ekim günü emperyalizm ve işbirlikçilerin kurşunlarıyla gövdesi delik deşik edildi.

Jose Manuel, yirmi devrimci arkadaşıyla 1966 yılı yazında ormanda Amerikancı ordunun askerleri tarafından öldürülmüşlerdi. Cenazeleri dağdan indirildi. Caracas’ın en büyük caddesinde tabutlarının ardından on binler yürüdü. Hugo Chavez’in ayak bastığı topraklarda bir de böylesi alçakgönüllü çağdaş destansı bir öykü vardır…

Benim, Sinan’ın hayalindeki yolculuğun zerresinden haberim yok, şarap içiyor ve ben boyuna bu konuyu ayrıntılarıyla konuşup duruyorum. Sinan’ın beni dinlerken arada dalıp gittiğini anımsıyorum. Sarhoşluk da var serde. ’Esriklik’ deyip estetize etmiyorum. İkimiz de çakır keyifliği aşan bir saadet içindeydik...

Ne hazin!.. Sinan, Kürecik’ te Amerikan Radar üssüne saldırmak için arkadaşlarıyla çıktığı yolculukta öldürülüp dağdan indirildiğinde o günün faşist zorbalık ortamında cenazesinin başında yalnızca babası (Adnan Cemgil) ve annesi vardı. Türk devrimcileri hep yalnız ve mahzundular. Hani ne derler: "Halksız şehzade gibi mahzun."

Egemenler ve emperyalizm, devrimcilerin işçi ve köylülerle kaynaşmasını ancak cinayetlerle engelleyebildiler…

Che Şiirimle İlgili Bir Anı ve Osman Arolat

2004 de Can yayınlarından toplu şiirlerim çıktı. Erdal Öz'ün ve Deniz Kavukçuoğlu’nun yakın ilgisiyle İstanbul Kitap Fuarı’nın resmi konuğuyum. Benim için bir açık oturum düzenlenmiş: ''Hazır Ol Kalbim Odağında Metin Demirtaş Şiiri''. Konuşmacılar: Mustafa Şerif Onaran, Ataol Behramoğlu, Sezai Sarıoğlu, sanat enstitüsünden sınıf arkadaşım Devlet Tiyatrosu oyuncusu Mustafa Yalçın. Bir de, bana Sinan’ın şiir okuyuşunu anımsatan, Devlet Tiyatrosu oyuncusu Haldun Özgeneç. Che şiirimi olağanüstü bir ses ve yerinde vurgulamalarla okumuştu.

Ara verildi. Nihat Behram'a rastladım. Az ötede Osman Arolat’ı birkaç arkadaşıyla gördüm. ‘Merhaba’ dedim. Tanıyamadı. Kimsin? der gibi bir şaşkınlık gösterdi.

Arolat’ı Ankara’da katıldığımız yürüyüşlerden tanırım, arkadaşları ona 'Oralet Osman' diye takılırlardı. Oturup bir çay içimi görüşmüşlüğümüz yoktur..

Ben, kendimi tanıtmak için “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara” der demez, yanındaki arkadaşlara, ''İşte yakaladım; bakın!.. Bu arkadaş bizi CHE şiiriyle dağlara özendirdi, tava getirdi, kendi düzde kaldı...” gibi bir şeyler söyledi, hep beraber gülüştük...

1967 de, “Bizim de delikanlılarımız vardır” demiştim. O günlerde de, bugünkü gibi yiğit kızlarımız vardı. Bu beni hep tedirgin etti. İngilizce’ye bu biçimiyle çevrildi. Bugün dizeyi hem oğullarımızı hem kızlarımıza seslenir biçimde :

"Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara" diye okuyor ve düzeltiyorum.

Bizim de gençlerimiz vardır Che Guevara
Yokluklardan bi yol kopup gelmiş
Üç zeytin az ekmek üniversitelerde
Düzen çarpar önce, yoksulluk vurur
Öfkeli dolanırlar caddelerde.
Ve başkaldırırlar akılları suya erende.

Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı
Kongo hepimizin Kongosu
Bir kere özsu yürümüştür dallara
Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar
Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.

Menemenimize eşlik eden üçüncü şişe de bitti. Şarap getirmek için davrandım. Sinan hemen kalktı, Vahap’ ın gömleklerinden birini sırtına geçirdi ve benden önce bakkala koştu. Menemenin, şarabın ve şiirin büyüsü ile mutluluktan uçuyoruz...

Konuşmalarından Kürecik yolculuğuna ilişkin en ufak bir izlenim edinmedim. Yalnız bir iki saat önce Münir Ramazan Aktolga geldi, kapıdan Vahap’ı sordu, gitti. Garip bir telaşı vardı.

Sinan'ı dinlerken bir kulağım kapıda: Seyhan ve Vahap geliverirler ümidi içindeyim.

Şaraplı, şiirli yarenliğimizi onlarla sürdürmek istiyoruz.

Vahapların geleceği yok. Yeniden sofraya oturduk. Ben bir espri yaptım: ''Kısmetsiz hav hav kurban bayramında Hıristiyan mahallesinde gezinirmiş...'' Gülüştük.

Bugün ne zaman böyle bir menemen hazırlığına girişsem, Sinan'ı hatırlarım ve sesi kulağımda çınlar...

Sevim Abla da (Belli) cacığa maydanoz doğrarken İlhan'ın (Erdost) sesi kulağında çınlarmış. İlhan’ın, “Kürt Cacığı” diye adlandırdığı bol maydanozlu özel bir cacık hazırlama usulü vardı. Cacığı hazırlarken olayı törensel bir havaya büründürür, kimseyi işine karıştırmazdı...

Bu satırların yazıldığı tarih 18 Mart 2013. Nihat Behram İsviçre’den on günlüğüne İstanbul’a gelmiş. Nihat’a, "Bir- iki gün için Antalya’ya gelebilirsen Hem Yusuf Aslan’ın annesini ziyaret hem de onlara yakın Hasan Hüseyin'in alçakgönüllü aşevinde aynı tertip, menemen ve şarapla dedim.

Umutsuzluk Yasak ve Sinanlar'a şiirlerimin Yazılış Sürecinin Tanığı Bir Arkadaş

Ankara'daki menemen ve şarap yarenliğimizden 1 yıl sonra, 31 Mayıs 1972’ de Sinanlar'ın öldürüm haberleri geldi. O an Antalya’da yağmurlu havalarda omzu ipli hamalların sığınağı olan, adını benim uydurduğum hızar talaşı, reçine, kızarmış balık, soğan ve şarap kokan 'Eşek Semeri Meyhanesi’ndeydim. Meyhanenin avluya çıkış kapısında semeri andıran antik bir kemer vardı... Ataol ile de bu meyhanede rakı içip, söyleşmiştik. Eve koştum. Karımın şaşkın bakışları arasında Sinan için uzun süre ağladım...

Sonra, bisikletime atlayıp, Şarampol semtinde oturan Zeytinköy İmam Hatip Lisesinde edebiyat öğretmeni sosyalist bir arkadaşıma (T.Ü) gittim ve yasımı orada sürdürdüm.

Umutsuzluk Yasak şiirimi göz yaşlarımla orada tamamladım. Elimdeki defter yaprağına şiiri geçirdim ve arkadaşıma verdim. Gelirken şiiri zaten zihnimde iyice yoğurmuş ve ezberlemiştim. Zaten Ulaş’ın bir evin bodrumunda kıstırılıp öldürüldüğü günlerde ilk dize yüreğimden havalanmıştı! Şiiri ağlayarak yazdığımın tanığı olan arkadaşım, 1969 Temmuz'unda, Kayseri’ de eli meşaleli gerici yobazlara karşı Fakir Baykurt ve öğretmen arkadaşlarıyla kavga vermiştir. O gün Kayseri’de TÖS’lü öğretmenleri toplu halde yakacaklardı. Başaramadılar. İştahlarını Sivas'a saklamışlar…

Yukarıdaki öğretmen arkadaşım bugün Almanya’da taksicilik yapıyor. “Yetmez ama evetçiler” taifesine katılmasını içime sindiremedim. Kaçak kuran kursları konusundaki duruşunu da bu kırgınlığa eklemeliyim. Yıllarca aydınlanma ilkeleriyle öğrenci yetiştiren bir öğretmen, merdiven altı kaçak kuran kurslarında başları örttürülen küçücük kız çocuklarının, hiçbir pedagojik eğitimi olmayan zır cahil insanlara teslim edilmesinden nasıl isyan etmez, normal sayabilirdi!?..

Öğretmen arkadaşım daha sonraki günlerde de, aile boyu döneklerden birinin "Atatürk niye demokrasiyi getirmedi; bir diktatördü." diyerek, Atatürk’e her yazısında saldıran tombul köşe yazarının yazılarını çevresine “Okuyun!” diye salık verdiğini duydum, iyice soğudum...

Bugün bu anlayıştaki dönek ve liboşların safına geçmiş öyle çok “solcu eskisi” arkadaş var ki, ülkemizin üstüne faşizm bir karabasan gibi çökmüşken, saldıracak başka biri yokmuş gibi, Mustafa Kemal Atatürk’e, CHP ve orduya saldırmayı bir marifet sayıyorlar.

Her şeye karşın, andığım öğretmen arkadaşın, Sinanların öldürüldüğü günlerde acımı paylaştığını ve beni teselli etme inceliğini gösterdiğini unutmamışımdır.

"Arkadaşlık ağaca benzer/ Kurudu mu yeşermez bir daha artık."

Nazım’ın söylediği gerçekleşmesin diye yüreğimin bir köşeciğinde ortak anıları hep ısınık tutmaya çalışmışımdır.

Ülkemizin En Yiğit, En Güzel Çocukları Emperyalizmin Sivil - Asker İşbirlikçileri Eliyle Acımasızca Katledildiler.

Ve Böyle Böyle Yurdumuz Bu Hallere Düştü, Düşürüldü!...

Evet, Sinanlar’ın öldürüm haberiyle o akşam şiirimin ilk dizesi, ilk tohumu yüreğime düşmüştü. Dizeler, Kızıldere’dekilerin ve İstanbul’ da bir evin bodrumunda kıstırılıp kurşunlarla delik deşik edilen Ulaş’ın ve katledilen tüm yurtsever devrimcilerin acısına bulanmış, birikmiş acıların şiirime yansımasıydı...

Sevgili arkadaşım Ataol’un yeni bir kavram olarak sözlüğümüze kazandırdığı ve Melih Cevdet Anday’ın da severek kullandığı 'Organik şiir'e örnek şiirlerdir; Umutsuzluk Yasak ve Sinanlara başlıklı şiirlerim. Her iki şiirin imge ve sözcükleri yüreğimin ve gövdemin büyük kan dolaşımında dolaşmıştır. “Kavruldu en yamanı çiçeklerin” derken son kırk yılda yitirdiğimiz tüm değerlerimizin adları zihnimden geçit yaptılar.

Deniz, Yusuf, Hüseyin, Ulaş, Cihan, Taylan, Doğan Öz...

Ve diğer tüm "Ölmez ölülerimiz" gibi yurtsever aydınlar, gençler bu dünyaya bir daha zor gelir...

Hepsi de ülkemizin en nitelikli insanlarıydı. Baskılar, sömürü ve zulüm hükmünü dünden ziyade sürdürüyor.

26 Mayıs 2013

Bekir Yıldız'ın Küçük Kızının Anlattığı

Bekir Yıldız’ın küçük kızı 1983 yılında Antalya'da konuğumuzdu. Bir akşam şöyle dedi:

"Metin Amca biliyor musun, Adnan Amca, (Adnan Cemgil) oğlu Sinan için yazdığın şiiri hep cebinde taşıyor ve gittiği her yerde duygulanarak okuyor."

Bunu duyduğumda onur duymuştum. Adnan ağabeyi az- çok tanırdım: TİP Bursa mitinginde faşistlerin sopalı saldırısından hayatını kurtarması bir mucize idi.

Adnan Ağabeyin adıma imzalı kimi çeviri kitapları kitaplığımda durur. Saygı ve sevgi duyduğum 'Eski Tüfek' saygın sosyalistlerdendir.

Adanmış Şiirlerim

Şiirime ad olan, "Umutsuzluk Yasak" söylemi anonim bir söylem sanılır. Bu söylem sevgili şairimiz Ahmed Arif’indir. Kendisinden şiirime ad olarak iznini istediğimde bana, "Onur duyarım" demişti.

Sinanlara adadığım şiirim de, Umutsuzluk Yasak şiirimin tohumundan çiçeklenmiştir.


Metin Demirtaş, Gerçek Edebiyat, 26 Mayıs 2013 

Fotoğraf: Sinan, Şirin ve Taylan Cemgil

16 Ekim 2024 Çarşamba

borç bohçası

annem kızdığında mana kızardı
babam hep duaydı ve amin kızardı
şarkılara kuş eki maocu kardeşim uzun sessizlikti
ben kesintisiz şiir kızar, şiir sevinir
alıntı bakışlı kızlara devrim borçlanırdım rüyalarımda
ödeme kolaylığı göstersin diye hayat 
her anlama selam verir selam alırdım
samimi itiraf, hep devrim borçlanırdım hayata
görmezlikten gelse de alacaklı tarih
şimdiki gibiydim o zamanlarda da
kızınca siyasi kızardım, siyasi tansiyonum yükselirdi
manalı annem devrim çırağı bizlere kızdığında
tembihini bir cümleye sığdırırdı:
“devletin manası yok devrimin manası çok”

herkesin pratikten çok teori olduğu şu günlerde
zamanlı zamansız bunları neden hatırladığım sorarsanız
bana devlet gibi davrananlara neden devrim gibi davrandığımı
merak ederseniz, bir çift laf edebilirim size: 
dünyalıların başına devlet yağıyordu, 
olay mahallinde malum şahıs olmak dışında şansım yoktu
tayinim devrime çıkmıştı

annem kızdığında şarkı kızardı
annemin devrime selamı vardı.

Sezai Sarıoğlu


10 Temmuz 2024 Çarşamba

Ben Çiçek Değil Plastiğim!


“Hiç uzağa gitmedim. Yani çingeneler çalmadı beni. 'Sana şeker veririz, gel' demediler. Tembihini tuttum. Uslu durdum. Şimdi karşıma bir çingene çıkarsa, onun beyaz dişlerini saatlerce seyredebilirim. Yanağından da öperim. Ama dudağı...”  (Hür Yumer)

Çeşmeler bir yana, tek katlı bahçeli evlerin olduğu, sokakların her iki yanındaki arklardan şarıl-şarıl suların kahkahalar atarak aktığı bir kasabaydı. Kasabanın en çirkin binası ise, duvarları arasından demirlerin sırıttığı Belediye binasıydı. Festival için geleli iki günü geçmişti lâkin şiir etkinliğinin hangi mekânda olacağını bir türlü öğrenememiştik. Şiir dinletileri için mekânın olmazsa olmaz olduğu düşüncesi ve kaygısıyla ne zaman mekânı sorsam, görevli zabıtalar ağızbirliği etmiş gibi, bazıları “Şair Bey!”, bazıları “Şair abi!”, bazıları “Şair hoca!” diye seslenerek “Mekânın lafımı olur, illâki şairlere mahcup olmayız!” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Dilimden geldiğince, “mekânın sihri ve hikâyesi” olması gerektiğinden başlayıp, “şiirin bir atmosfer yaratma meselesi olduğunu” anlatmaktan dilimde şiir bitse de teslim olmayıp çareler aramaya başladım. İş başa düşmüştü. Öyle ya aşk ve devrim gibi şiir de örgütlenmekti. Şiirlerin kalbini kırmamak ve izleyeceklere mahcup olmamak derdiyle, kaldığımız evlerin bahçeleri dâhil, bazıları Osmanlıyla bazıları Cumhuriyetle yaşıt bir kaç ulu ağaç altını, alternatif “şiir mahalli” olarak işaretledim. 

Eskilerin, “sayılı gün tez geçer” dediğince, o dinleti günü gelip çattı. Birkaç görevli önde, biz birkaç şair arkada, bize “sır” olan, olası “şiir mahalli”ne doğru dizeler halinde yürümeye başladık. Yol boyunca merakla yürürken iki gündür tanıştığım kuşlarla, ağaçlarla ve sularla selâmlaştım. Gele gele, kasabanın o en “çirkin” binası, belediyenin önüne gelmeyelim mi? O anda, bana “Şairlere mahcup olmayız!” diyen görevliyle göz göze geldik. Söz söze gelme ihtimalini düşünerek bizi ânında içeri buyur etti. Cümle kapısından girdik. Bir ân iyimserliğe kapılıp, binanın içinde şiirin tabiatına uygun bir “dinleti mekânı” olma ihtimali geldi aklıma. Lâkin, ikinci kata çıkan merdivenlerin her iki yanında, her basamakta plastik kaplarda, plastik çiçekleri görünce saçım sakalım, elektrik çarpmış gibi ayaklandı. Kişi başına düşen su miktarının ve çiçek miktarının haddinden fazla olduğu bir kasabada, plastik çiçekleri ve üzerlerinde yıllanmış tozları görünce, öfkeden dilim tutuldu, ezberimdeki tüm şiirleri unuttum, desem abartı olmaz. İster inanıp gerçeğe, ister inanmayıp kurmacaya ve mecaza sayın; şehirlerarası, yolculuklarda “ihtiyaç molası!” verildiğinde zorunlu olarak gittiğimiz “umumi tuvaletlerdeki” umumi manzarayı görünce insanın çişi nasıl geri kaçıyorsa, şiirim, hevesim geri kaçtı... 

Şairler plastik çiçekler arasından yukarı çıkınca ben eşikte kalakaldım. İlk aklıma gelen, eski alışkanlığım gereği tozların üzerine yazılamaya çıkmak oldu. Nasıl olsa beni yakalayacak polis veya bekçi yoktu, boyaya, fırçaya da gerek yoktu, işaret ve itiraz parmağım ne güne duruyordu. Önce, aşağıdan yukarıya çıkanlar okusun diye, aşağıdan yukarıya sol tarafta dizili çiçeklerin üzerine tek tek, “Ben çiçek değil plastiğim! Beni koklamayın plastiğim!” yazdım. Sonra merdivenlerden çıkıp, zabıtaların meraklı bakışları arasında yukarıdan aşağıya inenler okusunlar diye yukarıdan aşağıya da “Ben çiçek değil plastiğim!” yazdım... (Çiçeklerin kalbini kırarak süren hikâyenin sonrası uzun. Aradaki bölüm borcum olsun.) 

Aradan bir kaç ay geçti... Taksim’de bir çiçek satıcısında, çiçeklerinin arasına iliştirilmiş, yan taraftaki “plastik çiçek” satan çiçekçiyi işaret eden bir ok bulunan, kargacık burgacık bir yazı gözüme ilişti. Merakla yaklaşıp okudum; “Ben plastik çiçek satmam. Ben plastik değil, Çingene’yim!”

Hikâye sizin olsun, kasabanın ismi bende saklı kalsın...

Sezai Sarıoğlu, 2013

4 Haziran 2023 Pazar

Kara Baksam Ölüm

Dilimi bilseydim
başka konuşurdum
bilseydim geyiklerin,
ağaçların dilini
kara basar, karalar basar
başka konuşurdum.
Erken doğduk biz,
kalbimizden önce doğduk
adı anne olana
anne ismini verdi adem
ölüme ne isim vereceğimizi bilemedik.
Diline kartopu değmiş
muğlak bir çocuğum
yapraklarına inanan ağaçlar gibi arkadaşlarımın sözlerine inanırım:
İhtiyarlamayan cümlelere çırağım:
"Söz,
bizi önce Tanrı
sonra insan yapar"mış.
Kalbimin yerini bilseydim
gidenlerin adresini bilseydim
başka konuşurdum,
karla pekmez ezer,
ölümü topa tutardım.
Ölümü bilseydim,
bilseydim aldıklarını geri vermeyeceğini
hayata gezmeye gönderirdim...

Sezai Sarıoğlu

Resim: Hüseyin Macar, Tuval Üzerine Akrilik Boya

7 Mart 2021 Pazar

Has Kumandante Margosyan

“Dublin’in, bu kentin görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi, Ulysses’e bakarak, yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum…”(James Joyce)

Mıgırdiç Margosyan’ ın yirmi dört ayar tarih ve sosyoloji kıymetindeki kitaplarına bakarak da Diyarbakır’ın Hançepek mahallesi, küçeleri yeniden kurulabilir…  Bir kentin hem “sahibi” hem “sakini” olmak nasıl bir şeydir? O, Diyarbakır’ın hem “sahibi” hem “sakini”dir… Hem “gurbet” hem “sıla…” Diyarbakır’ın hem “içinden” hem “dışından…” Hem “bağ elması” hem “dağ elması.” Taşlarda, dillerde, küçelerde nice hayatlar yaşayan kara çocuk… Has hemşehri… Şehr-i emin…“Gâvur Mahallesi”nin özeti... 
Saçları korkudan uzamayan çocuklardan mıdır, bilemiyorum… Diyarbakır’da birbirimizin yolunu kesip, iki satır konuşmak için oturduğumuzda ben susarım. Susarım ki, anlattıklarına çırak olup bir şeyler öğreneyim. Ne söylerse dinlerim, bazı cümlelerinde dinlenirim… Ne çıkarsa bahtıma halini baştan bilirim. Mıgırdiç de peşrev olmaz, ne çıkarsa tarihtir çünkü. Dinlemeye geç kalmam, kalırsam tarihe ve hatıralara geç kalmışımdır. Hatırladıklarını dinlerken neleri bile-isteye unutup içine "sır"ladıklarını merak ederim. Hafızasının unutma ve hatırlama biçimlerini nasıl süzgeçten geçirdiğini hissederim. Söylediklerinden çok, söyle(ye)mediklerini dinlerim. Yazdığı kitapları, üç başından, üç ortasından üç sonundan değil, satır/sokak araları dâhil okurum. Resimsiz kitaplarının resimlerine bakarım. Nerede “Öd’den kısaltılmış” bir kilise görsem, korkudan yıkılmış bir Ermeni evi yolumu kesse ilk aklıma gelen Ermenilerdendir. Diyarbakır’da, Hançepek nam-ı diğer “Gâvur mahallesi”ni birlikte gezerken, tarihen ve siyaseten yıkılan bir kilisenin yıkıntıları arasında acılarını izlerken, Ece Ayhan’ın “Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı”, ortakları yerine utandığımı anımsıyorum… (“Yıkıntılarımızda incir ağaçları…” dizesi de geçşin kayıtlara...)

Sur kentinin, sır kentinin sır kâtibidir… Sır sakini… Sakin dedim, çünkü sessiz ve derinden dolaşır sokakları. Hiç fark etmezsiniz, saçak altlarından, kimsenin basmadığı gölgelerden yürür… Sesi uzaklardan gelir, derinden… Sözcükleri kuyuya düşmüştür… Derin kuyulara, ben diyeyim Kenan Kuyusu’na, siz deyin Sır ve Sur Kuyusu’na… Her birinin ardında tarih gizli sözcükleri tek tek çıkarır kuyudan… Ve usul usul ama usulünce boca dere tarihin ve coğrafyanın ortasına. Sözcüklere laf dinletmek kolay iş değildir. Hele o sözcükler pişirilmişlerse, pişmişlerse… Gençliği önüne bakarak yürümekle geçiren Şeyh Galib’ in “Sır şahtır! Ona ihtimam et!” dizesinden el alarak söylemek ona sevgimin kalp borcu… Margosyan sırdır ve yüreğimizde taht kuran bir şahtır, ona ihtimam gösteriniz…

Yıllar, yıllar sonra mahallesinde gezerken hemşehrisi aç-âşık çocukların, onun telefonunu çalmaları neyin ibreti, neyin kıssadan hissesidir… Mıgırdiç’in cep telefonunu alan/çalan Hançepek’i bile geçememiştir. O, tarihte, düz iyilikler kadar düz kötülükler de olduğunu bilir. Kara yoksulluk insanı her şeyi yaptırır, yaptırabilir… “Çalmak” böylesi hallerde usuldendir, yoksulun kafiyesidir. O çocuklara "iyi kalpli kötülük" desem beni ekmek çarpar. Cümle hal insan halidir; gökçekimine tabi olduklarından telgrafın tellerine konamayan çocuklar, işin süsüne kaçarak yerçekimine tabi olup her gün miktarı kâfi telefonun tellerine konarlar. Hem değil mi ki, biz Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarının yalancısıyız… Değil mi ki, “ğırğızlığ” onun çocukluğunun simgelerinden Ermenice, Kürtçe ve Türkçe bilen üç dilli kedi “mestan”dan kalma bir gelenektir. O halde bizim mahallenin “ğırğız” çocukları da bizim mahallenin “ğırğızlanan” mağdurları da alınmasın. Alınırsa, resmi tarihler, sarışın tarihçiler alınsın. Ortadoğu tarihi “çalmalar”, “el koymalar” tarihi değil midir? Dile el koymalar, dilde zorla iskânlar… Tarihe, coğrafyaya el koymalar. (Sivas’ta öldürülen Altıok Metin, “Tarih Üzre” de, “Osmanlılık üç kıtaya yayıldı;/ Ama güngörmüş Anadolu,/ Yine de hiç Osmanlı olmadı.” diye hülasa etmiştir ol hikâyeyi…)

Onu görünce, “Hep kalabalık gezer” diye tasvir edilen ünlü ressam Abidin Dino gelir aklıma… (Hani, Nâzım Hikmet için İstanbul’dan Paris’e midye dolması ve mezeler getirterek incelikleri bile incelten Abidin Dino…) Dino’nun tersidir o, hep yalnız kalmak ister sözcükleriyle. Hatıralarıyla hep yalnız kalmak ister. Yalnızdır ama yanlış değildir. Yanlış yaşamayan ve yanlış yaşlanmayanlar kavmindendir. Tek gezen, menzili tek başına yürüyen yılkı atı; öç bilmeyen göç ve sürgün bilen kervancı. Mesafeli… Hep, ama hep mesafeli; kendine bile mesafeli. Bir rivayete göre "ara bölgesiz" eşik… Ya da mahmur, uykulu bir eşik bölge. Belki de Araf… Kim bilir Araf… İçindeki sıcaklığı esirgeyen değilse de görülen lüzum üzerine gizleyen soğuk demirci. Kalabalıklarla gezmekten haz etmez. Hep mesafeli… Tarih bilgisi böyle gerektiriyor da ondan… 

Vakanüvis… Ve seyyah… Ve abdal… Ve Ermeni Çelebiyan… Gezgin anlamında da alçakgönüllü anlamında da Çelebiyan.  Yürürken gidiyor mu geliyor mu hiç anlamazsınız. Sadece yol olduğunu, yolcu olduğunu, yolculuk olduğunu hissettirir. Dünyayı dolaşır, dünya mülkünü gezer, ama aklında Diyarbakır’da dükkân açmak vardır… Ben diyeyim eski yazmalardan sahaf, siz deyin eski taşlardan sarraf, küçelerde çok eski, çok kadim, “kirletilmemiş zamanlardan kalma” bir esnaf… Esbabımucibesi uzaklık olan çocuk. Uzak ama bir o kadar yakın. Yakın ama bir o kadar da ama uzak… İyi metinler gibi, yakından okumak zordur. Uzaklaştıkça okunan tablet…

Şık Ermeni…  Tavsiye mektubu… Ermeni duvar ustalarının taşları dizdiği gibi döşer bedenini. Tek bir taşın yanlış durmadığı bir zarafet. Sık taşlar ile döşenmiş şık bir avlu. Fularını boynuna, boynunu fularına yakıştıran çok az kişiden biridir. Şair Cemal Süreya gibi onun forslarından birisi de şapkasıdır… (“/…/ Ve Cemal hep bir yerlerde/ Unuturdu o şapkayı/ Ama şapkaydı belki de/ İsteyen unutulmayı// Kolay değildi doğrusu/ Öyle bir başta durmak/ Hem bir şairin forsu/ Hem sıradan eşya olmak” Metin Altıok) Eskidikçe yenileşen, yenileştikçe eskiyen kırmızı yeleği uğurudur. Çok biraz süslü, seyrek saçları divanda dergâhta, uykuda rüyada biryantinli… Saçlarını eski zaman perdelerinin saçaklarına kenar süsü gibi tarar. Süslü abi… Yüzünde bir şark çıbanı vardır ve hiç gocunmadan her zaman yandanşarklı bakar…

Taammüden mi yapar bilmem; acısını şıklığı gizler… Biz onun içini pek göremeyiz ama o bizim içimizi görür. İçe, dibe bakar çünkü… Hapishane diliyle söylersem, dipkapalı… Dilkapalı… Dikkapalı… Resmi tarihe göre sanki “menfi...” Sanki Diyarbakır dışında her yer onun için “menfa”; uzak mekânlar, uzak kaleler… “Kalebend” desem yakışık almaz. Daha büyük bir derde gark olmuş bir halkın çocuklarından;  “yanmış” anlamında mektepli suhte olsa da "tahsille elde edilebilen cahiller”den değil. Derviş ama gizli derviş… Sır’ını, sırrını çok sonra, ışıltısını çok sonra verir…

Şarabi… Şarap veya konyak türü şeyler içer… Bardağı zarif tutar. İncitmemek telaşı… Şarabi aşkıya… “Şarap üzümden değil üzüm şaraptan yapılmıştır” cümlesindeki mükemmelliği bilir. Şarap üzümün mükemmelidir. Dilin mükemmeli edebiyat… Hulki Aktunç, “Şaraba gecikenler üzümü sevmez” demiştir… Mıgırdiç abi, şaraba geç kalmaz… 

Serabi… Üç zamana kadar iyi görür… Üç boyutlu, düş boyutlu görür. En çok çocukluğunu görür.  Yıllar yılı Diyarbakır serabı görür. Nice ölmeler, öldürülmeler duymuştur atalarından, nice sürgünler… Tarihten yetim coğrafyadan öksüz bir halkın çocuğudur. Yürürken geriye her bakışında, sanki çekilen acıları görür…“O kadar ki korkudan uzamıyor saçları” dediği bir nesli anımsatır… Ama tarih biraz da, korkunun korkusuzluğa dönmesi değil midir? (Cemal Süreya’nın “Ödleriyle öten kuşlar” dizesi de geçsin kayıtlara...)

Diyarbakır’a geç kalmaz… Geç kalırsa kendine geç kalır da ondan… Ama kentin ona geç kaldığı çok olmuştur. Gittiği bütün kentlere, Diyarbakır olarak bakar… Valery’nin, “Güzellik hülasa edilemez” has cümlesini bilir yine de, hep Diyarbakır’ın özetini çıkarır. Nereye gitse Diyarbakır, nereden dönse Diyarbakır… Zararın ve zamanın neresinden dönülse Diyarbakır olduğunu bilir. Kârda da zararda da Diyarbakır. Ona, işin mecazına kaçıp “Azınlık kolu başkanı!” desem olmaz; öyle ya kim "az", kim "çok", kim "eski" kim "yeni" belli değil de ondan. Her halk az, her halk çok da ondan. Her dil kadimdir de ondan… Kentin tarih ve hatıra kolu başkanıdır bilene… Onunla konuşurlarken sözcükler toplamak isterim miras olarak… Not alırım aklımın defterine, sonra bir kısmını unutur sormaya utanırım… Bilirim ki, devlete, aşkta, siyasette yenilmenin çaresi vardır. Yenildikçe, yanıldıkça yeniden kıyama kalktıkça, yeniden insan ve isyan dedikçe yeni kendine taşınabilir insan. Ama dilde yenilmek, devlete, aşka yenilmeye benzemez. Dilde yenilen, dili yenilen iflah olmaz da ondan… Mânânın maddenin bağışı olduğunu bilir…

“Abi” derim ona… Dilimin ve gönlümün ucuna gelen sözcük budur. Üç kere abidir benim için. Çoğul abi… Tarih abisidir, bir… Coğrafya abisidir, iki… İlk Ermeni abimdir, üç… Ve nedense, tarihsel ve siyasal benzemezliklerini bile bile, sözcük çağrışımlarının da kışkırtmasıyla Meksika Chiapas ormanlarında Zapatistaların efsane As Kumandande Marcos’tan kinaye “Has Kumandante Margosyan” demek gelir içimden. Ağrılı abidir, sancılı abidir, gün görmüş abidir. Hep birlikte mağluplar kavmindeniz.

“Karahübür” karası esmer çocuk…
Büyüyünce Diyarbakır surlarına sır olacak…
23 Aralık 1938, Diyarbakır… Hançepek Mahallesi nam-ı diğer “Gâvur Mahallesi.”  Sıke’den olma, Hıno’dan doğma bir çocuk doğar. Ebesi Kure Mama, komşular ve nenesi ana rahminden bebeği zorla çıkardıklarında, “kara hübür” dutu karası esmer bir bebekle karşılaşırlar. Bir grup koca karı, dişçi babasına müjdeyi yetiştirir: “Gözlerin aydin ola Sıke! Gözlerin aydin. Allah sahan bir oğlan verdi, kapkara bi oğlan…” Birkaç ay önce ölen oğluna “Mıgırdiç” adını koyan babası Sargis Margos, nam-ı diğer Sıke, “haç” deyip “paç” (çaput) demez ve çocuğun adını “Mıgırdiç” koyacağım diye tutturur. Diyarbakır Ermenilerinin biricik papazı Der Arsen seyahatte olduğundan Dört Ayaklı Minare’nin yanındaki Keldani Kilisesi’nin rahibi Ebune Hore’ye koşarlar.  Der Ersen’in yokluğunda, Ermenice “aleluye, aleluye” yerine Keldanice “keddişe, keddişe” dualarla vaftiz olmak kader ve kederdir artık. Ebune Hore, ritüel için hazırlıklar yaparken, yüksek sesle sorar; “Çocığın adı nedir?” Kucağında havluya sarılı bebeği taşıyan vaftiz babasının, büyük anasının ve babasının birlikte çocuğun adını söylemeye hazırlandıkları sırada Ebune Hore, kendi sorusuna pişkince kendi yanıtlayarak sürdürür: “Bahan kalırsa adıni Burhan koyağh. Okıla gettığında zorlığ çekmez! Adıni doğri dürıst sölerler. Üstelik Ermeni oldıği da anlaşılmaz, o da rahat eder…” Babasının kadim gâvur inadı tutar ve “Oğlımın adı rehmetli babamın adi olacağ. Adi Mıgırdiç’tir.” deyince akan sular durur. Böylece talihin emri, kederin kavliyle, Keldani Kilisesi’nde vaftiz olur. Çocuk Mıgırdiç adıyla vaftiz edilirken babasının anası Saro nenesi oğlu Sıke’nin kulağına şöyle fısıldar: “Eğer oğlanın adını Mıgırdiç koymiyaydın, sahan sürgınlerde verdığım sütımi helal etmezdim!”

Sonrası mı? Ortaokuldan sonra İstanbul’da Getronagan Lisesi… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü… 1966-72 yılları arasında Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji, Ermeni Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve okul müdürlüğü… Öğretmenlikten istifa ve ticaret… Ve edebiyat… Aras yayınları...

Bu Mıgırdiç, bizim Mıgırdiç Margosyan’dır…
Kabuk bağlamamış sırlardan ve yaralardan bizim mahallenin çocuklarına hatıradır... 

Sezai Sarıoğlu, 2009

21 Mayıs 2015 Perşembe


"gitmek bana keyif ve keşif, dönmek kapıyla selamlaşmak
kilitte yuvalanıp semah dönen meraklı anahtar der ki;
nereye gittiğin ayan beyan, nereye döndüğüm bana sual..."

sezai sarıoğlu

İzleyiciler