Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2025 Pazar

Ateş Hırsızları Söylencesi

ateşi çalmaya gittim promete’nin dağlara zincirli bileklerinden
geçip buzakesmiş yanardağ ağızlarında uğuldayan rüzgâr mızraklarından
geçip ateşalmış buzul ırmaklarındaki ince su damarlarından
ateşi çalmaya gittim ikarus’un yanık kanatlarını ahi evran çeliğiyle sararak
geçip spartacus’un bir dağ yamacında gömülü duran kılıç ışıltısından
geçip bedreddin’in sıska bir söğüt dalı altında ıslanan rahlesinden
ateşi çalmaya gittim tanrıların yıldırımlarını çelimsiz ellerimle yararak

ateşi çalmaya gittim
ve yenildim, ricat yollarından geri çekiliyorum bayraklarımı toplayarak

gecede yıldız var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

şimdi rüzgâr esecek şimdi mavi bir kuş yaylımı ayışığının kanadında
kirpiklerime üç damla ışık düşürecek, üç damla yıldız ışığı kirpik uçlarıma

şimdi rüzgâr esecek şimdi gecenin en güzel vakti demirörgünün saçağında
şakaklarıma üç tel sarmaşık düşürecek, üç asma sarmaşığı şakak duvarlarıma

şimdi rüzgâr esecek şimdi haziran sağnağı dalbastı kirazların şıvgasında
dudaklarıma üç yaprak su düşürecek, üç ırmak yaprağı dudaklarımın kuytusuna

şimdi rüzgâr esecek şimdi gecenin en ölüm vakti göğsümün ateş yollarında
gözlerime tuz ölümler düşürecek, üç kök kerbelâ tuzu gözlerimin kovuğuna

gecede yıldız var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

gecede karınca yolları var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

uzun yoldan gelmişim gökkuşağının ağılı bir tırpanla biçildiği çağlardan
haramiler kesmiş suyun başını., yolların bacını verip gelmişim

uzun yoldan gelmişim ülke rüzgârlarının paslı bir kantarmayla gemlendiği
işgal taretleri dişlemiş kıyılarımı ve ocağımı söndürmüş zabitan (çağlardan
ben çapraz asmışım yüreğimin ayasına fişekliğimi.. ilk kurşun zehrini için
(gelmişim

uzun yoldan gelmişim dağ ateşlerinin kör bir mavzerle karartıldığı çağlardan
kanlı bir rüzgâr gibi geçmişim ay uçurumlarından ve küle tohum serpmişim
bir çayırkuşları aldanmış harladığım köze bir de o eşkiya dili koyakların
ve askeran kesmiş yolumu hükmüm kesilmiş., nevruz alazlarında yanıp gelmişim

uzun yoldan gelmişim yalnız kuşbazların taş tabutluklarda çürütüldüğü çağlardan
kutsal bir kitap gibi taşımışım koynumda eski söylencelerin ceylan derisine
(kazınmış umudunu
demişim zeytinin karasında akşam ve başağın sarısında seher
yazılmasın mülkiyetine bir bezirgan zulmetin, avuçlarımdan çatalkaralar uçurmuşum
ve akmış sansaryan hücrelerine ebabil öfkelerimin ince soluğu.. öfkemin adını bilip gelmişim

uzun yoldan gelmişim haziran ateşçilerinin tank setleriyle durdurulduğu çağlardan
bakmışım emeğim üvey evlât ve şerit anama sövmüş ve çökmüş böğrüme duvar
oturmuşum loş bir mahzende kırık bir portakal sandığı üzerine, ışığa bakmışım
ellerime benzeyen eller görmüşüm ve kenetli avuçlarda yarınımın yazgısı
ve abanmışım da bir sabah sağır vardiyalarda sürgünken şalterin kolu
sımsıkı tutmuş alanların kapısını zadegan., adımlarımın diyetini verip gelmişim

uzun yoldan gelmişim kent ufuklarının kuduz bir hırızmayla yırtıldığı çağlardan
derelerim kana kesmiş ve asılmış gözlerimin burcuna üç dağın yaftası
öksüz bir evlât gibi sürüklemişim cesedimi bozbulanık niksar uçurumlarında
duvarlara künyem kazınmış ve adımı okumuşlar radyoda, gülümseyerek dinlemişim
sonra yeniden okumuşum ishakça elyazmamı uzun karartma akşamlarında
öfkeme yeni hatlar çizmişim, çırılçıplak savurmuşum gencömrümü yakıcı buz ışığına
ve saray eşiklerine dayanmışım da yürüyüp dev adımlarla.. çoğalışımın bedelini bilip gelmişim

gecede ateş aylası var ve ay öksüz bir şarkıcıdır uzun yoldan gelmişim

uzun yoldan geliyorum kulaklarım çınlıyor vur emriyle arandım
san pus içinde bir çığlıktım aradım kendi yankımı ateş aylalarında
ham bir çağlayı ısırmak gibi birşeydi erteledim gencömrümün kırık aşklarını
sormadım neydi beni savuran o çağ yangınlarının gizemli burgacına
bıraktım çocuk ellerimi dereotlarının gölgesinde yılları ışık hızıyla aktım
ve işledim geçtiğim bıçak yollarındaki çiçek harmanını belleğimin kurşuni fanusuna
uzun yoldan geliyorum kulaklarım çınlıyor vur emriyle arandım

gecede ateş aylası var ve ay değirmi bir bıçaktır ölüm yollarında

uzun yoldan geliyorum gözlerim kararıyor risalesini tuttum tarihin
upuzun yatmışım ranzama cehennem göklerde bir yıldız kadar yalnız
şimdi rüzgâr esecek diyorum şimdi biraz daha dallanacak gözkovuğumdaki çuvaldız
şimdi kum fırtınası kirpiklerimde şimdi bir kök tuz damarı gözbebeklerim
uzun yoldan geliyorum, kaybolmuş sûrelerini okudum eski kitabelerin
içinde her gece bir çölün boğulduğu ve her sabah bir denizi dirilten söylencelerin
upuzun yatıyorum ranzamda ve ay öksüz bir şarkıcıdır ondan dinledim
takdirî tahfife yer yok azamî hadden hüküm giydim

gecede ölüm mahyası var ve ay değirmi bir bıçaktır hücre penceresinde

takdirî tahfife yer yok, yokluğumda tefhim edildi hüküm
çün cürmüm sabit gırtlağıma pas akıyor vur emriyle arandım
upuzun yatmışım ranzama ateş aylalarında bir kıvılcım kadar yalnız
neyi anlatır bir kıvılcımın yalnızlığı diyorum, ömrümce bu soruyu aradım
bir çığlıkla koşuyor arkadaşların yanıtı hasta siempre comandante
bir direnç türküsü ki yankısı düşüyor blokların çatkısına
gecede ölüm mahyası var, kendi damarlarını ısırıyor kanım

uzun yoldan geliyorum ölüm açlıklarının ortasındayım

kanım kendi damarlarını kemiriyor, uzun açlıkların ortasındayım
bir yıldız tozu kadar yalnızım ışıltılı bir yıldızlar kumlasında
çığlığın çığlığa çarparak büyüdüğü çağlardan gelmişim
gece silah sesleriyle inmiş caddelere perdeler çekilmiş kapılar sürgülü
ve gün silah sesleriyle kopmuş da geceden, gece afişlerinin kıyısında durup bakmışım

genç ölüler görmüşüm yaralarına yağmur sızan güzelim ölüler
çocukların oyun taşını kavurmuş toplukırımların rüzgârı
pencereye çakılı gözlerini görmüşüm oğul yitirmiş anaların, iki buz yumağı
ve çığlığımızdan nasiplenen yol yorgunlarını görmüşüm
ışıltılı imgeleri korkuya adamışlar, mırıldanmışlar kendi sarsak acılarını
ben delifişek umutlarla yürümüşüm kırık çitli avlulardan haziran sabahına
ince bir çalıgülü bırakmışım sardunya dallarında ışıyan çiğ tanesine, çıplak ve ince
yürümüşüm ve uzun ölümler ortasında bulmuşum kendimi
çiğ tanesine ateş iklimleri düşünce

gecede ölüm mahyası var bize vaadedildi işkence

beynimin etime zulmü bu bize vaadedildi işkence
upuzun yatıyorum ranzada, bir bir açıyorum belleğimin karıncalanmış yiv huzmelerini

ateşi çalmaya gittim onlardan biri olarak ve onlar için
bir gölge gibi geziniyorum şimdi eski söylencelerin yitik sûrelerinde
bilincin ete işkencesi bu, upuzun yatıyorum ölüm açlıklarının haziran vaktinde

upuzun yatıyorum adıma hükm’okunmuş çün münkir anılandım
diretmişim uzun geceler bir karartma perdesinin ardında demiraskı ve bakırtel
ölüme kavgaya ve aşka inanıyorum demişim bu yüzden ölümsüzlüğe
bütün öyküm bu üç sözcüğe mühürlü öyküm bundan ibaret
boy boy asmışlar beyazcama doksangün enkazı çehremi
çok sayıda yasaklanmış yayın ve dürbün ve matara ve parka ve zahire
etin zayıflığındandır kimbilir uzun gecelerin kararsız bir vaktinde
türkümüzü unutanlar olmuştur damarları kanırtan cereyan cehenneminde
direncimi dipsiz kuyulara attılar allahsız ve kimliksiz ve yoldaşsız bir ceset olarak
ve fakat çoğu birbirini elevermek suretiyle
diye okudular zayıflığımı bültenlerde

bütün öyküm bu üç sözcüğe mühürlü öyküm bundan ibaret
upuzun yatıyorum ranzada, bir bir geziniyorum belleğimin kurşunî dehlizlerini
uzun yoldan gelmişim kollarımda zebanilerin kanlı tuğrası
direncin dövmesi saymışım biran unutmamışım boz haki zulmetlerde
ne bir satır mektup ne bir dal ılgınotu ne bir sayfa kitap
bir gölge gibi geziniyorum şimdi eski söylencelerin haziran vaktinde
uzun ölümlere yatmışım
ilk kardelen buz iklimlerine düşünce

gecede ateş söylencelerinin sesi var bize vaadedildi işkence

ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş sureti olarak

ateşi çalmaya gittim eski söylencelerin rüzgâr ufkuna yazılı hecelerinden
kök çınarlar geçtim ve köpük köpük yelkenlenen başak dönencelerinden
sönmüş ocaklar gördüm paslanmış sacayağı ve bakır leğen
bıraktım ardımda yağmalanmış kışlakların buzrengi cesedini
kaçgunlara düştüm ay ve güneş altında bir hayalet gibi taşıyarak dağlanmış suretimi

ve gizledim o eskil tarihimi
yenilmiş kılıçların kendini kanatan kınına

baktım; terin künyesi pas tutmaz dendi ve onların adı terin buhurundadır
kurak çakıl tarlalarına menekşe dikendirler ve teneke kutulara karanfil
hem saltanatlar yıkmışlardır ve payitahtıdırlar imece ülkelerinin
geç ısınır kulakları koyakların yankısına ve en son görendirler dağ ateşini
ama kan yuvaya döner ve gecikmiş evlât gibi basarlar bağırlarına
sararmış sayfalara büyük harflerle yazdım dağıttım en ücra köşelere
kan yuvaya döner, bir gün mutlaka diye adlar koydum şiirlere

ölüm açlıklarının ortasındayım onların lanetlenmiş sureti olarak

uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
hep aynı çanıltıyla açılıyor mazgal, açlığımı soruyorlar apoletlerinin içinden
ekmek kokusu sarmış koridoru ekmeğin mayası tuz kabuğu kül
sürükleyerek taşıyor çuvalı gardiyan, hışırtısı midemi deliyor
şimdi gül reçeli mi olur balı damlayan şeftali mi köpüğe kesmiş ayran mı yoksa
bütün anneler iyi aşçıdırlar damağımı yokluyor annelerin gül desenli sofrası
genzimde kekre bir tad, her yutkunuşta zifirî bir kezzap damlıyor karın boşluğuma
uzun açlıkların ortasındayım, nöbetçi kulesinin gölgesi düşüyor duvarlara

uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
şimdi yağmur esecek diyorum şimdi eylül sağnakları kondu avlularında
güçlükle doğruluyorum ranzadan, ağır ağır yürüyorum pencereye uzanan yolu
gecede karınca yolları var diyorum gökyüzü yıldız gözeleriyle dolu
dirseğimi dayamışım pervazın kıyısına, demire sürtünüyor çenem
şakağımda takılıyor alnımdan süzülen damla, anlıyorum sakalım uzamış
gecede yıldız düğünü var diyorum ve ay öksüz bir şarkıcıdır şapka açar yıldızlara
birdenbire parolaların değişme vakti, birdenbire yitiyor ışık
gün ışısa diyorum, parmak uçlarımla dokunuyorum karanlığa
uzun açlıkların ortasındayım, nöbetçi kulesinin gölgesi düşüyor duvarlara

gecede ateş söylencelerinin sesi var, yankılanıyor aykaranlıklarda

ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş künyesi olarak

………………………..

Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi, Ayrıntı Yayınları


Zindan Karanlığını Aydınlatıp Tel Örgüleri Aşan Ses: Ateş Hırsızları Söylencesi

  

Aytuğ Tolu

“Şu ak kâğıt şu kara kalem
unutmaz belleği, yaşadığımız tanıklığın
yazıtsız gömü taşı, bir pusula, bir teşhis tutanağı
yazılmamış şeyler vardır/ ben
acıyla eğildim yüzünüze
susmayın!” (Oğuz, 1998: 59).

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi adlı şiir kitabı numaralandırılmış şekilde bin adet olarak 30. yıl özel baskısıyla 2018’de Ayrıntı Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. İçinde kitapla aynı adı taşıyan bölüm dahil olmak üzere dört bölüm bulunuyor: “Derin Akışlı Su”, “Ateş Hırsızları Söylencesi”, “Bir Akşam Kente Dönmek”, “Ay Sürgünü”. 171 sayfadan oluşan kitapta 32 şiir mevcut. Yılmaz Aysan’ın çizimleri şiirlerin izleklerine uygun şekilde kitaba yerleştirilmiş. Emirhan Oğuz’un şiirleri 12 Eylül darbesinin toplumsal sonuçları ve yansımaları üzerine kurulu olup cezaevinde yazılmış şiirlerdir. Şiirlerinin altında yer ve zaman bilgisi bulunur.
“Bu kitapta sen varsın” ithafı okuyucuyla bütünleşme amacını taşıyarak şiirlerin geneline yayılan özne inşasının temelini oluşturur. “Ben” anlatıcı olan şair, “biz” öznesine doğru söylemlerini genişleterek şiirini toplumsalın üzerine kurar. Bu, parçadan bütüne ulaşma çabası bireyi toplumsal şartlarından bağımsız bir özne olarak ele almayışın yansımasıdır. Bu kavrayış biçiminde bireyi; aile, dostlar, arkadaşlar, işçi sınıfı bütünler; birey onların bir parçasıdır. Analarımız şiirinde, 12 Eylül döneminde, İstanbul cezaevlerine çocuklarının görüşü için gelen kadınlar betimlenir. Yılları bulan görüşe gelme eylemi tutsak annelerinin saçlarına ak düşmesine ve göz altlarının kararmasına neden olur. 12 Eylül’ün yarattığı bir tahribat da aile bütünlüğünün parçalanmasına yol açmasıdır. Şairin “analarımız” diyerek tüm tutsak annelerini sahiplenmesi, onların yüzlerini “güzel” diye betimleyerek yüceltmesi dikkat çekicidir.

Saçlarına ak düşmüş, kararmış göz altları
kaç yıl var ki alemdağ metris sağmalcılar
                                   analarımız
kim inkâr edebilir: güzelim yüzlerine her salı
kanat düşürür de rüzgâr… kuş olup uçsa oğulları” (Oğuz, 2018: 41)

Bir sonraki sayfada yer alan Babalar şiirinde ise tutsak babalarının durumundan bahseder. En sert kışta ve en kavurucu sıcakta görüşe gelen babaların oğul hasreti ve aydınlık bir ülke düşü vardır. Kışın sertliğine, yazın kavurucu sıcağına rağmen babaların görüşe gelmesi oğullar için hayatın en zorlu koşullarını göze aldıklarına işarettir, hayatın zorlu koşulları şiire tezat kavramlar aracılığıyla girer. Babaların sadece oğulları değil, onların mücadelesini ve ideolojisini de sahiplenmesi şair tarafından cezaevinin içi ve dışı arasındaki bölünmeyi ortadan kaldırır ve ideoloji, mekân engelini aşar. Oğulların düşüncelerinin babaları tarafından sahiplenilmesi şiirin öznesine motivasyon kaynağı olur.

“Hem karakışta, hem sıcağında temmuzun
ocakta ateş cılız, ağaç da gölge vermez
                                   babalarımız
nedir ki donduran ayaz, kavuran güneş nedir
elleri oğul hasretinde… düşleri kar çiçeği bir ülke” (Oğuz, 2018: 42)

Tütün I. Cilt şiirinde mücadele yolunda söylenen türküler aydınlık ülke düşünün kavramlarıyla örtüşerek “berrak” ve “yalın” diye nitelenir. Şiirin öznesi mücadele arkadaşlarına vasiyet bırakır, sahiplenilmeyi ister. Yazdığı şiirlerden her gece birinin okunmasını, kendisinden bir ses kalması için vasiyet eder. Sesin sahiplenilmesi, yaşamın ölümle sona ermeyerek öznenin bırakacağı eser vasıtasıyla hayata yüklenin anlamın sürmesini sağlar. Bu da varoluşu anlamlı kılmanın bir yoludur. Vasiyet bıraktığı arkadaşlarına “kardeşler” diye hitap etmesi ideolojik çevrenin büyük/geniş aileye doğru evrilmesidir. Kitaba adına veren ve nehir şiir özelliği taşıyan bölümde “ateş hırsızları” dediği açlık grevi yapan tutsakları “kardeşim” diye sahiplenmesi yine parça-bütün ilişkisinin diyalektik kavrayışla genişletilmesidir.

“kardeşler
dönsem de dönmesem de
bir ses kalır benden
koruyun onu
çoğaltın” (Oğuz, 2018: 44)

Emirhan Oğuz’un şiirlerindeki bir başka genişleme de önce cezaevinden şehre, sonra şehirden ülkeye ve ülkeden yeryüzü halklarına doğrudur. Parçadan bütüne ulaşma cezaevinden taşan türkülerin inşaat işçilerine ulaşması ve inşaat işçilerinin sesleriyle buluşmasıdır. Bu noktada inşaat işçilerinin çalışma hayatı sahnelenerek onların çalışma hayatlarındaki bir günü canlandırılır. Cezaevi duvarının diplerinden yürüyerek inşaata gidişleri, tere batan gömleklerinin düğmelerini çözmeleri, çalışma biçimleri öyküleyici anlatımla aktarılır. “Güzel” olduğu koyu puntolarla yazılarak eller üzerinden emek yüceltilir. Orhan Hançerlioğlu’nun (1995) belirttiği gibi insanın evrim sürecinde el-dil-beyin birlikteliği gelişmesi, düşünceden eyleme eller aracılığıyla geçilerek üretim kapasitesinin artmasını sağlar. Üretim sürecine ve ortaya çıkarılan ürüne de dil aracılığıyla ad verilir. Türkçede ellerle ilgili çok sayıda deyim ve atasözü bulunması emeğe işarettir. Elleri/emeği yüceltilen işçilerin sıla türküleri söylediğine değinilerek işçilerin kırdan kente göçü vurgulanır. İşçi gurbettedir, emek ise üvey evlattır. Köyünü bırakıp kente gelenlerin emeği sömürülür, geldikleri kentler ise “eylül kentleri” olarak adlandırılır, taşı toprağı altın (İstanbul) olan kentte emek ve iş gücü “ucuzdur”, 12 Eylül darbesi emek mücadelesini baskıladığından işçi emekçilerin hak arama yolları da kapanır.

“hani kuş uçmaz kervan geçmez bir ince tezek dumanı olan sılamızı
Hani bırakmışız da sırtlayıp alın yazımızı
Göçmüş gelmişiz şu taşı toprağı altın
                     Şu emeğimiz haraç mezat eylül kentlerine” (Oğuz, 2018: 82)

Şalteri indiren işçinin de onlar için mücadele eden haziran ateşçilerinin de yolları tanklarla kesilip mücadele alanları/meydanlar kapatılır. Bu engel ve baskı ortamı ise sıkıyönetim ve 12 Eylül’ün ürünüdür.

“ve düşünüyorum da şimdi siz birlikte harç kardığınız o yerlerden
somunlarınızda zeytin çekirdeği tabakanızda küflü tütün
tere batıyor ensenizdeki mendil
siste bir yankı gibi geçiyorsunuz duvar diplerinden…
duyuluyor, bir işçi düğmelerini çözüyor ağarmış gömleğinin
çengel iğneyle iliştirilmiş, fanilasının omzunda alaca muskası
gün boyu ellerini tükürüklüyor beton döküyor kalıplara
ve sonra kampana çalınıyor, öylece bırakılıyor mala ve çekül, şantiyede akşam oluyor…

(…)

sizin elleriniz ne güzel eller, damaklarınızda sızlıyor acı tütün
sıla türküleri söylüyorsunuz
ve koşup geliyor soluğunuz
tecritlerden taşan sesine türkümüzün” (Oğuz, 2018: 84)

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde zaman ve mekân algısı kapitalist üretim biçiminin sömürüsü tarafından şekillenir. Zaman; güneşin fabrika duvarlarına düşmesiyle günün başlangıcı, inşaat işçilerinin çalan kampanayla işini bitirmesi gün bitimini şeklindedir. Lewis Mumford’un belirttiği gibi zemberekli saatlerin icadıyla kapitalizmin seyri arasında ilişki bulunur: “Modern endüstriyel devirde anahtar rolü oynayan makine buharlı motor değil, saattir. Saat, gelişiminin her aşamasında hem makinenin en çok göze çarpan gerçeği hem de tipik sembolü olmuştur. Bugün bile diğer hiçbir makine onun olduğu kadar baskın bir şekilde dünyada var olmamaktadır.” (Mumford, 2017: 26).

1950 sonrasında tarımda makineleşmenin etkisiyle kırdan kente göç akını başlar. Kentte tutunmaya çalışan insanlar kent merkezine uzak bölgelerde gecekondu semtleri kurar. Kentin düzenlenişi gelir düzeylerine göre şekillenir. Gecekondu mahalleleri ve yaşamları kısa bir sürede sosyolojide ve edebiyatta işlenmeye başlar. “çamurlu bir gecekondu semtinde bu kentin” (Oğuz, 2018: 30) dizesi gecekondu semtlerini şiire taşır. Fabrika yolları, gecekondular ve çıkarılan yıkım kararları kentin sınıfsal açıdan düzensiz yapısını yansıtır. Portakal Kabukları şiirinde bu durum koyu puntolarla yazılan ve fabrika çıkış düdüğü anlamına gelen “suena la sirena” şeklindeki nakaratla temsil edilir. Fabrika çıkış düdüğünden sonra işçilerin yorgun ayaklarının izleri kentin uzak sokaklarında akşam karanlığına karışır.

suena la sirena

kar yağıyor kar
kentin uzak
uzak sokaklarına
suena la sirena
yorgun ayak izleri
dağılıyor günün
akşam telâşına

(…)
suena la sirena
bir işçi elinde yiyecek filesi
savuruyor sigara izmaritini
kaldırımdaki kar tabakasına” (Oğuz, 2018: 133-134)

Gecekonduların yıkım tehdidi karşısındaki durumu Mayıs Mahallesi’nde Sabah Şarkısı şiirinde tasvir edilir. Evlerin sıvası döküktür, gecekonduların yapıldığı günler mahallelinin belleğinde anı olarak kalır, fabrika kızları otobüs durağındadır. Kurumuş dere yatağında hışırdayan kavaklar ve şiirin öznesinin kalbinin eylül ölülerinin alnında kuruyan kan lekesi olduğunu dile getiren dizeler, yıkımlar karşısında tutsakların mahalleliye yardım eli uzatamadığını ve bunun da nedeninin 12 Eylül darbesi olduğuna gönderme yapar. Öznenin, yanında olması gereken yerin, işçilerin yaşadığı gecekondu semtleri olduğu açık hâle gelir. Sınıfsal bir duruşla, tekil özneden toplumsala geçiş söz konusudur.

“erik dalı
erik dalı
değdi sıvası dökülmüş
duvarına gecekondunun

(…)

anı çınıltısı
anı çınıltısı
alnını cama dayadı, üç dam
kondu mu yapmıştık dedi
çamur çırpı harç kararak
yıkım sabahı yıkım sabahı

(…)

kalbim, kuruyan kan lekesi
eylül ölülerinin alnında

(…)

otobüs durağında fabrika kızları” (Oğuz, 2018: 135-136)

12 Eylül döneminin gözaltı koşulları işkencenin şiirle kayda geçirilmesine kapı aralar. Elektrik verilerek gözaltında “konuşturma” yöntemini şiirin öznesi öyküleyici anlatımla aktarır. Giz şiirindeki özne kendisinden istenilen bilgiyi sır olarak saklayarak işkenceye dayanır. Kendisinden istenen bilgiyi/kişi adını “karagül” diye simgeleştirerek işkencede şairliğinden gelen dil kullanımı devreye koyar. Öznenin iç konuşmaları paranteze alınarak aktarılır. Parantezde kalan zihindekidir. Şiirin sonunda şairin ve sorgucunun dili arasında ayrım yapılarak ironiye başvurulur. Bu bağlamda Todavia Cantamos şiirinde işkenceciler “onlar işkenceyi sunuyor/ tuzu ve kirlenmiş irini/ pası ve sasımış kanı” (Oğuz, 2018: 55) dizeleriyle tanıtılır. Bu noktada her iki şiirde de “biz” ve “onlar” net şekilde ayrışmış karşıt öznelerdir, diyalektik bir sürecin sonucu olarak karşıtlar savaşım hâlindedir. “Biz” şair olan, kitap okuyan, aydınlığı savunan, şarkı söyleyen, güzelliği isteyen; “onlar” ise “biz” öznesinin savunduklarının karşısında konumlanan, kötüyü ve çirkini isteyenlerdir. Giz şiirinde işkencenin şiir öznesi üzerindeki etkisi şu şekilde aktarılır:

 “O’na
karagül gül diyorsunuz
            dedi adam
o’na karagül diyoruz
            dedim
Neden… diye sordu biri
karanlığın içinden
sustum
ateşten bir ırmak gibi etlerimden
damarlarıma akıyordu elektrik

(…)

Sen bilmiyorsan
bilen birini söyle
            dedi adam
Hücrelerim dikenli tel yumakları gibi
savruluyordu kasıklarımla beynim arasında
(o’na karagül diyenler
Her çiçeğe yeni bir ad yaraştıranlardır
… diye düşündüm)

(…)

Rüzgâra söylemiştim, rüzgâr biliyor
                                   dedim
Koştular, rüzgârı yakalamaya gittiler
zincir
kelepçe
tüfek
şair değildi hiçbiri
elleri boş döndüler” (Oğuz, 2018: 47-48)

12 Eylül döneminin ağır işkencelerinin başka bir boyutu da medya üzerinden halka yansıtılanlardır. Emirhan Oğuz, bu durumu şiiri aracılığıyla kayda geçirir. İşkencede çözülen kişilere değinir. İşkenceye direnenleri de işkencede çözülenleri de medyanın, gözaltında/sorguda politik insanların birbirini ele verdiği şeklinde haber yapmasına değinir. Uzun süren işkence süreci, medyanın haber dili, gözaltındakilerin tutumu ve durumu onun şiirinde birleşir.

“boy boy asmışlar beyaz cama doksan gün enkazı çehremi
çok sayıda yasaklanmış yayın ve dürbün ve matara ve parka ve zahire
etin zayıflığındandır kim bilir uzun gecelerin kararsız bir vaktinde
türkümüzü unutanlar olmuştur damarları kanırtan cereyan cehenneminde
direncimi dipsiz kuyulara attılar allahsız ve kimliksiz ve yoldaşsız bir ceset olarak
ve fakat çoğu birbirini ele vermek sûretiyle
            diye okudular zayıflığımı bültenlerde” (Oğuz, 2018: 76).

Emirhan Oğuz’un şiirlerinde yerelle evrensel, sınıf mücadelesi ve ezilenlerin tarihi, ortak bir zeminde buluşturulur. Parçadan bütüne doğru ilerleyen genişleme hattında önce Anadolu tarihi, sonra diğer ulusların tarihi devreye girer. Bu aşamada ortak kökten, mücadele tarihinden ve onun tarihi kişiliklerinden ve tarihe damgasını vuran olaylardan beslenme söz konusudur. Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Demirci Kava, Nesimi, Hasan Tahsin, Mustafa Suphi ve Maria gibi mücadeleci karakterler; 6 Mayıs idamları, Nevruz alanları, işçi direnişleri, işkenceyle özdeşleşen Sansaryan Han, 1 Mayıs 1977 işçi katliamı, Anadolu halkının bağımsızlık mücadelesi ile şiirin öznesinin politik mücadelesi birbirinin ardılı olarak yansıtılır. Kendi politik mücadelesini kendinden önceki kuşakların ve geçmiş çağların mücadelesine eklemler. Mücadeleyi tarih içinde bir döneme yerleştirdikten sonra ikinci genişleme coğrafi düzlemde gerçekleşir. Vietnam Savaşı ve Vietnamlıların yurt mücadelesi Ho Amca’nın Şiirleri’nde işlenir. Latin Amerika halklarının anti emperyalist mücadelesi Che ve onun ölümü üzerinden anılır. Filistin’in sürgünlüğü ve Beyrut direnişleri, gözaltına alınarak ve kaçırılarak çocukları kaybedilen Arjantinli annelerin Plaza De Mayo mücadelesi Emirhan Oğuz’un şiirinin yayıldığı coğrafi alanlardır. Şairin söylemleştirdiği politik mücadelenin ezilen ve sömürülen halkların atlası içinde yer bulması bu gerçeklerin şiire taşınmasıyla tamamlanır. Ateş hırsızlarının verdiği mücadelenin tarihte ve coğrafyada yer edinmesinin nedeni de şair tarafından “haklı kavgalar” söyleminden kaynaklanır. Farklı tarihlerde ve coğrafyalarda ezilenlerin ve sömürülenlerin verdiği mücadeleyle ateş hırsızlarının verdiği mücadele “haklı kavganın” eseridir. Bu haklı kavgada Vietnamlı kız çocukları ve savaşın ortasında büyüyen Filistinli çocuklar da anılır.

Tarihe ve coğrafyaya yerleşen “ateş hırsızlarının söylencesi” nehir şiir olarak kitabın ikinci bölümünde kayda geçirilir. 12 Eylül darbesinin gözaltı, işkence ve cezaevlerindeki baskı süreci betimlenir. Uzun sorgulama süreçleri, idamlar, “vur emriyle” arananlar, cezaevi görüşlerine getirilen yasaklar ve kısıtlamalar, cezaevlerindeki yaşam koşulları temel izleklerdir. Tarihsel bir gerçek olarak döneme damgasını vuran gelişmelerden biri de politik mahkumlara “tek tip elbise” giydirileceğinin gündeme gelmesidir. 1984’te İstanbul cezaevlerindeki siyasi tutsaklar bu uygulamaya karşı çıkmak için çeşitli eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerden biri de süresiz açlık grevleridir. Tek tip elbise uygulaması karşısında diyalektik bir süreç olan karşıtların birliği ve mücadelesi devreye girer. Açlık grevleri, süresiz açlık grevlerine dönüştürülünce bu eylem, dört kişinin ölümüyle sonuçlanır. Kitaba adını veren “Ateş Hırsızları Söylencesi”nde açlık grevleri anlatılır. Şiirin öznesi grevlerin içinde yer alan bir tutsaktır. Aynı yıllarda İrlanda cezaevlerinde siyasi tutsakların gerçekleştirdiği açlık grevleriyle ateş hırsızlarının mücadelesi şair tarafından kurulan dizlerde buluşturulur. Cezaevi öncesi militan yaşam, “vur emriyle” aranma süreçleri, sorgu ve işkence günleri, cezaevindeki yaşam koşullarına değinildikten sonra açlık grevi epik üslupla kayda geçirilir. “Uzun açlıkların ortasındayım” nakaratıyla zorlu geçen açlık günleri, ölüme yaklaşma anlarındaki psikolojik durum şu şekilde betimlenir:

“uzun açlıkların ortasındayım, kaç gün oldu sanrılar geçiyor gözlerimden
Hep aynı çınıltıyla açılıyor mazgal, açlığımı soruyorlar apoletlerinin içinden
Ekmek kokusu sarmış koridoru ekmeğin mayası tuz kabuğu kül
Sürükleyerek taşıyor gardiyan, hışırtısı midemi deliyor” (Oğuz, 2018: 79)

Uzun açlıkların ortasında geçen ve ölüme yaklaşılan günler “uzun ölümlerin şafak vaktiyim benim yıldızım hangisi” dizesiyle sorgulanır. Yıldız kaydığında, bir insanın ölümünün gerçekleştiğine dair halk inancından yararlanılır. Bu bağlamda şair kendi yıldızının hangisi olduğunu merak eder çünkü ölüm sınırına yaklaşmıştır. Uzun yollardan gelinip ölümcül açlıkların ortasında kalınması bir tür yeni bir yol ayrımına gelindiğini belirtir. Yaşamın ve mücadelenin bir yolculuk olduğu vurgulanıp bu yolculuğun hesaplaşmaları da içerdiği şu şekilde öyküleştirilir:

“çığlığın çığlığa çarparak büyüdüğü çağlardan gelmişim
gece silah sesleriyle kopmuş da geceden, gece afişlerinin kıyısında durup bakmışım
genç ölüler görmüşüm yaralarına yağmur sızan güzelim ölüler
çocukların oyun taşını kavurmuş toplu kırımların rüzgârı
pencereye çakılı gözlerini görmüşüm oğul yitirmiş anaların, iki buz yumağı
ve çığlığımızdan nasiplenen yol yorgunlarını görmüşüm
ışıltılı imgeleri korkuya adamışlar, mırıldanmışlar kendi sarsak acılarını
ben delifişek umutlarla yürümüşüm kırık çitli avlulardan haziran sabahına

(…)

gecede ölüm mahyası var bize vaat edildi işkence” (Oğuz, 2018: 74)

Uzun ölümlerin şafak vaktinde olduğunu söyleyen özne “karanfil tarlasından üç yıldız” kaydığını dizeleştirir. Şiirin öznesinden önce ölüme yaklaşan hatta ölüm sınırını geçen başka açlık grevcisi tutsaklar vardır. Kendi yıldızının hangisi olduğunu soran özne, diğer yıldızların kaymasına tanıklık eder. Açlık grevinin 63. gününde ilk ölüm tarihe geçer. Hem içeride hem dışarıda yaşanan ölümlere uğurlama töreni yapamamak özne için kedere yol açar. Bu ölümün cezaevi yönetimince karşılanması şu şekildedir:

“yağmur çiseliyor usul, korkuyla açtılar hücre kapısını ben gördüm
diş fırçası, kalem ve havlu ve masada açık bırakılmış kitap
topladılar ondan geriye kalanı ve aynı korkuyla çıkıp gittiler
ve hiçbiri görmedi altmış üçüncü sayfasında kitabın
bir şiir notu vardı ay ışığının sarkacından usulca sağılıyordu gece” (Oğuz, 2018: 109)

“Ateş Hırsızları Söylencesi” bölümündeki her uzun şiirin sonunda ve ayrı bir sayfada bağımsız bir dize bulunur. Bu dize “ateşi çalmaya gittim” diye başlar ve sonu farklı bir ifadeyle tamamlanır çünkü temel eylem ateşi çalma yolculuğudur. Yunan mitolojisine göre tanrılardan ateşi çalan Prometheus, onu insanlara verir. Bu eylemi karşılık bir dağın tepesinde bağlanarak ciğeri kartallara yedirilir ve karaciğer olduğu için her gün eksilen parçası bir sonraki güne kadar yenilenir. Bu işkence döngüsü, karaciğer kendini yeniledikçe sürer. Ateş; bilginin, tekniğin, ilerlemenin simgesi olarak kabul edilse de bu konuda farklı görüşler vardır. Şair de haziran ateşçileri kabul ettiği siyasi tutsakları modern Prometheus olarak şiirin merkezine yerleştirir, “biz” öznesinin bileşenleridir. Anti kapitalist, anti faşist, anti emperyalist hattı örmeye çalışan ateş hırsızları sınıf mücadelesi verir. Çalınan ateş ise işçi emekçi sınıflara verilen sınıf bilincidir. Bunun karşılığında cezaevlerine kapatılarak mahkum edilirler. Prometheus anlatısı modern bir söylence olarak yeniden üretilir. Prometheus bir dağın tepesinde ciğeri kartallara yedirilerek, haziran ateşçileri ise cezaevlerine kapatılıp işkence yapılarak cezalandırılır. Yunan mitolojisinden 12 Eylül darbesine uzanan süreç coğrafya ortaklığında ve sınıflar mücadelesinde anlam kazanır: “ve helen yurdu ve sınıf uzlaşmazlığı ve anadolu ve evrensel kardeşlik” (Oğuz, 2018: 92). Prometheus’tan Anadolu isyan ve direniş tarihine, haziran ateşçilerine uzanan soy diğer halkların mücadelesiyle birleşerek evrensel bir aşamaya geçer. Tüm ezilen, sömürülen ve işgal edilen halkların öfkesi, öznesinin adalet savaşçısına dönüşmesine neden olur; “biz” adına hesap sormaya evlilen bir süreç yaşanır: “ateşi çalmaya gittim onların lânetlenmiş gazabı olarak” (Oğuz, 2018: 103). Bu bağlamda haziran ateşçileri Prometheus’tan Nemesis aşamasına geçiş yapar. Ateş artık emekçi halkların kurtuluşu için çalınmaktadır ve onların uğradıkları haksızlığın neden olduğu sınıf kiniyle bu eylem gerçekleştirilmektedir. Tarihten ve coğrafyadan sonra ideolojinin kapsam alanı da genişler. Ateşi çalmaya gitme eylemi çetin bir yolculuğu içerir. Prometheus’un dağlara zincirli bileklerinden ateş çalınacaktır fakat zorlu bir mücadeledir. İkarus’un yanık kanatları Ahi Evran’ın çeliğiyle onarılır, Spartaküs kılıç ışıltısı ve Bedrettin’in ağaca asılı bedeni yolculuğa eşlik eder fakat bu mücadele geri çekilme eylemini de beraberinde getirir. Getirilecek olan sınıfsız ve sömürüsüz düzen mücadelesinde yenilgi de geri çekilme de zafer de kaçınılmazdır: “ateşi çalmaya gittim/ ve yenildim, ricat yollarından geri çekiliyorum bayraklarımı toplayarak” (Oğuz, 2018: 65). Yaşamın yolculuk ve ideolojik mücadelenin savaş olduğuna yönelik metaforik algı işler ve buna bağlı şu kavramlar devreye girer: yenilgi, kılıç ışıltısı, geri çekilme, bayrakların toplanması ve psikolojik/moral üstünlük. Her türlü zor aygıtının devreye koyularak baskının, sömürünün ve işkencenin hayata geçirilmesine rağmen umut diri tutulur: “bahara hükümlüdür kış/ kar yağar tipi boran/ gizlice kar altında/ kardelenler büyür” (Oğuz, 2018: 30). Umut, ideolojik (medya) ve baskı (cezaevi, yasal şiddet kullanımı, mahkeme) aygıtlarının tahakkümüne karşı diri tutulur. Bu aygıtlara umutla karşı koyuşun meşruiyeti “haklı savaşlar” verildiğine yönelik inanç ve kararlılıktan gelir.

Sonuç

Emirhan Oğuz’un Ateş Hırsızları Söylencesi kitabında yer alan dizeler şairin tanıklığı üzerine kuruludur. Bu tanıklık eylemsel bir düzlemde gerçekleşir. Yaşanılan tarih şair tarafından kayda geçirilir. Bu bağlamda şiire ideolojik bir işlev yüklenerek şiir araçsallaştırılır. Şiir, şair için hem sorguda hem de cezaevi koşullarında zorluklara karşı motivasyon kaynağına dönüşür. Emirhan Oğuz’un şiir yoluyla kayda aldığı olaylar, durumlar, kişiler hem kendinden önceki kuşakların hem de kendi kuşağının mücadelesini içerir. Bu yönüyle onun şiirleri tarihin, coğrafyanın, ideolojinin genişlemesi üzerine inşa edilmiştir. 12 Eylül sürecinden mitolojiye kadar uzanan tarih yolculuğu, Anadolu’dan diğer halkların yaşadığı ülkelere kadar uzanan rota, sınıf mücadelesinin evrensel niteliğine yapılan ideolojik vurgu tarih, coğrafya ve ideolojiye yönelik genişletme eyleminin sanat yoluyla işe koşulmasıdır. Belgesel şiir yeniden üretilir: 12 Eylül sonrası cezaevlerinin durumu basına ve halkın bilgisine kapalıyken Emirhan Oğuz yazdığı şiirlerle ifşa/teşhir eylemini gerçekleştirir. Onun için ideoloji belirli bir mekâna ve tarihe sıkıştırılamaz.

Anadolu kültüründen motifler ve türkülerden dizeler, dili farklı ulusların şarkılarından sözler, mitolojiler ve tarih şairin beslendiği kaynaklar arasındadır. Bu nedenle yerel ağızlara ve yabancı sözcüklere şiir dilinde yer verir. Biz öznesinin tepkisinin çoğaltılmasında “sesin sese çarpması” ifadesi gibi özgün sinestezik kullanımlar da şiir dilinde önemli bir yer tutar. Aynı şekilde ironi kullanımı da görülür. Şiirinin biçim özellikleriyle ilgili dikkat çeken diğer bir nokta da yapma destan formunun epik tarzda üretilerek uzun dizelere yer verilmesidir. Özellikle kitaba adını veren bölümde anlatıcı özne kahraman bakış açısıyla kendini gösterir, tahkiye kullanılarak şiir-anlatı sınırının izleri silik hâle getirilir. Şiirin öznesi “biz” öznesinin doğal parçası ve sözcüsüne dönüşen “tekil” bireydir. Bu noktada birinci tekil şahsın başından geçenler haziran ateşçilerinin öyküsüdür. Öykünün şiirin imkanlarından yararlanılarak kurulumu, Nazım Hikmet’ten beri süren toplumcu gerçekçi şiir geleneğinin bir ürünüdür. Kitabın adında “söylence” sözcüğü geçse de rivayet edilenler değil, tanıklık edilenler tanıklık edenin anlatımıyla kaleme alınmıştır, şairin de belirttiği gibi ak kağıda nakşedilen kara bir yazıyla. Şair, mücadelesini yürüttüğü halkın yüzüne acıyla eğilir; ondan beklediği ise susmamalarıdır. Bu yolculuk da şiir bir tepki aracıdır.

Kaynakça:
Hançerlioğlu, Orhan. (1995). Düşünce Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mumford, Lewis. (2017). Teknik ve Uygarlık. (Çev. Emre Can Ercan). İstanbul: Açılımkitap Yayınları.
Oğuz, Emirhan. (2018). Ateş Hırsızları Söylencesi. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

https://sanatkritik.com web sitesinden alıntılanmıştır.

25 Mayıs 2025 Pazar

"Eve Dönmenin Yolları"

"(...) Minibüs önümüzde durdu, birkaç saniye içinde binip binmeyeceğime karar vermem gerekiyordu. Minibüsle tek başına seyahat etmişliğim vardı ama sadece kısa mesafede, on dakikalık okul yolunda. Minibüse bindim ve hemen arkasındaki koltuğa yapışmış şekilde upuzun bir yol gittim, bir buçuk saatlik gözüpek bir yolculuk oldu.

Daha önce evden hiç bu kadar uzaklaşmamıştım, şehrin üzerimde bıraktığı intiba o kadar güçlüydü ki, o günden beri arada bir yeniden canlanır: çoğunlukla boş, gösterişsiz meydanlarıyla, sanki sadece meçhul kimliklerinden aldıkları güçle hareket edebilirlermiş gibi, bir tür yitik coşku içinde gözlerini yere dikmiş, dar kaldırımlarda yürüyen insanlarıyla, biçimi olmayan, açık ama aynı zamanda kapalı bir yer.

Gece, giderek daha büyük bir dikkatle izlediğim o yasaklı ensenin üzerine çöküyordu, sanki gözlerimi dikersem bu kaçamaktan yutacaktım, sanki o görüntüye yoğunlaşmak beni koruyacaktı. Ben bu düşüncelere dalmışken minibüs dolmaya başladı, hatta bir kadın oturduğum koltuğu gözüne kestirmişti, bana bakıp duruyordu ama yerimi kaybetmeyi göze alamazdım. Zihinsel özürlü bir çocuğun mimiklerini ya da zihinsel özürlü bir çocuğun mimikleri olduğunu düşündüğüm hareketleri taklit etmeye karar verdim, bir hayal dünyasının içinde tamamen kaybolmuş, kendinden geçmiş, önüne bakıp duran bir çocuk.

Raül’un muhtemel sevgilisi birden minibüsten indi, az kalsın ona yetişemiyordum. Zorluklar içinde dirsek gücüyle kapıya vardım. Beni bekledi ve inmeme yardım etti. Zihinsel özürlü bir çocuk gibi hareket etmeyi sürdürdüm ama o benim zihinsel özürlü bir çocuk değil, Raül’un komşusu olduğumu, onu takip ettiğimi, hatta bütün akşamüstü boyunca onun peşinde dolaşmaya niyetli bir halim olduğunu gayet iyi biliyordu. Bana nedense kınayan gözlerle değil de sonsuz bir sükûnetle bakıyordu.

Gözüme büyük ve eski görünen sokakların dolambacında manasız bir ihtiyatla maceraya atılmıştım. Arada bir arkasını dönüyor, bana gülümsüyor ve adımlarını sıklaştırıyordu, sanki ciddi bir meseleyle uğraşmıyor da bir oyun oynuyormuşuz gibi. Birden, çok hızlandı ve koşarak uzaklaştı, az kalsın onu kaybediyordum ama uzakta depo gibi bir yere girdiğini gördüm. Bir ağaca tırmandım ve birkaç dakika boyunca dışarı çıkmasını ve gittiğimi düşünmesini bekledim. Sonunda evi olduğunu tahmin ettiğim yere kadar sadece yarım blokluk bir yol yürüdü. İçeri girmesini bekledim ve yaklaştım. Parmaklıklar yeşildi, bina cephesiyse mavi, dikkatimi çekmişti, çünkü daha önce hiç böyle bir renk kombinasyonu görmemiştim. Adresi defterime yazdım, bu kadar net bir bilgi elde etmiş olduğum için çok mutluydum."

Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları, Notos Kitap, S.22-23

Çeviri: Çiğdem Öztürk


22 Mayıs 2025 Perşembe

Akrep

"2.Mahkum: … Askerler hükümet oldu. Adettir askerden hükümet olursa arkasından af gelir derler. Mahkum da paşalar bir af çıkarır diye umutlandı. Ama boşuna. Adamlar cezaevlerini boşaltacakları yerde, ha babam dolduruyorlar. Cezaevlerinde yer kalmadı neredeyse. Bir yatakta üç kişi, beş kişi yatıyor. Dışarıda adam bırakmadılar neredeyse. Geçenlerde gariban bir balıkçıyı getirdiler, adamın kendine hayrı yok. Denizde kısmeti kötü gitmiş… Sağa sola, kaderine, kısmetine falan sövmüş. Bu arada paşalara sövmeyi de ihmal etmemiş… Aradan bir hafta geçtikten sonra yanındaki balıkçı arkadaşıyla arası bozulmuş. Adam gitmiş bir hafta sora, garibanı paşalara sövdü diye ispiyon etmiş. Adamı iyi bir dayaktan geçirdikten sonra derhal tevkif kesmişler. İçeride de her vardiya değiştiğinde, yeni vardiya adamı bir posta sopalıyordu. Anlayacağın dayak, hakaret gırla gidiyor"

Eşber Yağmurdereli, Akrep, 1997 (ilk Baskı) / Kibele Yayınları, 01.01.2016

Oyun, 1999 yılında, yönetmenliğini Rutkay Aziz'in yaptığı Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları tarafından sahnelenmiştir. (https://tiyatrolar.com.tr/tiyatro/akrep) 

Youtube üzerinden izleme linki: 

"Yağmurdereli’nin 'Akrep' oyununu okuduktan sonra, her idamın cinayet olduğuna bir daha inandım. İdamların insanlık için ne büyük çöküntülere sebep olduğunu burada sayıp dökmeyeceğim, idama karşı olanların, idama karşı savaşmayanların, kim olursa olsunlar, yürekleri kabuk bağlamıştır. İşte bu oyunu seyredenler yürekleri ne kadar çabuk kabuk bağlamış olursa olsunlar, insanlığın bu en korkunç uygulamasına karşı koyacaklardır. Yağmurdereli’nin belki de ilk oyunudur bu. Yazar, bu oyununda konuya uygun, usta bir biçim yaratmıştır. Yağmurdereli’nin dili, biçiminden de ilerde erişilmesi güç, güzel bir Türkçedir. Bir başeser olan oyun yalnız Türkiye’de değil, dünyada oynandığı her yerde gücünce karşılanacak, insanlığın en utanılacak yarası olan idama karşı insanları harekete geçirecek, en azından kabuk bağlamış yürekleri sağaltacaktır."

Yaşar Kemal



27 Nisan 2025 Pazar

"İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır."

    "İlyada’nın en dokunaklı yerlerinden biri Hektor’un, karısı Andromakhe’ye vedasıdır.
    Hektor savaşa çıkmazdan önce karısı Andromakhe’ye ve bir kadın tarafından taşınan küçük oğlu Astyanaks’a gider. Andromakhe, kocasının ellerini ellerine alarak; 'Ey efendim, sen ki kocam olmaktan başka bana bir baba, bir ana ve kardeş oldun, burada kal, gidip de beni dul, evlâdını da öksüz bırakma' diye yalvarır. Hektor üzülür, öneriyi tatlılıkla reddeder ve kendisine savaş safının önünde bulunmak düştüğünü, öldüğü zaman onun kederinin ne denli acı olacağına üzüldüğünü söyler. (Çünkü Hektor öldükten sonra Andromakhe’nin oğlu Astyanaks, Akha’lar tarafından öldürülecek ve kadının kendisi başka erkeklerin tutsağı ve savaş kazancı olarak köleliğe sürüklenecektir). Hektor karısından ayrılmak üzere dönerken oğlu  Astyanaks’a kollarını uzatır. Babasının şiddetle parlayan korkunç miğferinden ürken çocuk ağlayarak çekinir. Hektor güler, miğferi başından çıkararak yere kor, ondan sonra çocuğu kolları arasına alır, okşar, sonra başını mavi göklere kaldırarak, 'Ey Zeus baba, gelecekteki yıllarda, bu oğlum savaştan dönünce, onu gören insanların, bu delikanlı babasından çok daha öte, demelerini senden yalvarıyorum!' diye dua eder ve çocuğu gülümseyen, fakat ağlayan annesinin kucağına verir. Andromakhe’ye de teselli yollu, 'Ağlama, hiç kimse, yazgısı olmayınca öldürülmez' der. Ve miğferini alarak  ayrılır. Andromakhe ağlayarak ona dönüp dönüp bakar."

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) 

Anadolu Efsaneleri, Bilgi Yayınevi, S. 60-61


24 Nisan 2025 Perşembe

Kambur

    "Ben pek sıradan bir kambur sayılmam. İspanyolların jorobado dedikleri türdenim. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek. Nereden bakılacak, peki? Yandan mı? Olabilir? Bakışlarımın çok derin ve keskin olduğu kanısındayım. Ama bunu söyleyen hiç olmadı. Burnum içinse, 'burun' demek pek hafif kalır. BURRUNN demek (şeddeli) gerekir. Baktıkça pes diyorum. Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi; ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi, burnumun dörtte üçünü geri alırdı. Bu nedenle de, karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum. Saçlarımın önleri döküldü - daha doğrusu ben öyle sanıyordum; arkamdaki bir aynadan tepemin de açılmış olduğunu görene dek. Dişlerim gri-mavi ve öndeki iki tane birbirinin üzerine binmiş; bu nedenle ben onları tek diş sayıyorum. Neyse ki dudaklarım kalın değil. Özellikle üst dudağı kalın olan kimsenin melek gibi olmaktan başka çaresi yoktur; yanmıştır. En çok yakan şey ise, 'Yandım' derken dudaklarının aldığı şekildir. En çok sağ elimin küçük parmağını severim. Küçükken bir kazayla kopmuştu. Kimbilir nerelerdedir, neler beceriyordur. Bunlardan gocunduğumu sanmayın. Yaşama pek katılmadığım için, bu tür primler hiç ilgilendirmez beni. Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni."

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, S.16-17


15 Nisan 2025 Salı

Akşamın Ağası

Hava yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu. Kucağımda da bir demet nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin arkasından onu gördür.. Garip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden sana fayda yok mânâsıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, başındaki kavuğu ve elindeki kamış kalemi fark ettim. Koltuğunun altında Letâifi Riuâyatı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel, diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim görse ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım. Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de  sevecendi.
Biliyor musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttuğun Hamid'in amcasıyım. Ne  haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne kadar aykırı kalıyorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci sınıflara sınavım var, Hamid’den soru hazırlayacağım. Öyleyse bir yer bulalım, dedi. Bomboş bir deniz kıyısına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından birisine oturduk. Demek görgü, bilgi ve kültür, koptukları yerde donmuyordu. Sandalyede rahat görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek şendin, dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi yazan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek, dedi, umduğum gibi değilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden onbir yılımın romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım, beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim, senin romanın bütün bir Osmanlı’nın romanı olmayacak mı? Osmanlı’ nın tarihî gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel hayatlar lâzım. Yavuz’un gözlük taktığını,  hünkârların saç, sakal ve  tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sür re alayıyla, gömülmek üzere Hicaz’a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani neredeyse, Hürrem’in Mahidevran’la saç saça baş başa geldiğine, Gülnuş Sultan’ın cariye Gülbeyazî denize ittiğine şükredesim geliyor.
Hep o karanlık fakat yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak başımızın üstünden geçti. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile bana koskoca bir hikâye verebilirler. Sen ne düşündün onlar başının üzerinden geçerken?
Sen, dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı’yı anlatacak resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar donuk, ne kadar susmaktı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman sanatçı Allah’ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıklamaktan şiddetle kaçınırdı.
Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum, devam etti. Peki onca özlemini çektiğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk değil mi? O  medeniyet bizi, biz o medeniyeti sürekli doğurmadık mı? Eğer ben senin  arzuladığın gibi bir Hugo olsaydım, Levnî minyatür değil de derinlikli manzaralar yapsaydı, biz, biz olur muyduk? Bütün o Itrileri, Selimi Salisleri, Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne?
Kızardığımı, kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis lâmbaları yandı, bir anda kar yağmaya başladı. 
Gözüm masanın kenarına bıraktığı Letâifi Enderun’a ilişti. 
Birden, ama Ağa, dedim. Sen sarayın resmî vak’anüvisi değildin, değil mi? Yani yazma  mecburiyetin yoktu. Evet, diye cevapladı. Ve ilk defa açığı yakalanmış bir çocuk gibi muzipçe gülümsedi. Öyleyse neden, diye ağlamaklı bir sesle ısrar ettim. Öyleyse neden tam onbir yıl, hem de anılarını, yazma gereği hissettin? Ve neden onları o kadar sakladıktan sonra Sultan Abdülmecid döneminde bastırdın? O zaman, dedi, her şey değişmişti. Suskun ve kendi üzerine kapanık medeniyet yok olmaya başlamıştı.
Yani, dedim, oyunun tadı kalmamıştı, değil mi? Rivayete göre, Dede’nin, pencerelerinden çok sesli Frenk müziği notaları fışkıran saraydan ayrılarak bir daha dönmeyeceği Hicaz'a giderken, 'artık bu oyunun da tadı kalmadı' dediğini hatırladım. Yani, diye ilâve ettim, 'eski minyatürlerdeki cennet  düşüncesi yok olmuştu’. 'Her harfi bekleyen melekler de uçup gitmişlerdi', değil mi? 'Hele zülfeli
eliflerin yanı başındakiler' en önce. Evet, dedi. Evet evet, diye içini çekerek tekrarladı. Yine başa döndüm. Ama dedim, sen oyunun tadı kaybolmadan da onbir yıl yazdın. Yoksa açığa tam çıkmamış bir yazma hevesi mi? Kendini ifade arzusu mu? Yoksa sen de oyunun tadını kaçıranlardan miydin? Deminki gülüş netleşti, unutma, dedi, ben Hamid’in amcasıyım. Daha doğrusu Hamid benim yeğenim.
Artık gitsem, dedi. Elini tekrar uzattı. Ne kadar da ufak tefeksin. Üçüncü defa kızardım. Bize gelmedin, dedi. Çok isterdim, dedim, belki bir dahaki sefere. Hayır, dedi, sanmıyorum. Sınavın olmasa da gelmeyecektin. Evet, diye düşündüm, asıl mesele 'yokluklarının bizde bıraktığı boşluk duygusu' değil mi? Demek Tanpmar haklı. Yeni yapılmış ve çimento kokan bir Süleymaniye, tahammülü zor olurdu herhalde. Sen, dedi ancak buradan beslenebilir ve yazabilirsin. Ama, dedim, çok acı çekiyorum. İçimdeki fırtınaların sen de farkındasın. Çağrışımlarımın şiddeti seni buraya kadar getirmedi mi? Ben, dedi, biraz farklıyım. Seni bir ayrıcalık olarak kabul edebilirim. Nihayetinde bak işte, merak ettim de. Ama bütün o adı yok 'fakirler, hakir'ler... Onları o kadar çok kurcalama. Onlar rahatsız olurlar. Dahası, bir anda tamamen yok olabilirler. Peki, dedim, ben ne yapacağım şimdi? Sizden bize ne kalıyor? Bütün kapıları kapatalım mı? Yanlış anladın galiba, dedi. Bizsiz hiç olamayacaksınız. Bizler elbette hissettik. Bir hayatımız elbet vardı. Sen Çeşminur’u hiç bilmedin. Gözleri daldı. Beni söyletme, dedi. Bizi bulmak size düşüyor, bize değil. Çünkü aramızda hayatın kendisi değilse de onun algılanışı kadar büyük bir fark var neticede.
Ne korkunç! Siz. sizi bize hiç veremeyeceksiniz. Sizi bulmak bize düşüyor. Çünkü sizsiz hiç olamayacağız. Ve siz hep susacaksınız. Hem Çeşminur da kim oluyor, dedim. Kar hızlandı. Rüzgâr esti. Uzaktan bir vapur düdüğünü çaldı. Martılar çığlıklar atarak başımızın üstünden geçtiler. Ağa martıları gözleriyle takip etti. Sus. dedi, sorma, sus. Bu defa elini veda eder gibi kaldırdı. Nemli gözleriyle gülümseyerek gözlerime baktı. Hem dedi, o kadar ümitsizliğe kapılma.  Bıraktıklarımız bizi bulmanıza yetebilir. Öyle suskun, karanlığın içinde, koltuğunun altında Letâifi Enderun, cübbesinin yenleri rüzgârdan havalanarak, uzaklaştı, yok oldu, gitti.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları, Timaş Yayınları, S.55-57





13 Nisan 2025 Pazar

"İşte Senin Hayatın"

Belki şöyle düşünmek gerekirdi: "Bu adamlar bir adım ötelerini bile göremiyorlar, sadece kendileri var, sadece küçük çıkarları. Ne bir toplumun parçası olduğunu algılayabiliyor ne de bir düşünme ulamı var kafalarında; ruh da vicdan da oluşmamış onların içinde. Din de onlara bir ruh vermiyor. Çünkü edinilemez bir din, içsellikten uzak. Doğrusu budalanın budalası bunlar. Bir sualtı canavarı bile değiller."

Demir Özlü, İşte Senin Hayatın, Yapı Kredi Yayınları




"Yaram Derine Düştü" Üzerine Ek Birkaç Şey

bir kuşa kaptırdım  
kalbimin bir ucunu
kuş uçtu gitti 
uzaklara / ta uzaklara 
üstüne bomba yağan ülkelere 
                     şehirlere  
                                   kasabalara 
                                              köylere 
tuhaf şey 
kalbimin bende kalan ucuyla
  bir gökkuşağı kuruldu aramızda  
ordaki çocuklarla

Merhaba! 

Ben bu toprakların soyundanım. Dirence karışmışım gözelerde. Aşk gezer, şiir söylerim.

Bundan 5-6 ay önce Sezai Sarıoğlu ile birlikte, bir ilde bir etkinliğin konuğuyduk. Bizi dinlemeye gelen bir arkadaş, etkinlik öncesi, Sezai Sarıoğlu’nu işaret ederek “Adamın sakallarına baksana, ne güzel de aklaşmış,” dedi. Dedim ki ona, o; sakallarını, aşkın, edebiyatın, sanatın incelttiği dünya düşüyle, sözcüklerin büyüsüyle, yaşanası  dünya özlemiyle  ve şiirle aklaştırmış bir aşkıyadır. 

Yaram Derine Düştü, Sezai Sarıoğlu’nun son kitabı. Kitap  hakkında bir iki yazı kaleme aldım. Dergilerde, şurda burda yayınlandı onlar. Bu kısa konuşmamda o yazılara değinecek değilim. Ama o yazılarda eksik bıraktığım bir şey var ki onu burada, sizin huzurunuzda tamamlamasam  olmaz ve Sezai Sarıoğlu’na  da kitaba da  haksızlık yapmış olurum çünkü.

Sezai Sarıoğlu’nun, Türkiye’de yürütülen  bir döneme ilişkin devrimci  mücadelenin, Artvin - Şavşat’ta geçen kısmını ve o dönemin halk ve devlet ilişkilerini, Devrimci Öğretmen Cengiz Aksakal üzerinden görüntüye getirirken, adeta bir heykeltraş gibi davrandığını ifade etmeliyim öncelikle. Heykeltraş; eline aldığı taşı, küçük bir çekiç darbesiyle,   nasıl  şahesere dönüştürse, o da 12 Eylül Cuntası tarafından katledilen Cengiz Aksakal’ın arkasından  konuşturduğu insanların anlattıklarını, aynı şekilde bir şahesere dönüştürmüş. Üstelik kurgusal gerçekliğe kaçmadan yapmış işini. Bununla da kalmayıp, o dönemin insani ve devrimci değerleri ile günümüzde yükseltilmek istenen alçak değerleri karşılaştırma olanağı sunmuş okura. Bunu çok önemli buluyorum.

Cengiz Aksakal ve onun gibiler çok yoksul köy çocuklarıydı. Çok zor koşullarda okudular. Kendimden bilirim. Her birinin annesi, çocuğunu okuluna uğurlarken, arkasından; “okuyup adam olasın oğul, kalemden ağır yük taşımayasın,” diye dua etmiştir.

Onlar okullarını bitirip birer meslek sahibi olduklarında ayrıcalıklı olmuşlardı bir bakıma. İçinden çıktıkları topluma göre daha iyi şartlarda yaşayabileceklerdi. Ancak öğretmenlerinden öğrendikleri, kitaplardan okudukları ve kendi gözleriyle bizzat tanık oldukları şeyler, onları yeni bir gerçeklikle yüz yüze bırakmış; onlara bambaşka bir bilinç ve bambaşka bir vicdan sunmuştu.

Bu bilinç ve vicdan onları, içinden çıktıkları köylülerinin ve yoksul halkın kurtuluşu için mücadele etmeye mecbur etti… Yaşar Kemal’in ifadesiyle onlar birer “mecbur insana” dönüştüler. İnsanlığa ve devrime mecbur insanlara… Elde ettikleri ayrıcalıklı yanlarını, insanlığın yararı ve ülkelerinin geleceği için seferber ettiler. İnsanlığın oğlu ve kızı oldular. Çok ağır yüklerin altına girdiler, çok büyük bedeller ödediler.

Cengiz Aksakal, bana okumayı yazmayı öğreten, beni aklımın ve yeteneklerimin sınırlarına doğru yola çıkaran ilkokul öğretmenimin kardeşi! Ali öğretmenimin! Kitapta da rastlayacaksınız Enver Karagöz adına…  O da bana, başka türlü bir dünyanın mümkün olduğunu ilk sezdiren, yolumu aşka, edebiyata, şiire ve  devrime çeviren köylüm., ağabeyim... Beni kitapların dünyasına çeken o… İlk onun gür sesinden duydum Nazım şiirlerini. Yılmaz Güney posterlerini, Ruhi Su kasetlerini ilk onun evinde gördüm.  Kitapta adı geçenlerin  hemen hemen hepsini şu veya bu şekilde tanıyorum. Onlarla aramızda  kan bağı olmasa da düş bağı var.

Sezai Sarıoğlu, Devlet ve Devrim Dersleri niteliğindeki   kitabıyla   Cengiz Aksakal üstünden devrimcilerdeki fedakarlığı, bilinci, vicdanı ve  insanı değerleri  günümüze ve duyarlıklarımıza taşıyor. Ayrıca  hatırlamanın  büyük bir isyan olduğunu duyumsatıyor bize. Çok başarılı biçimde yapıyor bunu.

Evet! Her biri Che Guevara idi onların, her biri birer Don Kişot... Mümkün hayatlara inandılar, mümkün insan ilişkilerine aşık oldular. Onlar asla masum değildi. Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyordu onlar. Aslolan dünyayı yorumlamak değildi onlar için. Aslolan dünyayı değiştirmekti.  Bu yüzden Deniz oldular!
Her yerdendi onlar… Her düşünceden, her kültürden,  her renkten…  “Yaşanası bir dünya” dediler hep bir ağızdan…Bir devrim kadar ya vardı ya yoktu  sonsuzla aralarındaki mesafe… Ki biliyorsunuz!
Adil, eşit, özgürlükçü bir dünya sanki dalda elmaydı onlar için. Koparıp almak için ellerini uzattılar, fakat kolları yetişmedi.
Aşktan ve ateştendi gözleri. Sözleri aşktan ve ateşten… Onlar için gençlik dağlara karşı sevişmekti… İnsanın kendisine, insanın başkalarına ve insanın doğaya karşı yabancılaşmasını kırmak içindi seferleri…Kafa sayısı kadar düşünce, yürek sayısı kadar sevgiyle özgürlüğe doğru öyle bir yürüyüşleri vardı ki…

Doğa kıyımları yaşanmayacaktı onların istediği olsaydı. İnsan kırımları olmayacaktı bir daha. Savaş suç sayılacaktı örneğin. Silahlar dünyanın dışında bir yere gömülecek, "kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktı."

Avuçlarımıza bir sürü devrim düşü bırakarak gittiler. Yaşanmamış aşklara,  kurulmamış dünyalara doğru yürüdüler.   Aşk olsun onlara. Sana da aşk olsun Sezai Sarıoğlu…Sana da…

bakma sen
bir gün başka döner dünya
aş kazanır 
insan kazanır

yer çok kuşlara da
böceklere de

onarır yarasını kıyılar
şarkılar yedi dağın çiçeğine bürünür
diz boyu masallar üstünde top koşturur çocuklar

bakma sen
betonları basar çiçek 
hayat kazanır

Hayrettin Geçkin, 12 Nisan 2025, Burhaniye


                         

İzleyiciler