Enver Karagöz'ü tanır mıydınız? Bileniniz, göreniniz, tanıyanınız vardır elbet! Biz 12 Eylül siyasi göçmenleri onu "Enver Hoca" olarak bağrımıza basmıştık. O da dostlarını, arkadaşlarını, yol arkadaşlarını, can yoldaşlarını, insanları, hepimizi kucaklamıştı. Ansızın acı acı çaldı telefon. Gözyaşlarıyla yıkanmış haber sadece üç kelimeydi:
"Enver Hoca'yı kaybettik!" Donup kaldım! Kulaklarıma inanamadım! Vay Enver Hoca vay! Vay benim can yoldaşım, vay benim Artvinlim, Savsadım vay!
Daha iki ay önce, Hrant Dink'in katledilmesini protesto mitinginde, Köln'de birlikte yürümüştük. Sessiz sesiyle haykırıyordu nefes nefese: "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz!" diye... Dom Kilisesi'nin önünde resimlerini çekmiştim. Sırtında yeşil parkası, kalbinin üstünde Hrant'ın resmi vardı. Çok resimlerini çekmiştim daha önceki yıllarda. Fotoğraf makinamda, kalbinin üstünde madalya gibi Hrant'ı taşıyan son resmi kaldı. Şimdi bu satırları yazarken bana bakıyor gülümseyerek! (...)
Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgütleniyordu. Enver Karagöz de o gençlerden biriydi. Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle! İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını...
Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet'ti. Nazım Hikmet'in şiirlerini sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı...
Enver'in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!
(...) 12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.
12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu... Enver Hoca da, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.
Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi. İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü. Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:
Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini! diyerek boğazına kaynar su döktüler! Ses tellerini kaynar suyla yaktılar! Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırtlak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya'ya geldi. Almanya'ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi. Sesi, sesini kaybetmişti. Fısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.
Gene şiirler yazdı. Gene şiirler okudu. Susmadı!
(...) Elveda! bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.
Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı. Avukatlar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!
Nihayet 2004 yılında Türkiye'ye gidebilme imkânı doğdu. 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı'nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Pasaport kontrolündeki polis: "Siz biraz bizimle geliniz!" dedi. Terörle Mücadele Şubesi'ne götürdüler. Elini, gözünü bağladılar. "Açın gözünü!" dedi kirli bir ses: "Beni tanıdın mı?" dedi pis pis sırıtarak. Enver tanıdı... Erzurum'da boğazına kaynar su döken işte bu adamdı! İşkenceciler hala işbaşındaydı...
(...)Dün baş sağlığına gittim. Enver Hoca'nın evi dostlarıyla doluydu. Kemal Uzun, Hacı Mehmet, Azim Yalçın, Adnan... Enver Hoca'yı son yolculuğuna uğurlamanın hazırlığını yapıyorlardı.
(...) Ren nehri akıyordu okyanuslara doğru. Enver Hoca bir vardı, bir yok oldu! Toprağın bol olsun sevgili arkadaşım!
Kemal Yalçın - Bochum, 1 Nisan 2007 (Birgün Gazetesi'nden alıntılanmıştır)