Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şule Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2025 Perşembe

Kambur

    "Ben pek sıradan bir kambur sayılmam. İspanyolların jorobado dedikleri türdenim. Önden bakınca cüce, arkadan bakılırsa koca bir tümsek. Nereden bakılacak, peki? Yandan mı? Olabilir? Bakışlarımın çok derin ve keskin olduğu kanısındayım. Ama bunu söyleyen hiç olmadı. Burnum içinse, 'burun' demek pek hafif kalır. BURRUNN demek (şeddeli) gerekir. Baktıkça pes diyorum. Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi; ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi, burnumun dörtte üçünü geri alırdı. Bu nedenle de, karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum. Saçlarımın önleri döküldü - daha doğrusu ben öyle sanıyordum; arkamdaki bir aynadan tepemin de açılmış olduğunu görene dek. Dişlerim gri-mavi ve öndeki iki tane birbirinin üzerine binmiş; bu nedenle ben onları tek diş sayıyorum. Neyse ki dudaklarım kalın değil. Özellikle üst dudağı kalın olan kimsenin melek gibi olmaktan başka çaresi yoktur; yanmıştır. En çok yakan şey ise, 'Yandım' derken dudaklarının aldığı şekildir. En çok sağ elimin küçük parmağını severim. Küçükken bir kazayla kopmuştu. Kimbilir nerelerdedir, neler beceriyordur. Bunlardan gocunduğumu sanmayın. Yaşama pek katılmadığım için, bu tür primler hiç ilgilendirmez beni. Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim. Hatta diyebilirim ki, estetik kaygısındaki her şey iğrendirir beni."

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, S.16-17


16 Temmuz 2024 Salı

"İnsan kendi gibisine niye meyleder?"


(...) Az okuyan, ama Dostoyevski okuyan bir kitle var, eskisinden daha farklı olarak. Yeraltından Notlar’ı, Suç ve Ceza’yı okuyor ve kafasında bir sürü şey patlıyor ve bu kâfi geliyor. Halbuki Proust’u okuduğunuzda, kafatasınız erir gibi olduğunda, o cümleler artık rüyalarınıza bile girdiğinde başka türlü bir şekil ve lisan alıyorsunuz; ifade, olayın ve dramın önüne geçiyor. Yani, Dostoyevski, maalesef daha kolay bulunarak tercih edildi. Ne kadarına temas edilebildiği değil, temas edilen kısmın bütün sayılması gibi bir zamane illetine uğradı. Okumak bir emek vermektir ve kendinden öte bir şeyleri aramaktır, kendi kadarına 
razı olmamaktır. Onda kendi kitabını bulmaktır. Sanatçı da bir hoşlanma ilişkisi yaşayacağınız kimse değildir.

Şimdi, çok kolay okunur kitaplar var. Rahat rahat okunuyor, yormuyor, insanı kendinden memnun ettiriyor, “bu da benim kadar bir şey, demek ki ben de fena değilim” hali yaşatıyor. Bir aşk ya da tutku değil de, bir hoşlanma ilişkisi var okunan şeylerle, hatta dinlenen müzikle. Bakıyorsunuz, dinleyenin de rahatlıkla yapabileceği bir müzik tercih ediliyor. O zaman bu müzik niye tercih ediliyor, niye dinleniyor, insan kendi gibisine niye meyleder? Daha güçlü bir duygu, daha güçlü bir belâgat, anlayış, duyuş ve dile getiriş yoksa, insan başkasının üzerine neden eğilir? Çok daha farklı, derin bir şekilde bir şeylere talip olmuş birini insan tercih eder. Ama o müziği dinlemek, o kitapları, o metinleri okumak bir emektir tabii ki, ama sizi kendinizden öteye taşır, başka bir yere götürür. Şimdiki kitaplarda öyle rahat, bir-iki saat içinde okunma hali var. Ama okur da böyle bir okur. Tavla oynayacağına kitap okuyor, ama aynı zevki almak istiyor. Bu tabii ki devrin vasatı. Dostoyevski de sonuçta elbet çok derin bir adam olmasına rağmen, Proust’a, Joyce’a, Faulkner’a göre daha kolay okunuyor. O yüzden o öne çıktı. Hem daha kolay okunuyor hem bin çeşit cinnet patlatıyor. Öbüründe içinize alacaksanız, besleyeceksiniz, büyüteceksiniz ve o cinneti kendiniz patlatacaksınız. Bu pek tercih edilmiyor. Yaşadığımız devre şöyle bir geri çekilip baktığımızda, bu tabiî geliyor bana.
    **
(...) Wittgenstein’ın “üzerinde konuşulamayanlar hakkında susmalı” önermesi vardır çok ünlü, ama onun bir de alt metni var: “Çünkü üzerinde konuşulabilenler yalanı uydurulmuş olanlardır, her konuştuğumuz daha önceden intişar etmiş bir yalan üzerine konuşulan şeylerdir. Onu yastık alan şeylerdir.” Geçmişe ve geçmişteki olaylara çok inanarak üstüne bir şey inşa etmek, bana her zaman biraz sakınılması gereken bir şey gibi geliyor. Çünkü şu an biz de kendi yaşadığımız devrin her tür illeti içindeyiz. Bu devrin de yüzlerce vahşeti, çirkinliği var. Bizden sonraki nesiller bunlar için belki utanacaklar, ama onlar da sonrakileri utandıracak şeylerle meşgul olacaklar bir yandan da. 

Şule Gürbüz

Şule Gürbüz ile A'dan Z'ye 1,  Bir+Bir Expres Dergisi web sayfasından alıntılanmıştır.
Söyleşi: Yücel Göktürk, Tülin Er, Serkan Seymen, 11 Temmuz 2022



5 Mayıs 2022 Perşembe


"hayat akar, yol ve yön değiştirir derler, insan değişir yol ve yönelim değiştirir derler. bütün bunlar bence meselenin değişmesi, ortadan kalkması veya artık mühim sayılmamasıdır. yoksa ne hayat gibi muhkem bir şey akar, ne sana bakıp da yol yön değiştirir. insanı ahret bile değiştiremez. zebani dilini çekmeye gelse kişi ancak ahlakının elverdiği ile seslenir de aman diler. gençken duyulan keder sonra hangi şifalı suyu buldu da içti? hangi su, lekeleri çıkardı? yaşamaya alışan köşesine çekildi; feryat edene, başka türlü söyleyene, sokaktaki köpeğe havlayan bir ev köpeği kadar olamadı. insan zaten dertli değildir, derdin kendisidir. insan öyle büyük bir derttir ki bu büyüklükte bir şeyin kendisine sığacağını aklına getiremez de bunu dünyanın, hayatın derdi sayar. hayat, o durgun, kibirli suyunda kendisine bakan bu çirkin heyulaya bakıp bakıp “bu herhalde benim,” der. bu dert de ona yeter." 

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek

İzleyiciler