Kitap Alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2025 Pazar

"Eve Dönmenin Yolları"

"(...) Minibüs önümüzde durdu, birkaç saniye içinde binip binmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Minibüsle tek başına seyahat etmişliğim vardı ama sadece kısa mesafede, on dakikalık okul yolunda. Minibüse bindim ve hemen arkasındaki koltuğa yapışmış şekilde upuzun bir yol gittim, bir buçuk saatlik gözüpek bir yolculuk oldu.

Daha önce evden hiç bu kadar uzaklaşmamıştım, şehrin üzerimde bıraktığı intiba o kadar güçlüydü ki, o günden beri arada bir yeniden canlanır: çoğunlukla boş, gösterişsiz meydanlarıyla, sanki sadece meçhul kimliklerinden aldıkları güçle hareket edebilirlermiş gibi, bir tür yitik coşku içinde gözlerini yere dikmiş, dar kaldırımlarda yürüyen insanlarıyla, biçimi olmayan, açık ama aynı zamanda kapalı bir yer.

Gece, giderek daha büyük bir dikkatle izlediğim o yasaklı ensenin üzerine çöküyordu, sanki gözlerimi dikersem bu kaçamaktan yutacaktım, sanki o görüntüye yoğunlaşmak beni koruyacaktı. Ben bu düşüncelere dalmışken minibüs dolmaya başladı, hatta bir kadın oturduğum koltuğu gözüne kestirmişti, bana bakıp duruyordu ama yerimi kaybetmeyi göze alamazdım. Zihinsel özürlü bir çocuğun mimiklerini ya da zihinsel özürlü bir çocuğun mimikleri olduğunu düşündüğüm hareketleri taklit etmeye karar verdim, bir hayal dünyasının içinde tamamen kaybolmuş, kendinden geçmiş, önüne bakıp duran bir çocuk.

Raül’un muhtemel sevgilisi birden minibüsten indi, az kalsın ona yetişemiyordum. Zorluklar içinde dirsek gücüyle kapıya vardım. Beni bekledi ve inmeme yardım etti. Zihinsel özürlü bir çocuk gibi hareket etmeyi sürdürdüm ama o benim zihinsel özürlü bir çocuk değil, Raül’un komşusu olduğumu, onu takip ettiğimi, hatta bütün akşamüstü boyunca onun peşinde dolaşmaya niyetli bir halim olduğunu gayet iyi biliyordu. Bana nedense kınayan gözlerle değil de sonsuz bir sükûnetle bakıyordu.

Gözüme büyük ve eski görünen sokakların dolambacında manasız bir ihtiyatla maceraya atılmıştım. Arada bir arkasını dönüyor, bana gülümsüyor ve adımlarını sıklaştırıyordu, sanki ciddi bir meseleyle uğraşmıyor da bir oyun oynuyormuşuz gibi. Birden, çok hızlandı ve koşarak uzaklaştı, az kalsın onu kaybediyordum ama uzakta depo gibi bir yere girdiğini gördüm. Bir ağaca tırmandım ve birkaç dakika boyunca dışarı çıkmasını ve gittiğimi düşünmesini bekledim. Sonunda evi olduğunu tahmin ettiğim yere kadar sadece yarım blokluk bir yol yürüdü. İçeri girmesini bekledim ve yaklaştım. Parmaklıklar yeşildi, bina cephesiyse mavi, dikkatimi çekmişti, çünkü daha önce hiç böyle bir renk kombinasyonu görmemiştim. Adresi defterime yazdım, bu kadar net bir bilgi elde etmiş olduğum için çok mutluydum."

Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları, Notos Kitap, S.22-23

Çeviri: Çiğdem Öztürk


22 Mayıs 2025 Perşembe

Akrep

"2.Mahkum: … Askerler hükümet oldu. Adettir askerden hükümet olursa arkasından af gelir derler. Mahkum da paşalar bir af çıkarır diye umutlandı. Ama boşuna. Adamlar cezaevlerini boşaltacakları yerde, ha babam dolduruyorlar. Cezaevlerinde yer kalmadı neredeyse. Bir yatakta üç kişi, beş kişi yatıyor. Dışarıda adam bırakmadılar neredeyse. Geçenlerde gariban bir balıkçıyı getirdiler, adamın kendine hayrı yok. Denizde kısmeti kötü gitmiş… Sağa sola, kaderine, kısmetine falan sövmüş. Bu arada paşalara sövmeyi de ihmal etmemiş… Aradan bir hafta geçtikten sonra yanındaki balıkçı arkadaşıyla arası bozulmuş. Adam gitmiş bir hafta sora, garibanı paşalara sövdü diye ispiyon etmiş. Adamı iyi bir dayaktan geçirdikten sonra derhal tevkif kesmişler. İçeride de her vardiya değiştiğinde, yeni vardiya adamı bir posta sopalıyordu. Anlayacağın dayak, hakaret gırla gidiyor"

Eşber Yağmurdereli, Akrep, 1997 (ilk Baskı) / Kibele Yayınları, 01.01.2016

Oyun, 1999 yılında, yönetmenliğini Rutkay Aziz'in yaptığı Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları tarafından sahnelenmiştir. (https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/akrep) 

Youtube üzerinden izleme linki: 

"Yağmurdereli’nin 'Akrep' oyununu okuduktan sonra, her idamın cinayet olduğuna bir daha inandım. İdamların insanlık için ne büyük çöküntülere sebep olduğunu burada sayıp dökmeyeceğim, idama karşı olanların, idama karşı savaşmayanların, kim olursa olsunlar, yürekleri kabuk bağlamıştır. İşte bu oyunu seyredenler yürekleri ne kadar çabuk kabuk bağlamış olursa olsunlar, insanlığın bu en korkunç uygulamasına karşı koyacaklardır. Yağmurdereli’nin belki de ilk oyunudur bu. Yazar, bu oyununda konuya uygun, usta bir biçim yaratmıştır. Yağmurdereli’nin dili, biçiminden de ilerde erişilmesi güç, güzel bir Türkçedir. Bir başeser olan oyun yalnız Türkiye’de değil, dünyada oynandığı her yerde gücünce karşılanacak, insanlığın en utanılacak yarası olan idama karşı insanları harekete geçirecek, en azından kabuk bağlamış yürekleri sağaltacaktır."

Yaşar Kemal



27 Nisan 2025 Pazar

"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."

    "İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır.
    Hektor savaşa çıkmazdan önce karısı Andromakhe’ye ve bir kadın tarafından taşınan küçük oğlu Astyanaks’a gider. Andromakhe, kocasının ellerini ellerine alarak; 'Ey efendim, sen ki kocam olmaktan başka bana bir baba, bir ana ve kardeş oldun, burada kal, gidip de beni dul, evlâdını da öksüz bırakma' diye yalvarır. Hektor üzülür, öneriyi tatlılıkla reddeder ve kendisine savaş safının önünde bulunmak düştüğünü, öldüğü zaman onun kederinin ne denli acı olacağına üzüldüğünü söyler. (Çünkü Hektor öldükten sonra Andromakhe’nin oğlu Astyanaks, Akha’lar tarafından öldürülecek ve kadının kendisi başka erkeklerin tutsağı ve savaş kazancı olarak köleliğe sürüklenecektir). Hektor karısından ayrılmak üzere dönerken oğlu  Astyanaks’a kollarını uzatır. Babasının şiddetle parlayan korkunç miğferinden ürken çocuk ağlayarak çekinir. Hektor güler, miğferi başından çıkararak yere kor, ondan sonra çocuğu kolları arasına alır, okşar, sonra başını mavi göklere kaldırarak, 'Ey Zeus baba, gelecekteki yıllarda, bu oğlum savaştan dönünce, onu gören insanların, bu delikanlı babasından çok daha öte, demelerini senden yalvarıyorum!' diye dua eder ve çocuğu gülümseyen, fakat ağlayan annesinin kucağına verir. Andromakhe’ye de teselli yollu, 'Ağlama, hiç kimse, yazgısı olmayınca öldürülmez' der. Ve miğferini alarak  ayrılır. Andromakhe ağlayarak ona dönüp dönüp bakar."

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) 

Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi, S. 60-61


24 Nisan 2025 Perşembe

Kambur

    "Ben pek sıradan bir kambur sayılmam. İspanyolların jorobado dedikleri türdenim. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek. Nereden bakılacak, peki? Yandan mı? Olabilir? Bakışlarımın çok derin ve keskin olduğu kanısındayım. Ama bunu söyleyen hiç olmadı. Burnum içinse, 'burun' demek pek hafif kalır. BURRUNN demek (şeddeli) gerekir. Baktıkça pes diyorum. Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi; ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi, burnumun dörtte üçünü geri alırdı. Bu nedenle de, karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum. Saçlarımın önleri döküldü - daha doğrusu ben öyle sanıyordum; arkamdaki bir aynadan tepemin de açılmış olduğunu görene dek. Dişlerim gri-mavi ve öndeki iki tane birbirinin üzerine binmiş; bu nedenle ben onları tek diş sayıyorum. Neyse ki dudaklarım kalın değil. Özellikle üst dudağı kalın olan kimsenin melek gibi olmaktan başka çaresi yoktur; yanmıştır. En çok yakan şey ise, 'Yandım' derken dudaklarının aldığı şekildir. En çok sağ elimin küçük parmağını severim. Küçükken bir kazayla kopmuştu. Kimbilir nerelerdedir, neler beceriyordur. Bunlardan gocunduğumu sanmayın. Yaşama pek katılmadığım için, bu tür primler hiç ilgilendirmez beni. Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni."

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, S.16-17


15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





13 Nisan 2025 Pazar

"İşte Senin Hayatın"

Belki şöyle düşünmek gerekirdi: "Bu adamlar bir adım ötelerini bile göremiyorlar, sadece kendileri var, sadece küçük çıkarları. Ne bir toplumun parçası olduğunu algılayabiliyor ne de bir düşünme ulamı var kafalarında; ruh da vicdan da oluşmamış onların içinde. Din de onlara bir ruh vermiyor. Çünkü edinilemez bir din, içsellikten uzak. Doğrusu budalanın budalası bunlar. Bir sualtı canavarı bile değiller."

Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları




8 Nisan 2025 Salı

Şarkısı Lirik Bir Şairden!..

İlhan Kemal, yatağını gittikçe genişleten ve akışı ötelerden duyulan debisi yüksek bir şiir yazıyor.

Sanki gündelik bir tazelenme hevesi var yazdıklarında. O da derece tutkun ve âşık yaptığı işe. 2006’da Mağmum’la başlayan yazma serüveni, son kitabı Şarkısı Lirik’in* adı gibi kesintisiz ve coşkulu biçimde devam etmekte Onu bu kadar çalışkan ve soluklu kılan nedeni öncelikle arayış hâlinde olmasına bağlamak gerek. Üstelik hazır bir sözlükten beslenmiyor,  yaratıcı zihnin soğuk bir demirci edasıyla öne çıkardığı yepyeni sözcüklerle de buluşturuyor okuru.

Şiir bir yenilenmedir her şeyden önce. Bunu bilmeyene, yabancılaşmayla birlikte dilin de çürüdüğünü anlatamazsınız kolay kolay. Oysa şair, o kokuyu yakından tanır ve yeni bir dille toplumsal belleği çatlatmaya çalışır. Bir yerde insanı kendine döndürmeyi amaçlayan  kişilik savaşımıdır sözü edilen. Bizi yabancılayan dilin farkına vararak dönüşümsel bir sürece gireriz böylece. Bu anlamda sorunsalla birlikte yüklendiği tatlı bir huzursuzlukla karşı karşıyadır şair:

”En büyük huzursuz benim
Dert ediniyorum memleketi, Cumhuriyeti
Olur şeyi, olmaz şeyi, olur olmaz şeyi
Bir bahçeden koparınca birileri bir çiçeği
Ben de kırılıyorum orta yerimden çıt diye” (s:17)

Siz bakmayın "Megalomani" gibi bir başlığın görüntüsüne! İlhan Kemal’in ironisi "ince şeyler"i gözden geçirerek seslenir kulağınıza. Çağrısı oldukça yalın ve büyülüdür. Tam bu noktada ‘megalomani’, ‘adanmışlıkla yer değiştirir:

"Tutkulu bir âşığım, ışır zifirin içindeki ben sevince
Ben öpünce yeşerir duygunun solmuş yaprakları
Yeni bir duyuş başını uzatır göçükler altından
Yaşamın kökü tam da kuruyuşa ramak kalmışken
Can suyu taşar nehri, damarda dirim şeneltir" (s:40)

Göçüklerin en ağırı ve en ahrazı, hiç kuşkusuz insan göçüğüdür! Şair, sözcük sözcük kazarak iner o korkunç boşluğa. Her şey geçmişle gelecek arasındaki organik bağı yeniden kurmakla ilgilidir. Öyle ki göçüğün şiddeti büyük fotoğrafı sarsan bir yıkımı işaret eder. Gerisini şairin yakınmasından dinleyelim:

"Hiç bu kadar rüsva olmamıştı umut ülkesi
Hiç bu kadar solmamıştı kut ırmağının mavisi
Hiç bu kadar gecikmemişti yağmur, ıramamıştı su
Hiç bu kadar heba alışığı olmamıştı var olmak" (s:64)

Ne ki “Kalbim! Serserim! Günlere güneş çağanım!” (s:71) diye haykıran birinin yakınması çok uzun sürmez. Sanki bir “Güneş Ülkesi”ni (Salâh Birsel’in bir şiiridir) anlatır gibi muştular yayar ardı sıra:

"Bir gün biz geleceğiz ve müjde kuşları uçuracağız
Lâmbalar asacağız zifiri tavanına gökyüzünün
Ve ünleyeceğiz: Gözünüz aydın ışık bekleyicileri!
Uykularınızı yataklığa kaldırın, size sabah getirdik!
Yok ediciler ki yok olup gidecekler, o gün gelecek" (s:54)

Özetle Şarkısı Lirik’i okumak için pek çok nedenimiz olduğunu söylemeliyim.
Daha fazla gecikmeyin bence.

* Şarkısı Lirik – İlhan Kemal, Şey Kitap, 1.Baskı Şubat 2025

Ahmet Günbaş


22 Mart 2025 Cumartesi

"Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum."

14 Şubat 1981 Cumartesi, Saat 02.19 

    Saat 19 haberlerini dinlerken iyice uyku bastırdı. Yatıp uyudum. Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum. Biyerde (Nişantaşı gibi biyer) Alpay Kabacalı'yla buluşuyoruz. Bir sinemaya gidiyoruz. Ben bu sinemaya hiç gitmedim diyorum. Giriyoruz. Benim biletim yok. Alpay önümden giderken bende iki tane var diyor. Bilet denetleyen kadına, öndekinde diye başımla işaret ederek geçiyorum. Biletçikadın bile ayrıntılarıyla kafamda. Bu rüyalar ne müthiş bişey. Gerçekte olsa böyle bir kadın hiçbir iz bırakmaz. Boylu poslu, kırk elli arası bir kadındı. Hafif kır saçlarını topuz yapmıştı. Bir geniş merdivenden başkalarıyla iniyoruz. Yapının güzelliği çok hoşuma gidiyor. Tavanlar çok yüksek ve heryan ceviz kaplama, duvarlar ve kimi yerde tavanlar da... Avizeler, lambalar harika... Bitakım salonlardan, geçitlerden geçiyoruz. O ne güzel mağazalar, konferans salonları... Duvarlar cilalı ceviz ağacı, ama salt kaplama değil, işli, nakışlı, oymalı, kabartmalı, çökertmeli... Rüya gibi güzel denir ya, işte tam öyle, rüyada rüya gibi güzel biyer görüyorum. Uzun, büyük... Kendi kendime, "İstanbul ne büyük, ne gizemli biyer, doğma büyüme İstanbulluyum. Bunca yıldır bu kentte yaşadım. Ne şaşılası şey, hem de İstanbul'un göbeğindeki böyle biyeri hiç bilmiyorum, gelmemişim buraya" diye düşünüyorum. Öyle büyük ki bu yer altı alanı, içinde bir de okul var; güzel giyimli öğrencileri görüyorum. 
    Alpay'a, "Burası ne güzel biyer, hiç gelmemişim... Kimin burası?" diyorum. "Helmut'un," diyor. Anlayamıyorum. Söylenişini açıklamak için, "Helmut Schmidt gibi," diyor. Demek İstanbullu bir zengin Alman'ın... Ama Alpay onu herkes tanırmış, benim de tanımam gerekirmiş gibi söylüyor. Bisürü güzel dükkânlar; kuyumcu, antikacı, mobilyacı... Bütün dükkânlar kalın ceviz ve çam... Sinema da oralarda biyerde... Bana kalırsa Kafka rüyalarından en iyi yararlanmasını bilen, rüyalarını en iyi kullanan yazarmış. Rüyalarıyla yaşamından bileşkeler yaratmış. 
    O yeraltı gezi yer[i] Kafka mekânları gibi biyer. 
    Alpay'a, peki bu mağazalara gelmek isteyenler nasıl gelecek, her buraya gelen sinema bileti almak zorunda kalacak... Salt sinema seyircileri içinse bunca mağaza, seyircilerden müşteriyle geçinemez. Sonra düşünüyorum ki dükkân sahiplerinin ve çalışanlarının geçiş kartları vardır. Ama olmaz ki, müşterilerin de geçiş kartları olamaz ya... Uyandım. Radyoyu başucumda açık bırakmıştım. Saat 24. Tam radyo son haberleri verip kapanırken uyandım. Uyumaya çalıştım. Uyuyamadım. Kalktım. Helaya gittim. Giyindim. Yatağımı yaptım. Büyük yapıdan tahta parçaları getirdim. Hava berbat, yağışlı, rüzgârlı, oldukça soğuk. Sobamı yaktım. Çay yaptım. Bu notları yazdım. Şimdi Almanya yazılarının belgelerine bakarak notları sıralayacağım. 

*Helmut Schmidt 1974-1982 arası Almanya başbakanı.

Aziz Nesin, Unutulmayan Rüyalar, Nesin Yayınevi, S.96-97


15 Mart 2025 Cumartesi

"İşçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez."

    (...) İşçilere, “ücretiniz ne kadar?” diye sorulsaydı, soruyu biri, “patronumdan günde bir mark alıyorum”, öteki “iki mark alıyorum” vb. biçiminde yanıtlayacaktı. Ait oldukları farklı iş kollarına göre, işin belirli bir parçasının yapılması, örneğin, bir yardalık keten kumaşın dokunması, ya da bir sayfalık yazının dizilmesi karşılığında her biri kendi patronundan aldığı farklı para tutarından söz edecekti. Yanıtlarının çeşitliliğine karşın, onlar bir noktada anlaşacaklardır: ücret, belirli bir emek zamanı karşılığında, ya da belirli bir işin yerine getirilmesi karşılığında kapitalist tarafından ödenen para tutarıdır.
    Kapitalist, bu yüzden, para ile onların emeğini satın alır görünür. Onlar da kapitaliste para karşılığında emeklerini satarlar. Ama bu yalnızca görünüştür. Gerçekte, onların para karşılığında kapitaliste sattıkları şey, emek güçleridir. Kapitalist bu emek gücünü bir günlüğüne, bir haftalığına, bir aylığına vb. satın alır. Sonra da, satın aldığı bu emek gücünü, işçileri koşula bağlanmış bir süre için çalıştırarak kullanır. Bunun yerine, kapitalist, işçilerin emek gücünü satın aldığı aynı parayla, örneğin iki marka, iki libre şeker, ya da belirli bir miktarda herhangi bir başka meta satın alabilirdi. İki libre şeker satın aldığı bu iki mark, iki libre şekerin fiyatıdır. Emek gücünün on iki saatlik kullanımını satın aldığı bu iki mark, on iki saatlik emeğin fiyatıdır. O nedenle, emek gücü, şekerden ne bir derece fazla ne de bir derece eksik, bir metadır. Biri saatle ölçülür, öteki teraziyle.
    İşçiler kendi metalarını, yani emek gücünü, kapitalistin metası ile, yani para ile değişirler, ve bu değişim belirli bir oranda olur. Emek gücünün şu kadar paraya şu kadar bir süre için kullanılması. On iki saatlik dokuma karşılığında iki mark. Ve, bu iki mark, iki mark karşılığında satın alabildiğim bütün öteki metaları da ifade etmez mi? Dolayısıyla, gerçekte işçi kendi metasını, yani emek gücünü, her türden başka metalar karşılığında ve bunu belirli bir oranda değişmiştir. Kapitalist ona iki mark vermekle, günlük emeği karşılığında değişebildiği şu kadar yiyecek, şu kadar giyecek, ya da şu kadar yakacak, ışık vb. vermiştir. Bundan dolayı, bu iki mark, emek gücünün öteki metalarla değişilme oranını, emek gücünün değişim değerini ifade eder. Bir metanın para ile hesaplanan değişim değeri, onun fiyatı denilen şeydir. Ücret, yalnızca alışılmış bir biçimde emeğin fiyatı denilen emek gücünün fiyatına, insan etinden ve kanından başka bir gizi bulunmayan bu kendine özgü metanın fiyatına verilen özel bir addır.
    Herhangi bir işçiyi, diyelim, bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgahını ve ipliği sağlar. Dokumacı işi yapar; iplik beze dönüşmüştür. Kapitalist elde ettiği bezi alır, diyelim, yirmi marka satar. Bu durumda, dokumacının ücreti, bezin, yirmi markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Asla. Dokumacı, bezin satılmasından çok önce, belki bezin dokunması bitmeden de önce ücretini almıştır. Demek ki, kapitalist bu ücreti bezin satışından elde edeceği parayla değil, önceden biriktirdiği parayla öder. Patronu tarafından sağlanan dokuma tezgahı ve iplik nasıl dokumacının ürünü değilse, dokumacının kendi metası ile, yani emek gücü ile değişerek aldığı metalar da tıpkı öyledir. Olabilir ki, patronu bezi için hiç alıcı bulamaz. Olabilir ki, bezin satışından ücretin tutarını bile çıkaramaz. Olabilir ki, dokumacının ücretiyle karşılaştırıldığında bezi çok daha kârlı bir biçimde satmaktadır. Bütün bunların dokumacıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kapitalist, hazır eldeki servetinin, sermayesinin bir bölümüyle dokumacının emek gücünü satın alır, tıpkı servetinin öteki bölümüyle hammaddeyi — ipliği— ve iş aracını —dokuma tezgahını— satın aldığı gibi. Bunları satın aldıktan sonra, ki bu satın alınanlar bezin üretimi için gerekli olan emek gücünü de kapsar, yalnızca kendisine ait olan hammaddeler ve iş araçları ile üretim yapar. Çünkü artık iş araçları, üründe ya da ürünün fiyatında dokuma tezgahı kadar küçük bir paya sahip olan bizim hünerli dokumacımızı da yeterince içermektedir.
    O halde, ücret, işçinin, kendisi tarafından üretilen metadaki payı değildir. Ücret, kapitalistin onlarla kendisi için üretken emek gücünün belirli bir miktarını satın aldığı, önceden var olan metaların bir bölümüdür.
    Demek ki, emek gücü, ona sahip olanın, ücretli işçinin, sermayeye sattığı bir metadır. Ücretli işçi niye emek gücünü satar? Yaşamak için.
    Ama, emek gücünün ortaya konması, emek, işçinin kendi yaşam-etkinliği, onun kendi yaşamının bildirimidir. Ve, işçinin, gerekli geçim araçlarım elde etmek için bir başkasına sattığı bu yaşam-etkinliğidir. Bu yüzden, onun yaşam-etkinliği kendisi için bir var olabilme aracından başka bir şey değildir. O, yaşamak için çalışır. Onun gözünde, emeği, yaşamının bir parçası değil, daha çok, yaşamının bir özverisidir. Bir başkasına devrettiği bir metadır. Bundan dolayı da, etkinliğinin ürünü, onun etkinliğinin amacı değildir. Kendisi için ürettiği şey, dokuduğu ipek değildir, madenden çıkardığı altın değildir, yaptığı saray değildir. Kendisi için ürettiği şey, ücrettir, ve ipek, altın, saray onun gözünde belirli bir miktar geçim aracına, belki pamuklu bir cekete, bir miktar bakır paraya, bodrum katında kiralık bir odaya dönüşür. Ve, on iki saat süresince dokuyan, iplik eğiren, sondaj aleti kullanan, torna çeken, yapı yapan, kürek sallayan, taş kıran, yük taşıyan, vb. işçi, bu on iki saatlik dokumacılığı, iplik eğirmeyi, sondaj aleti kullanmayı, yapı yapmayı, kürek sallamayı, taş kırmayı, kendi yaşamının bir bildirimi, yaşamak olarak mı görür? Tam tersine, onun için yaşam bu etkinliğin sona erdiği yerde, sofrada, kahvede, yatakta başlar. Öte yandan, bu on iki saatlik emek, onun için dokuma, iplik eğirme, sondaj aleti kullanma vb. olarak değil, ancak kendisini sofraya, kahveye, yatağa götüren kazanç olarak anlam taşır. İpek böceği, kozasını varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için örseydi, tam bir ücretli-işçi olurdu. Emek gücü her zaman bir meta olmamıştır. Emek, her zaman ücretli emek, yani, özgür emek olmamıştır. Köle, emek gücünü köle sahibine satmıyordu, öküzün hizmetini köylüye satmaması gibi. Köle, sahibine, emek gücüyle birlikte bir kez ve tümden satılır. O, bir efendinin elinden ötekine geçebilen bir metadır. Kölenin kendisi bir metadır, ama emek gücü kendi metası değildir. Serf, emek gücünün yalnızca bir bölümünü satar. Toprak sahibinden bir ücret almaz; daha doğrusu, toprak sahibi ondan haraç alır.
    Serf, toprağa aittir ve ondan elde ettiği ürünleri toprağın sahibine teslim eder. Öte yandan, özgür emekçi kendisini satar, ve öyle ki, kendisini parça parça satar. Yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saatini her gün açık artırmada en yüksek teklif verene, hammaddelerin, iş aletlerinin ve geçim araçlarının sahibine, yani, kapitaliste satar. İşçi ne bir efendiye ne de toprağa aittir, ama onun günlük yaşamının sekiz, on, on iki, on beş saati bunu satın alana aittir. İşçi, kendisini kiralayan kapitalisti istediği zaman bırakır, kapitalist de işçiyi, artık onun sırtından kâr elde etmediğine, ya da beklediği kârı elde etmediğine karar verdiği anda bırakır. Ama, biricik geçim kaynağı kendi emek gücünün satımı olan işçi, kendi varoluşundan vazgeçmeksizin, tüm alıcılar sınıfını, yani kapitalist sınıfı terk edemez. İşçi şu ya da bu kapitaliste değil, kapitalist sınıfa aittir, ve üstelik, kendisini satmak, yani kapitalist sınıf içinde bir alıcı bulmak kendi sorunudur. 
    Şimdi, sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkileri daha yakından ele almadan önce, ücretin belirlenmesinde önem taşıyan en genel ilişkileri kısaca açıklayacağız.
    Ücret, görmüş olduğumuz gibi, belirli bir metanın, emek gücünün fiyatıdır. Bu yüzden, ücret, bütün öteki metaların fiyatını belirleyen aynı yasalar tarafından belirlenmektedir. (...)

Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, S.23-28

Çeviri: Süleyman Ege


14 Mart 2025 Cuma

Ağrı Dağı Efsanesi

    (...) Sabah oldu, gün ışıkları Ağrının yamacından Beyazıt şehri, Beyazıt Sarayı üstüne uzandı, soluk, kederli, yenmiş utkulu. 
    Cellatlar zindana vardılar, Memoya: 
    "Aç kapıyı Memo," dediler. "Başları vurulacak olanları hazırla."
    Memo hiçbir şey olmamış gibi, durgun, güleç: 
    "Bu gece onları ben bıraktım," dedi.
    Cellatlar inanmadılar, zindana girdiler ki ne görsünler, zindanda başları vurulacaklardan hiçbirisi yok. Hemen Paşaya koştular, olanı biteni anlattılar. Paşa kılıcına el vurdu, doğru zindana koştu. Yanındaki İsmail Ağa, adamları, binbaşıları da kılıçlarına el vurdular, Paşa önde onlar arkada zindanın yolunu tuttular. Memo tek başına onları yalınkılıç karşıladı: 
    "Onları bu gece ben bıraktım Paşa," dedi Memo gülerek. "İyi yapmadım mı? Hoşuna gider sanıyordum." 
    Paşa:
    "Köpek," diye gürledi. "Ekmeğim gözüne dizine dursun." 
    Ve Memonun üstüne saldırdı. Arkasında duran adamları da Memoya saldırdılar. Sert, yaman bir dövüş oldu. Hiçbirisi Memoya yaklaşamadı bile. Memonun dört bir yanı gittikçe ka labalıklaşıyor, kılıç sallayanlar kalabalığı durmadan büyüyor du. Memo dövüşe dövüşe kalenin burcuna kadar, bu sabah, bu saatta adamların başları vurulacağı yere kadar geldi. 
    "Paşa, Paşa," dedi, "burada sizinle üç gün, üç gece dövüşürdüm ama, ne fayda... Ben yeryüzünden alacağımı aldım. Dünyaya doymuş gidiyorum. Birkaç insan öldürmüşüm ne çıkar. Senin birkaç kulunu öldürmüşüm, değil mi? Hepiniz sağlıcakla kalın. Kalanlara, dostlara, bizi sevenlere, sevmeyenlere selam olsun." 
    Kendisini kalenin burcundan aşağı fırlattı. Uçurum çok derindi. Yukardan bakınca Memonun ölüsü aşağıda kanadının birisini açmış bir kuş ölüsüne benziyordu. 
    Memonun ölüsü başına önce demirci Hüso geldi, sonra oğulları, sonra kadınlar, kızlar... Beyazıt kasabasına bir figan düştü. 
    Hüso ağır ağır Memoya yaklaştı, onu alnından öptü. Sol eli yumulmuştu ve yüreğinin üstündeydi. Hüso eli aldı, güçlü elleriyle zorla açtı. Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı. (...)

Yaşar Kemal, Ağrı Dağı Efsanesi, Yapı Kredi Yayınları, S.71-72




11 Mart 2025 Salı

Deli Olmayan Deli

    Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Sanatçılar arasındaki deliler, sanatçı olmayanlar arasındakilerden daha çok. Sanatçılar arasında da, sayıca ve nitelikçe, en deli olanlar, tiyatro oyuncuları, yazarlar ve şairler. Şöyle bir düşünüyorum, çağdaşım, arkadaşım, dostum olan şairler, yazarlar arasında hangisi "Benim Delilerim" de yer almaz? En akıllı, en mantıklı görünenimizin bile, akıl almayacak denli delilikleri var. Kimimiz aşırı alıngan, kimimiz saldırgan, kavgacı, kimimiz sürekli cinsel doyumsuz, kimimiz gırtlağına dek kendisiyle dopdolu, nerdeyse kendi kendisinden boğulacak... Hele kendimizi beğenmişliğimiz!.. Şair ille de içer diye öğrendiklerinden, kendilerini her zaman içiyormuş gibi göstermeye çalışanlar... Sonuç alınmamak üzere kendini öldürme cambazlıkları yapanlar... 
    "Benim Delilerim"e girmeleri gereken şair ve yazar dostlarımın çoğunu bu yazı dizisine almayacağım. Kayırmak istediğim için değil, onları çok daha geniş olarak "Birlikte Öldüklerim" ve "Birlikte Yaşadıklarım" adlı iki kitabımda anlatacağım da ondan... Yazmayı tasarladığım o iki kitapta yazar ve şair dostlarımı, salt delilikleriyle değil, tanıyabildiğim bütün yönleriyle anlatmaya çalışacağım. 
    "Benim Delilerim" dizisine girmeye hak kazanmış yazar ve şairleri salt Türkiye'de değil, bulunduğum her ülkede gördüm. Bunlardan biri, ülkesinde ünlü bir yazardır. Kitapları bikaç dile çevrilmiştir. Buna karşın, bu yazar kazandığı ünle yetinmeyen bir doyumsuzdur. Bu yüzden işi deliliğe vurmuştur. Gerçekteyse o, deli olmayan bir delidir. Deliliğin halk üzerindeki çekiciliğinden yararlanmak için, kendisini özellikle deliymiş gibi göstermeye çabalıyor. Kendini zorlayarak delilikler yapıyor. Elbet yaptığı delilikler, kendisini akıl hastanesine kaldırtacak kertede delilikler değil. 
    Sanki delilik, deli olmayan yazarlara göre, yazara bir üstünlük sağlar gibidir. Deli yazarlar, okurlara daha ilginç gelir. Delilikle dehanın, bıçağın sırtı gibi ikiz kardeş olduğu söylenir. Bikaç kitapta örnekleri de gösterilmiştir. Bu yüzden deli görünmeye çalışan yazarlar, akıllı görünmeye çalışanlardan daha çoktur. 
    Sözünü ettiğim yazar deli görünerek salt okurları arasında değil, basında, çevresinde de ilgiyi çekmek, dikkatleri üstüne toplamak istiyor. Delilik bir anlama onun reklamıdır. 
    Deli olmayan deli dediğim bu yazar, her nerde olursa olsun, özellikle taşkın davranışlarda bulunur. Çevresindekilerin dikkatlerini çekecek denli yüksek sesle, hatta bağıra çağıra konuşur, sanki konuşmuyordur da haykırıyordur. Haykırırcasına konuşurken de, salt ellerini kollarını değil, bütün eklem yerlerinden gövdesinin her yanını abartılı devimlerle oynatır. Aşırı neşeli görünür. Her zaman her yerde durmadan içiyormuş da yine de sarhoş olmuyormuş izlenimi vermeye çalışır. Yemek masasının üstündeki vazoda çiçekler varsa, hiçbir neden yokken o çiçekleri saplarıyla yapraklarıyla ağzına alıp çiğner, yutar. Bu yada buna benzer davranışlarının hiçbir nedeni yoktur. 
    Kendisini deli tanıtmak için delişmence davranışlarda bulunan bu yazarı bir gece suçüstü yakalayarak -yani akıllı görünmek isterken - onun gerçekte hiç de deli olmadığını, delilik rolü oynadığını anladım. 
    Resmî bir şölendeydik. O yazar, büyük salonda yine aşırı ve abartılı delişmence davranışlarıyla dikkatleri üzerinde topluyordu ki, salona bir bakan, bir de devlet ileri gelenlerinden bir kadın geldi. Onların gelmesiyle yazar da birden toparlandı. Gözüm üzerindeydi. Az önceki delişmen sanki o değildi. Şölendeki sanatçılardan kimileri, bakanın elini sıkmak, önemli yeri olan kadının elini öpmek için fırsat arıyordu. Ama onlara aldırış etmeyenler de çoktu. Delişmen yazar, el öpmek için fırsat arayanlar arasındaydı. Saygı sunmak, el öpmek için kuyrukta yerini almıştı. Sırası gelince, aşırı saygıyla eğilip o hanımın elini öptü. Terbiyeli terbiyeli konuştu. Sesi hiç de öyle her zamanki gibi haykırır tonda değildi. 
    İçmeden duramaz izlenimi vermek isteyen o yazar, o gece pek çok içmek fırsatı varken hiç de içmedi. İşi delişmenliğe, hatta deliliğe vurup kadınlarla kaba şakalar yaparken, çılgın danslar ederken, o gece kadınlara da düşkünlük göstermedi. Yeri önemli hanımın şölen salonuna gelmesi, delişmen yazarın akıllanmasına yetmişti. 
    O yazarın başka bir delişmenliği de yaşama boş veriyormuş, sağlık koşullarını önemsemiyormuş gibi davranmasıydı. Bu davranışının da sahte delilik olduğunu, bir sabah onu evinin bahçesinde cimnastik yaparken görünce anladım. Yaşama, sağlık kurallarına önem vermeyen insan, ne diye sabah erkenden, hele o yaşta, cimnastik yapsın... 
    Anladım ki o yazar deli değildi, deli görünmeye çalışıyor, deli görünerek bir anlamda reklamını yapıyordu.

Aziz Nesin, Benim Delilerim, Nesin Yayınevi, S.188-190



9 Mart 2025 Pazar

Badem Ağaçları

    Napolyon, Fontanas’a şöyle demiş: "Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kuvvetle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey dünyaya hükmeder: Biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir."
    Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fatihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü. Eskiden o korkunç Flandres savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyordu. Yüzyıl savaşı da çoktan unutuldu gitti. Ama, Silezyalı mistiklerin vaazları belki bazı kalplerde hala yaşıyordur. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular: Bu dünyanın kaderine hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek imtiyazlar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği kuvveti, lanetlemekle kendini tüketmektedir.
    İyi insanlar, buna bir belâ diyorlar. Bunun belâ olup olmadığını bilmiyoruz ama, bu böyle. Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de ne istediğimizi bilmemiz gerektir. İstediğimiz şey ise, artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman hak vermemektir.
    Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiç bir tarih felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar kaderlerinin farkına varmakta durmadan ilerliyorlar… Biz insanlar kendi kaderimizin üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz. Özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak. Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir hale sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış milletlerin anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabiî, insanı aşan bir iştir bu. Ama insanı aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece.
    Şu halde ne istediğimizi bilelim, kuvvet bizi çekmek için bir fikir veya rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor. Lawrence, "Trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme olmalıdır" demiş. İşte hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.
    Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, çünkü bilirdim ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’ler vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o nârin karlara şaşardım. Ama yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadara dayanırlardı.
    Bu bir sembol değildir. Mutluluğumuzu sembollerle kazanacak değiliz. Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu: "Felaketle zehirlenmiş olan şu Avrupa’da bazen hayatın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları. Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli taraflarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Felâketlerle zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche’nin katı kafalılık dediği derdin tâ kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım. Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım elverir.
    Ama düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, "dünyası", akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.. Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.

Albert Camus, Denemeler, Çan Yayınları, 1962, S.41-45

Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol


5 Mart 2025 Çarşamba

Amin Maalouf’un “Ölümcül Kimlikler” Kitabına Sonsöz’ü: "Herkesin Aynı Olmadığına Alışın!.."

Her insan az da olsa, yaşadığı ülkeyle ve bugünkü dünyamızla özdeşleşebilsin. Bu da gerek kişinin bizzat kendisi, gerekse tek tek ya da grup halinde karşısındakiler tarafından benimsenecek birtakım davranış ve alışkanlıkları kapsıyor.

Her birimiz kendi çeşitliliğini üstlenmeye, kimliğini en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş ve dışlanma aracı, bazen de savaş aleti haline getirilmiş tek bir aidiyetle eritmek yerine, çeşitli aidiyetlerinin toplamı gibi algılamaya teşvik edilmelidir. Özellikle de, içinde yaşadıkları toplumun kültürüyle içinden çıktıkları kültür örtüşmeyen herkesin, bu çifte aidiyeti fazla yara almadan üstlenebilmesi, kökenlerindeki kültürlerine bağlılıklarını koruyabilmeleri, onu utanç verici bir hastalık gibi gizlemek zorunda kalmamaları ve yanı sıra, onları kabul eden ülkeye kendilerini açabilmeleri gerekir.

Böyle ifade edildiğinde bu temel ilke en başta göçmenleri ilgilendiriyor gibi görünüyor, ama hep aynı toplum içinde yaşadıkları halde çıkış kültürlerine duygusal bir bağla bağlı kalanları da -birçokları arasında, bugünkü tanımları olan african americans’la çifte aidiyetlerinin ne olduğu açık seçik ortaya konulan Amerikalı siyahları düşünüyorum- kapsıyor; bu temel ilke, sahip oldukları tek vatanda dinsel, etnik, sosyal ya da daha başka nedenler yüzünden kendilerini “azınlıkta” hisseden, “ayrı” hisseden herkesi de kapsıyor. Herkes için Farklı aidiyetlerini huzur içinde yaşayabilmek kendi gelişimleri bakımından olduğu kadar iç barış açısından da büyük önem taşıyor.

Toplumların da, tarih boyunca kimliklerini oluşturan ve onlara hâlâ şekil veren çok sayıda aidiyetlerini aynı şekilde üstlenmeleri gerekirdi; herkesin etrafında gördüğüyle özdeşleşebilmesi için, herkesin yaşadığı ülkenin imajında kendini bulabilmesi ve genellikle olduğu gibi tedirgin, hatta kimi zaman düşman bir seyirci olarak kalmak yerine, buna dahil olması yolunda yüreklendirildiğini hissetmesi için, çeşitliliklerini gözle görünür simgelerle içlerine sindirdiklerini göstermek amacıyla çaba harcamaları gerekirdi.

Elbette bir ülkenin kabullendiği bütün aidiyetler aynı önemde olamaz, konu hiçbir şeyle örtüşmeyen bir vitrin eşitliği istemek değil, farklı ifade yollarının meşruluğunu vurgulamak. Bir örnek olarak, dinsel açıdan Fransa’nın Katolik geleneğin ağır bastığı bir ülke olduğundan hiç kuşku yok; bu onun Protestan bir boyutu, Musevi bir boyutu, Müslüman bir boyutu ve her dine derin bir kuşkuyla bakan “Voltaire’ci” bir boyutu kabul etmesine engel değil; bu boyutlardan her biri -liste bu kadarla da kalmaz- ülkenin hayatında ve kimliğini derinden kavrayışında anlamlı bir rol oynamıştır ve oynamaya da devam etmektedir.

Bu arada, Fransız dilinin de birçok aidiyetten oluşan bir kimliği olduğu açıktır; önce Latin, evet ama aynı derecede Germen, Kelt, sonra Afrika’dan, Antiller’den, Arapçadan, Slavcadan gelen katkılar ve onu mutlaka bozması gerekmeyen ama zenginleştiren daha yakın dönemlerdeki başka etkiler.

Burada sadece Fransa’nın durumuna değindim, aslında bu konuda çok daha fazla yayılabilirdim. Her toplumun kendiyle ve kimliğiyle ilgili son derece kendine özel bir imajı olduğu yadsınamaz. Yeni Dünya ülkeleri, özellikle de Birleşik Devletler için kimliklerinin çeşitli aidiyetlerden oluştuğunu kabul etmek ilke olarak sorun yaratmaz, çünkü bu ülkeler her kıtadan kopup gelen göçmenlerin katkılarıyla oluşmuşlardır. Ama bu göçmenlerin hepsi aynı koşullarda gelmemiştir. Kimileri daha iyi bir hayat arıyordu, kimileriyse istemedikleri halde zorla kaçırılıp getirilmişlerdi. Bütün göçmen çocuklarının ve daha Kolomb öncesi dönemlerde oralarda yaşayanların soylarının, içinde yaşadıkları toplumla tam anlamıyla özdeşleşebilmesi uzun, çok uzun, henüz tamamlanmamış ve zorlu bir sürecin sonunda gerçekleşebilecektir. Ama orada sorun farklılık ilkesinden çok, bunun işleyişindedir.

Bu arada, ulusal kimlik sorunu farklı biçimde kendini gösteriyor. Olayların gelişimiyle bir göçmen toprağı haline gelen ama böyle bir misyon için kendini uygun görmeyen Batı Avrupa’da bazı halklar, kimliklerini sadece kendi öz kültürlerine referanstan başka türlü algılamada hâlâ zorlanıyorlar. Bu, uzun zaman bölünmüş ya da bağımsızlıklarından yoksun bırakılmış halklar için özellikle gerçek; onlara göre tarih içinde sürekliliği sağlayan, bir devlet ve ulusal bir toprak değil, kültürel ve etnik bağlar. Buna rağmen, bütünü içinde Avrupa, birleşmeye yaklaştığı ölçüde, kimliğini dilsel, dinsel ve daha başka aidiyetlerinin bir toplamı gibi kavramak zorunda kalacak. Eğer tarihinin her öğesini talep etmez ve gelecekteki vatandaşlarına Alman ya da Fransız ya da İtalyan ya da Yunanlı olmaktan vazgeçmeden kendilerini tamamen Avrupalı gibi hissedebilmeleri gerektiğini açık seçik söylemezse, var olmaktan düpedüz çıkacak.

Yeni Avrupa’yı yaratmak Avrupa için, onu oluşturan ülkelerin her biri için ve biraz da dünyanın geri kalan kısmı için yeni bir kimlik kavramı yaratmaktır.

Amerikan örneği gibi, daha başka pek çok örnek gibi, bu örnekle de ilgili söylenecek çok şey var ama ayrıntılara girmenin kışkırtıcılığına direniyorum ve sadece, benim gözümde önem taşıyan, kimliğin “işleyişi”-‘n bir yönüne değinmekle yetiniyorum: bir ülkenin ya da Birleşik Avrupa gibi bir bütünün üyesi olduğunuz an, onu oluşturan öğelerden her biriyle belli bir akrabalık hissetmeden edemezsiniz; elbette öz kültürünüzle olan çok özel ilişkiyi ve ona karşı belli bir sorumluluğu korursunuz, ama öteki bileşenlerle de ilişkiler dokunmaya başlamıştır. Bir Piemonteli kendini İtalyan hissettiği andan itibaren, Torino’ya ve onun geçmişine duyduğu özel sevgi içinde saklı kalsa da, Venedik’in ve Napoli’nin tarihine ilgisiz kalamaz. Aynı şekilde, bu İtalyan kendini Avrupalı hissettikçe Amsterdam ya da Lübeck yörüngeleri onun için gitgide daha az uzak, gitgide daha az yabancı gelecek. Bu oluşum belki iki üç kuşağı bulacak, bazıları içinse biraz daha fazla; ama ben daha şimdiden bütün kıta vatanlarıymış, orada yaşayanlar da vatandaşlarıymış gibi davranan genç Avrupalılar tanıyorum.

Aidiyetlerimden her birini yüksek sesle talep eden ben, doğduğum bölgenin de kabileler çağını, kutsal savaşlar çağını, ölümcül kimlikler çağını geride bırakarak ortak bir şeyler inşa etmek için aynı yolu izleyeceği günü hayal etmekten kendimi alamıyorum. Tıpkı Lübnan’a, Fransa’ya ve Avrupa’ya dediğim gibi, bütün Ortadoğu’ya “vatan” ve her isimde, her kökenden Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan, bütün çocuklarına “vatandaş” diyebileceğim günün hayalini kuruyorum. Sürekli kuran ve önceden hisseden kafamın içinde bu çoktan oldu bile; ama bir gün gerçek zeminde ve herkes için aynen öyle olmasını isterdim.

Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.

İşte kimlik arzusu ve ölümcül sapmaları konusunda aşağı yukarı söylemek istediklerim. Amacım sorunu didik didik etmekti, ancak hâlâ ilk kekelemelerdeyim, yazdığım her paragrafta içimden yirmi sayfa daha yazmak geliyordu. Yazdıklarımı tekrar okuduğumda bu sayfalarda gerekli tonu -ne fazla soğuk, ne fazla ateşli- ya da ikna etmek için yerinde gerekçeleri ya da en doğru formülleri bulduğumdan emin değilim. Ama bu pek önemli değil, ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim.

Genelde, bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği, kitabının yüz yıl sonra, iki yüz yıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır. Kuşkusuz bu asla bilinemez. Sonsuz olması istenen ve ertesi gün ölen kitaplar varken, bir okullunun eğlence olsun diye yazdığı sanılan bir başkası ayakta kalır. Ama daima umut edilir.

Ben ne bir eğlencelik ne de edebi bir eser olan bu kitap için o dileği tersine çevireceğim: torunum yetişkin biri olup da, günün birinde rastlantıyla aile kitaplığında onu keşfettiğinde biraz sayfalarını karıştırsın, biraz göz atsın, sonra omuz silkerek ve büyükbabasının zamanında hâlâ böyle şeylerin konuşulmasına ihtiyaç duyuluşuna hayret ederek hemen aldığı tozlu yere geri koysun.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler



"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?"

"Yanıp kül olsaydın, bundan iyi miydi?" dedim kendi kendime. "Çocuklar için kağıt olacaksın ya, hey şımarık kavak. Daha ne isteyeceksin?"

"Kağıt olmak için harcanan emeğe acıyordum. Böyle yakıldıktan sonra, ormanımda kavak ağacıyken de yakabilirlerdi beni. Ama duyduğum, orman yakmak suçtu. Kitap yakmak suç değil miydi yoksa?"

"Kağıt olacağız," dedim. "Gidenlerden haber gelmemesi bundandır."
"Kağıt mı?"
"Kağıt ya... Üzerimize yazılar yazılacakmış. Yavru insanlar okuyup iyiyi, güzeli, doğruyu öğreneceklermiş. Anamın söylemesi, yetişkin insanların kitapları da bizden olurmuş. Becerikli elleri arasına alırlarmış. Öğrenmeleri bitince de, kitaplıklarına yerleştirirlermiş. Bir kitabın, yani bir kavağın ömrü yüz yıl, bin yıl olabilirmiş böylece."

"Kitaplar yeniden toplatılıp yakılıncaya kadar, gidin, kitapçılardaki bütün masalları, öyküleri, romanları alın. Siz çocuklar, ne kadar çok kitap okursanız, kitap yakmalar da öylesine azalacak yeryüzünde."

Bekir Yıldız, Ölümsüz Kavak, Cem Yayınevi Çocuk Kitapları



1 Mart 2025 Cumartesi

Yaşama Sevinci

                                                    Yeryüzüne gelmiş, gelecek tüm alçaklar için.

    Anamın yüzü ap-ak kireçle badanalanmış gibiydi, bana dönük olmadığı halde karanlık içinde seziyordum. Duvara dönüktü, tüm kutsal kitaplardan bildiği satırları ezberden tekrarlıyordu yine, biliyorum. Sırtında serin havalar için bir atkı. Gözüm pencerede, kulağım kapının dışında duyulmak istenen bir seste. Babama güvencim var, kapının arkasına yüzü-koyun yatmış dinliyor dışarsını. Ve böylece üç kişiyiz odada, bu odaya açılan öteki odalardan birinde, en diptekinde kısılmış bir lamba sönüp sönmemek arasında kararsız bocalıyor. Elbet saatin düzgün vuruşları üçümüzün kulağında, ama onu kim duymak istiyor sanki, zorbayı.
    Pusu kurmuş bir oda. Yaşamaya pusu kurmuş üç kişili bir oda. Yeryüzüne başka bir çağda gelmiş olmalıydık, diyorum aklımca, ama o zaman da şimdi ölmüş olacaktık, kimbilir kaç milyarıncı ölü; toprağın altında, ağaçların, denizin, kömür madenlerinin aldında... Ademden bu yana (bu efsaneyi haklı olarak başlangıç alıyoruz, bilim metafiziği ancak kemirebiliyor, ancak.) ölen tüm insanların çizelgesini, nitelikleri nicelikleri arasındaki bağıntıyı çılgınca, çocukça öğrenmek isterdim şöyle...
    Daha çocuk yaşındayım. Babam doğramacı, işler kesat şu günlerde. Daha doğrusu, savaştan hemen sonra, o büyük şenliklerin, gösterişli törenlerin, (inanın bana, ölüm töreniyle kıl vardı arasında.) gürültülü söylevlerin, çekildiği, demeçlerin verildiği günden sonra işler durmuştu bizim. Kimse ölmek istemiyordu artık, kimse ölmek bilmiyordu artık, kimse ölmüyordu artık. Felaket gelip kapıyı çalmıştı. Babam akşamları dövülmüş gibi dönüyordu kös kös eve... Anam arka odalara koşuyordu karşılaşmamak için babamla, kaçıyordu. O günlerin başlangıcını iyi hatırlıyorum. Günlerce aç kalmıştım, açtık, dışarda herkes tok gibi geliyordu bana, herkes iyi giyinmiş, anam da iyi giyinmek ister, babam da, ben de. Babam ise içmek de ister, ne yapalım doğar doğmaz içmeye vermiş kendini, ne yapalım. İşte o ilk günleri iyi hatırlıyorum. Kentin sevincine biz de kendimizden bir şeyler katmıştık önceleri, esirgemeden. Neydi o renk renk, bayraklar, değişen bayraklar, değişen üniformalar, değişen gemiler, hepsi değişiyordu namussuzların, hepsi. Herkesin yüzü bile değişmişti, bizimse hep aynı kaldı. Bizim evde değişmek için bir gümüş parçası bile yok. Ayna bile... Şimdi ayaklarımda kadifeden kardinal bir pantolon.
    Babam hâlâ yüzükoyun yatmış döşemeye, pusuda. Soluk alışı verişi hep  böyledir onun. Pencereden uzanarak, boynunu uzatarak gelen giden var mı, diye göz atıyorum arada bir. Kimsecikler yok henüz. Kimin geleceğini de ne bileyim ben şimdiden. Anam herhalde tanıdığı kişilerden biri gelmesin diyordur içinden, ben kim gelirse gelsin, -gelsin de, iş onda zaten- diyorum içimden babam içinden de bir şey demiyor. Bari iyi birisi gelsin, varlıklı, paralı. Babam demiyor asla ama biliyorum, babam bu düşüncenin ta kendisi. Anam bilmem kaçıncı duasını  mırıldanıyor. Ah, romen sayılarıyla numaralandırırlar onları. Çok güzel ve tertemiz basılmıştır bu kitaplar, vitrinlerde saygıyla seyrederim onları. Gazetelerde reklamlarına rastlamıyorum ve yazarının adı unutuluyor hep. Bir fırsatını bulursam kitapçıya söyleyeceğim bunu. Böyle hata olmaz. Kartalı bir meleğin ettiği hataya benziyor, anlatması uzun sürer sanırım, çarpmaları iyi yapamamış, 7x8 ile, 8x7 meselesi...
    Babam, ha babamdır, ha karanlık, ona değin hemen hiçbir şey bilmem. Belki hiç konuştuğunu da hatırlamıyorum. Ne yapmak istiyorsa, anlıyoruz hep. Anam böyle değil bak, o konuşuyor. Bir gün benim nedense babamla evlenmeden önce doğmuş olduğumu söylemişti, usumda kalan bu kadarı, ötesine ulaşamıyordum ben.  Gerçekten babam başka bir adam, buralılara pek benzemiyor. Bakıyorum da şimdi, uzun kolları ve bacakları var, kesilmiş koca bir ağaç izlenimini veriyor adama. Dili sürçer hep, ferç gibi de dudakları var şöyle biçimli mi, değil mi? diye yargı  veremiyorum pek, sırasını düşürüp de... İnsanın bu yaşta, bu konuda düşünebilmesi eh biraz güç, hem ezbere de olur... Daha diyorum, birazcık daha büyüyeyim. Evde, sokakta, denizde, merdivenlerde, milimetre milimetre büyüdüğümü sezinliyorum ama bilinçli olarak değil. Bir arkadaşın dediği gibi, en küçük böcekler bile ayırt edemezmiş, o denli yavaş büyüyoruz. Başkalarını bilmem tabii, kendi hesabıma konuşuyorum hep.
    Saatlerdir aynı durumdayız. Kimse yerini değiştirmedi. Babam kapıda, kapının altına uzanmış, altından bir şeyler görmeye, duymaya çalışıyor. Anam duvara dönük, yüzü kireç gibi. Biliyorum, o imzasız yazarlardan çok çekiniyor, onu anlıyorum. Ama bugünkü peygamberlerin de seçimlerden adaylıklarını koyduklarını kazanmak için birbirlerini yediklerini... görmesi gerekir. Ne Hazreti Muhammet, ne Hazreti İsa, ne Hazreti Musa... Hiçbiri oyunu bana ver' diye renkli afişler, en iyi basımevlerinde titizlikle düzenlenmiş afişler asmadılar duvarlara.. Hiç sesi çıkmıyor, bir gün köşesinde yiteceğinden korkarım onun. Ne de olsa anam anamdır, anam beni doğurmuş. Ben anamdan önce doğamam. Nasıl tüm  tikesinden küçük olamazsa, nasıl.
    - Dikkat, dedi babam.
    - Ah, dedim, ağzımdan kaçıverdi.
    - Susun...
    Anamın duaları hızlandı. Duvara doğru üflüyordu alt dudağıyla.
    Bir kadın, dedim, pencereden bir acele göz atarak, köpeğiyle.
    - Şeytan götürsün köpeği. Aksilik.
    Babam konuşmuyor yine. Biliyorum ne dediğini, anlıyorum, siz de anlıyorsunuz değil mi?
   Şu anda kapıdan girmiştir, kapıdan merdivenlere, eh birazcık daha var. Burada sırası gelmişken açıklıyayım, galiba sırası geldi. Babam doğramacıdır, bu kentte tüm tabutları o yapar, ekmek parası için elbet. Fakat savaştan sonra kimse ölmek istemediği için, kimse ölmediği için artık başımızın çaresine bakmamız  gerekiyordu. Tabutlarını hazırladığımız gibi, insanların ölümlerini de hazırlıyorduk, ne yaparsınız, anlayın bizi, yaşamak istiyoruz, üç kişiyiz. Birinci katın basamakları biterken trabzanda babamın dahice kurduğu bir tuzak var. Yukarı çıkarken,  elleriyle şöyle, yavaşça izlerler bilirsiniz, yavaşça, ondan sonrası kolay. İyi bir sipariş alacağımızı umuyoruz, bu hafta.
   Bu kadınla anamın ne ilişiği var sanki, zaman zaman duvara yapıştığı oluyor dudaklarının, bilmem kaçıncı sayfayı hatırlayarak. Belki de sessizce ağlıyordur. Babam duymasın. Artık salt dikkat kesildik, adımları hafiften duyuyoruz, babam sayıyor anlaşılan... Oturduğumuz evden ilk müşteri olacak, bu... Biraz dedikodu olduğuna eminim, hep bu yakınlarda olması, hafiften dikkati çekmiştir sanırım, babama söyleyeceğim, alanımızı genişletmeli... Köpeğin herhangi bir aksilik yapacağından ben de korkuyorum. Çıtırtıları sayıyordum... Bir, iki... bir çatırtı, acaba? Köpek şiddetle havlamaya, kadın bağırmaya başladı, anlaşılan kadın aşağı sarkmıştır kırılmış trabzana tutunarak, yüreğim ağzımda, ah diyorum, diyoruz... Anamı bilmem. Şimdi daha büyük bir çatırtı ve içi şunu bunuyla dolu bir çuvalın yüksekten düşmesi sırasında çıkardığı sese benzer bir ses. Gürültü koptu. Kapılar açıldı. Koşuşmalar. Gürültüler gittikçe arttı.
    Anam duvardan bu yana dönmüştü karanlıkta. Babam kalktı, koştu lambaya doğru, başka lambalar da getirdi, yaktı. Anam sessizce arka odaya geçti. Babam pencerenin önünde beceriksizce bir sigara yaktı. Işıkta yüzünü gördüm ben. Ilık bir hava var dışarda. Gürültüler bir zaman sonra dindi. Geç vakit ikimiz aşağı indik, merdivenlerin duvar yanından yürüyerek indik. Dışarda biraz dolaştık, parka gittik, bulutlu bulutsuz göğe karşı oturduk. Babam hep sigara içti. Eve  döndüğümüzde anam uyumuştu. Biz de yattık. Anlatacak şey kalmadı  ama, kısaca, sonunda ne olduğunu söyleyeyim... O kentten ayrıldık, bu son işimiz olmuştu... Başka bir  kente gittik. Özür dileriz, bağışlayın bizi, böyle olmasını istemezdik ama babam burada bir ay içinde bizi parasız pulsuz bırakarak, nedense öldü... Onu başka bir şey öldürdü sanıyorum... Bana öyle geldi. Anamı bilmem.

Ece Ayhan, 1956
Sivil Şiirler, Cem Yayınevi, S.135-139



14 Şubat 2025 Cuma

"İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur."

    (...)
    Ne Zaman İnsan Hakkı Çiğnenir? 
    Türkiye'de kurbağaların, geyiklerin ezilmesi insan haklarına aykırı sayılmaz. (Geyik de bırakılmamıştır ya.) Tavukların baş aşağı taşınması da insan haklarına aykırı sayılmaz. Yaşlı ve tarihsel bir ağacı kesmek de insan haklarına aykırı sayılmaz. Salt sokaklarda değil, plajlarda bile silahlı askerlerin ve kurt köpeklerinin dolaşmaları insan haklarına aykırı sayılmaz. Nüfus sayımlarında devletin sorduğu hiçbir soru insan haklarına aykırı olamayacağı gibi, evlerimize hapsedilmemiz de insan haklarına aykırı sayılmaz. 
    Çünkü bütün bu olaylar, bizim duyarlık antenlerimizi titreştirmez. Peki, biz ne zaman, hangi olaylar karşısında insan hakları çiğneniyor deriz? Bu soruyu yanıtlamak için, içinde yaşadığımız zaman içinde tanık olduğumuz olaylara şöyle bir bakalım. 
    Sanıklar gözaltına alındıklarında, erkek sanıkların kıçına cop sokulmuşsa, işte bunu insan haklarına aykırı buluyoruz. Buna karşılık, söz konusu olay sırasında görev- de bulunan bir emekli orgeneral (üstelik büyükelçi de) bu işlem için cop kullanmanın gereği olmadığını, çünkü ellerinde sırım gibi delikanlı askerlerin olduğunu söyleyerek copların o biçimde kullanıldığını yalanlıyor ve orgeneralin
bu sözleri insan haklarına aykırı bulunmuyor.
    Candarmalar sanıklara dışkı yedirince bunun da insan haklarına aykırı olduğunu anlayabiliyoruz.
    4 Haziran 1989 tarihli Tempo dergisindeki bir haberden:
    "Bu yılın 1 Mayıs bayramına hazırlandıkları gerekçesiyle gözaltına alınan erkek üniversite öğrencileri Emniyet Müdürlüğünün DAL şubesinde birbirlerine cinsel tecavüzde bulunmaları için zorlanmışlar. "Bu işi yapmazsanız dışardan adam getirtir, sizi düzdürürüz!" diye korkutulmuşlardır."
    Sonradan Devlet Güvenlik Mahkemesinin suçsuz bularak salıverdiği erkek üniversite öğrencilerini çırılçıplak helaya sokup birbiriyle cinsel ilişkide bulunmaya zorlamanın işkence ve insan haklarına aykırı olduğunu da anlayabiliyoruz.
    İnsanları kurşunlayıp cesetlerini Kasapderesi'ne yığmanın da insan suçu ve insan haklarına aykırı olduğunu anlamaktayız.
    Filistin askıları, çarmıha germeler, elektrik akımı vermeler, basınçlı soğuk su altında çıplak tutmalar ve daha bunlar gibi gerek dışalım ve gerek kendi buluşumuz işkencelerle delikanlıları erkeklik gücünden yoksun bırakmanın, akıl ve ruh dengelerini bozmanın, kadınlara cinsel saldırıda bulunmanın insan haklarına aykırı olduğunu da biliyoruz.
    Bizim bir edimin insan haklarına aykırılığını anlayabilmemiz için yukarıda  sıralananlar gibi olayların olması gerekiyor. 
    Türkiye'de ve başka ülkelerde insan haklarına değgin bu karşılaştırmalı olaylar, insan hakkı kavramının yere, zamana ve koşullara ve insanların duyarlıklarına göre değişik anlamlara geldiğini ve değerlendirildiğini göstermektedir.

    İnsan Hakları Kavramının Sahibi Olmak
    İnsan hakları da, İslamlık gibi, milliyetçilik, turancılık gibi, sosyalizm ve komünizm gibi, demokrasi gibi Türkiye'ye dışardan gelmiş, yani kökü dışarda bir kavramdır. Biz Türkler, kendi yaratımız olarak, kendi çabamız ve savaşımız sonunda insan haklarına sahip olmuş değiliz. Bütün bu kavramlar, onları elde etmek için yüzyıllarca savaşımlardan geçen, can veren, kan döken ve ancak böylece o hakların gerçekten sahibi olan başka toplumlardan Türkiye'ye getirilmiş, hatta zorla sokulmuştur.
    İslamlık, kendi yaratımız olmamakla birlikte, uğruna yüzyıllarca savaştığımız, kan döktüğümüz, canlar verdiğimiz için çoğunlukça sahip çıkılan dindir. İşte bu yüzden İslamın sahibi olunmuştur. Ama insan hakları, ama demokrasi hiç de öyle değildir. Tanzimat'a dek (1839)bugünkü anlamda insan hakkı kavramına Türkiye yabancıydı. 1839'da Avrupa kapitalizmi (daha çok Fransa ve İngiltere) sömürdüğü Türkiye'de sömürüsünün sürmesi, kendi güvencesi ve kapitalinin korunması için, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi başta gelen insan haklarını gereksiniyordu. Padişah fermanıyla resmen ve padişahtan sonraki basamaklardakilerce de gayriresmî olarak insan yaşamına son verilebilen Osmanlı'da, Tanzimattan sonra insan haklarının ilki olan yaşama hakkı demek olan can güvenliği sağlanıyordu. Sermayenin korunması için gereksindiği mülkiyet hakkı da Tanzimatla  sağlanıyordu. Daha önce "mülk"ün sahibi, "mâlik- ül- mülk" olan Allah ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan devlet, yani padişah (halife) idi.
    Tapu olmayan yerde mülkiyet olamaz. Mülkiyet olmayınca da elbet olmayan şeyin hakkı da olamayacağından mülkiyet hakkı olamaz. Tanzimat'a dek bütün
mülk padişahın olduğundan, mülklerin sınırlarını belirlemek demek olan tapu da gereksizdi. Çünkü mülk demek, devlet demektir. Bütün mülkün ve mülkünde
kullarının sahibi olan padişah için tapu gereksizdi ama, kapitalizm için tapu son kertede önemliydi. Tanzimattan beş-altı yıl sonra ilk tapu yasası çıkarıldı.
    Bir, demek Türkiye'de mülkiyet hakkının tanınması tarihi yüzelli yıl bile değil.
    İki, mülkiyet hakkını Türkiye'ye sokan Batı kapitalizmi yüzyıllar boyunca savaşarak bu hakkı elde etmiş ve bu hakkın sahibi olmuştur.
    Türkiye'de başlıca insan haklarından biri olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olunamadığı, dışalımla eğreti getirildiği ve uğruna yığınsal savaşım verilemediği içindir ki, 12 Eylül 1980 hükümet darbesini yapan beş orgeneralin ve başının buyruğuyla, tıpkı padişahlık döneminde olduğu gibi, bütün partilerin trilyonları aşan değerdeki taşınmazları ellerinden alınmış, buna karşılık milyonlarca partiliden ve partili olmayanlardan ses çıkmamıştır. İnsan haklarının başlıcası olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olan uygar ve çağdaş ülkelerde, bu hakkın en küçük zedelenme girişiminde bile yer yerinden oynar.

    İnsan Hakları Nedir?
    Önce "hak" üzerinde duralım. Sözlüklerimiz "hak"ı sözcük olarak tanımlamakta. Kavram olarak "hak"ın tanımını veren kaynak bulamadım.
karşılığı olan sözcüklerle eşanlamlı değildir. Türkçede
    Türkçe'de "hak" geçerli olan başka dillerdeki "hak" Sözcük olarak "hak", "Allah", "Tanrı" anlamına da gelir. "Hak", Allah'ın adlarından biridir. "Ya hak!", "Hay hak!"
ünlemleri ve "Hakkın rahmetine kavuştu" sözü de bunu gösterir. Oysa örneğin "hak"ın İngilizcesi olan "right" sözcüğünün Allah'la hiçbir ilişkisi yoktur. 
    Sözcük olarak değil, kavram olarak "hak"ın anlamı nedir? Şöyle bir kavramsal tanım getirmek istiyorum:
    "Herhangi bişeyin var olabilmesi yaşaması ve varlığını koruyabilmesi için gereksindiği herşey onun hakkıdır."
    Burdaki "herhangi bişey" salt nesneler değil, canlı olan cansız olan, somut olan soyut olan, özdek olan kavram ve simge olan herşeydir. Örneğin bir canlının yaşayabilmesi için gereksindiği besin (toprak, su, güneş) onun hakkı olduğu gibi, bir harfin var olabilmesi için bir mekâna, bir seslemin var olabilmesi için bir zamana, bir taşın var olabilmesi için bir oyluma (hacim) gereksinmesi vardır ve bu
gereksinmeler onların haklarıdır. Bu haklarını alamazlarsa var olamazlar.
    Herhangi bir seslemin insanın ağzından çıkıp var olabilmesi için, belli bir zaman aralığı içinde söylenmesi gerekir. Daha kısa bir zaman içinde söylenirse, o seslem
var olamaz (anlaşılmaz).
    Bir harfin yazıda var olabilmesi için belli bir aralık içinde yazılması gerekir. Daha az aralık içine sıkıştırılırsa hakkını alamadığı için var olamaz (okunmaz).
    İnsan hakları da, insanın var olması ve varlığını sürdürebilmesi için gereksindiği herşeydir.
    İnsan, salt somut olarak bir biyolojik ve fizyolojik varlık değildir. İnsanın öteki canlılardan ayrımı, bu somut varlığıyla birlikte ondan ayrı olmayan bir de manevi varlığının (zekâ, bellek, anılar, ahlak vb.) olmasıdır. Öyleyse insan hakları, insanın hem maddi hem manevi varlığını sürdürmesi için gereksindiği herşey demektir.
    İnsan haklarının değişik zamanlarda, değişik yerlerde, değişik koşullarda, hatta aynı yer ve zamandayken değişik kültür düzeyinde olanlarda aynı anlama  gelmemesinin nedeni budur. Çünkü her çağda insanın maddi gereksinmeleri aynı olsa bile -ki aynı değildir - manevi gereksinmeleri aynı olamaz. Kölelik  dönemindeki insan hakları, endüstri devrimi dönemindeki insan hakları,  sömürgecilik dönemindeki insan hakları, devletin bekası için kendi kardeşinin ve çocuğunun bile öldürülmesini caiz gören Fatih Kanunnamesi dönemlerinin insan hakları, Helsinki Sonuç Belgesinin ilanından sonraki insan haklarının aynı  olamayacağı açıktır. Yine örneğin 1989 yılında yaşadıkları zamanın sahibi olanlarla, içinde bulundukları takvim yılından yüzyıl, üç yüzyıl geride yaşayanların insan haklarından anladıkları da aynı şey olamaz.
    Bu açıdan bakılınca, kimi insanlara nüfus sayımlarında evlerine hapsedilmek insan haklarına aykırı görünmezken, kimi insanlara da nüfus sayımında devletin sorduğu kimi sorular insan haklarına aykırı gelebiliyor. Kimi yerde insanlar, gürültüden tedirgin olacakları için evlerinin yakınlarında havaalanı yapılmasını insan haklarına aykırı bulurlarken, kimi yerdeki insanlar da evlerinde hemen
hergün elektriklerinin ve sık sık sularının kesilmesinin artık töre olmasının insan haklarına aykırı olduğunu ayrımsamıyorlar bile.
    İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur. Bir kişinin  buyruğuyla ellerinden bütün taşınmazlar alınan ve bunun insan haklarının çiğnenmesi olduğunu algılayıp tepki göstermeyen (gösteremeyen) insanların insan haklarının çiğnendiğini anlayabilmeleri için dışkı yedirilmeleri, uygunsuz yerlerine cop sokulmaları, birbirini sapık cinsel ilişkiye zorlanmaları, kurşunlanıp derelere atılmaları, ortaçağda bile görülmemiş işkencelere uğratılmaları gerekiyor ki ancak o zaman canları yanıp da insan haklarının çiğnendiğini anlayabilsinler. Ancak
o zaman "Bu kadarı da olmaz!" diyoruz. "Bu kadarı da olmaz!" demek, "Bu kadarına kadar olanlar olabilir!" demektir. Bu kadarına kadar olanlar olabilirse, bu kadarı da, hatta daha çoğu da olabilecek demektir.
    İnsan hakları kendimizden, evimizden, ailemizden, sokağımızdan başlayıp da devletin en üst basamağındakilere dek uzanan bir duyarlılıktır. (...)

Aziz Nesin, Çuvala Doldurulmuş Kediler, Nesin Yayınevi, S.124-130


İzleyiciler