Aziz Nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aziz Nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Haziran 2025 Perşembe

Son İstek

Bitki olacaksam 
Çayır çimen olayım 
Aman baldıran değil 

Yol altında kalacaksam 
Gelin arabaları geçsin üstümden 
Çelik paletler değil 

Üstümde çocuklar koşuşsun 
Ne kaçan ne kovalayan 
Askerler değil 

Kerpiç yapacaksanız beni 
Okullarda kullanın 
Cezaevlerinde değil 

Soluğum tükenmez de kalırsa 
Islık öttürsünler 
Aman ha düdük değil

Kalem yapın beni kalem  
Şiirler yazan sevi üstüne 
Ölüm kararı değil 

Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında 
Sakın ola ki 
Silahlarla değil 

Aziz Nesin


22 Mart 2025 Cumartesi

"Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum."

14 Şubat 1981 Cumartesi, Saat 02.19 

    Saat 19 haberlerini dinlerken iyice uyku bastırdı. Yatıp uyudum. Bir rüya gördüm. Yazık, rüyalarımı ziyan ediyorum. Biyerde (Nişantaşı gibi biyer) Alpay Kabacalı'yla buluşuyoruz. Bir sinemaya gidiyoruz. Ben bu sinemaya hiç gitmedim diyorum. Giriyoruz. Benim biletim yok. Alpay önümden giderken bende iki tane var diyor. Bilet denetleyen kadına, öndekinde diye başımla işaret ederek geçiyorum. Biletçikadın bile ayrıntılarıyla kafamda. Bu rüyalar ne müthiş bişey. Gerçekte olsa böyle bir kadın hiçbir iz bırakmaz. Boylu poslu, kırk elli arası bir kadındı. Hafif kır saçlarını topuz yapmıştı. Bir geniş merdivenden başkalarıyla iniyoruz. Yapının güzelliği çok hoşuma gidiyor. Tavanlar çok yüksek ve heryan ceviz kaplama, duvarlar ve kimi yerde tavanlar da... Avizeler, lambalar harika... Bitakım salonlardan, geçitlerden geçiyoruz. O ne güzel mağazalar, konferans salonları... Duvarlar cilalı ceviz ağacı, ama salt kaplama değil, işli, nakışlı, oymalı, kabartmalı, çökertmeli... Rüya gibi güzel denir ya, işte tam öyle, rüyada rüya gibi güzel biyer görüyorum. Uzun, büyük... Kendi kendime, "İstanbul ne büyük, ne gizemli biyer, doğma büyüme İstanbulluyum. Bunca yıldır bu kentte yaşadım. Ne şaşılası şey, hem de İstanbul'un göbeğindeki böyle biyeri hiç bilmiyorum, gelmemişim buraya" diye düşünüyorum. Öyle büyük ki bu yer altı alanı, içinde bir de okul var; güzel giyimli öğrencileri görüyorum. 
    Alpay'a, "Burası ne güzel biyer, hiç gelmemişim... Kimin burası?" diyorum. "Helmut'un," diyor. Anlayamıyorum. Söylenişini açıklamak için, "Helmut Schmidt gibi," diyor. Demek İstanbullu bir zengin Alman'ın... Ama Alpay onu herkes tanırmış, benim de tanımam gerekirmiş gibi söylüyor. Bisürü güzel dükkânlar; kuyumcu, antikacı, mobilyacı... Bütün dükkânlar kalın ceviz ve çam... Sinema da oralarda biyerde... Bana kalırsa Kafka rüyalarından en iyi yararlanmasını bilen, rüyalarını en iyi kullanan yazarmış. Rüyalarıyla yaşamından bileşkeler yaratmış. 
    O yeraltı gezi yer[i] Kafka mekânları gibi biyer. 
    Alpay'a, peki bu mağazalara gelmek isteyenler nasıl gelecek, her buraya gelen sinema bileti almak zorunda kalacak... Salt sinema seyircileri içinse bunca mağaza, seyircilerden müşteriyle geçinemez. Sonra düşünüyorum ki dükkân sahiplerinin ve çalışanlarının geçiş kartları vardır. Ama olmaz ki, müşterilerin de geçiş kartları olamaz ya... Uyandım. Radyoyu başucumda açık bırakmıştım. Saat 24. Tam radyo son haberleri verip kapanırken uyandım. Uyumaya çalıştım. Uyuyamadım. Kalktım. Helaya gittim. Giyindim. Yatağımı yaptım. Büyük yapıdan tahta parçaları getirdim. Hava berbat, yağışlı, rüzgârlı, oldukça soğuk. Sobamı yaktım. Çay yaptım. Bu notları yazdım. Şimdi Almanya yazılarının belgelerine bakarak notları sıralayacağım. 

*Helmut Schmidt 1974-1982 arası Almanya başbakanı.

Aziz Nesin, Unutulmayan Rüyalar, Nesin Yayınevi, S.96-97


11 Mart 2025 Salı

Deli Olmayan Deli

    Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Sanatçılar arasındaki deliler, sanatçı olmayanlar arasındakilerden daha çok. Sanatçılar arasında da, sayıca ve nitelikçe, en deli olanlar, tiyatro oyuncuları, yazarlar ve şairler. Şöyle bir düşünüyorum, çağdaşım, arkadaşım, dostum olan şairler, yazarlar arasında hangisi "Benim Delilerim" de yer almaz? En akıllı, en mantıklı görünenimizin bile, akıl almayacak denli delilikleri var. Kimimiz aşırı alıngan, kimimiz saldırgan, kavgacı, kimimiz sürekli cinsel doyumsuz, kimimiz gırtlağına dek kendisiyle dopdolu, nerdeyse kendi kendisinden boğulacak... Hele kendimizi beğenmişliğimiz!.. Şair ille de içer diye öğrendiklerinden, kendilerini her zaman içiyormuş gibi göstermeye çalışanlar... Sonuç alınmamak üzere kendini öldürme cambazlıkları yapanlar... 
    "Benim Delilerim"e girmeleri gereken şair ve yazar dostlarımın çoğunu bu yazı dizisine almayacağım. Kayırmak istediğim için değil, onları çok daha geniş olarak "Birlikte Öldüklerim" ve "Birlikte Yaşadıklarım" adlı iki kitabımda anlatacağım da ondan... Yazmayı tasarladığım o iki kitapta yazar ve şair dostlarımı, salt delilikleriyle değil, tanıyabildiğim bütün yönleriyle anlatmaya çalışacağım. 
    "Benim Delilerim" dizisine girmeye hak kazanmış yazar ve şairleri salt Türkiye'de değil, bulunduğum her ülkede gördüm. Bunlardan biri, ülkesinde ünlü bir yazardır. Kitapları bikaç dile çevrilmiştir. Buna karşın, bu yazar kazandığı ünle yetinmeyen bir doyumsuzdur. Bu yüzden işi deliliğe vurmuştur. Gerçekteyse o, deli olmayan bir delidir. Deliliğin halk üzerindeki çekiciliğinden yararlanmak için, kendisini özellikle deliymiş gibi göstermeye çabalıyor. Kendini zorlayarak delilikler yapıyor. Elbet yaptığı delilikler, kendisini akıl hastanesine kaldırtacak kertede delilikler değil. 
    Sanki delilik, deli olmayan yazarlara göre, yazara bir üstünlük sağlar gibidir. Deli yazarlar, okurlara daha ilginç gelir. Delilikle dehanın, bıçağın sırtı gibi ikiz kardeş olduğu söylenir. Bikaç kitapta örnekleri de gösterilmiştir. Bu yüzden deli görünmeye çalışan yazarlar, akıllı görünmeye çalışanlardan daha çoktur. 
    Sözünü ettiğim yazar deli görünerek salt okurları arasında değil, basında, çevresinde de ilgiyi çekmek, dikkatleri üstüne toplamak istiyor. Delilik bir anlama onun reklamıdır. 
    Deli olmayan deli dediğim bu yazar, her nerde olursa olsun, özellikle taşkın davranışlarda bulunur. Çevresindekilerin dikkatlerini çekecek denli yüksek sesle, hatta bağıra çağıra konuşur, sanki konuşmuyordur da haykırıyordur. Haykırırcasına konuşurken de, salt ellerini kollarını değil, bütün eklem yerlerinden gövdesinin her yanını abartılı devimlerle oynatır. Aşırı neşeli görünür. Her zaman her yerde durmadan içiyormuş da yine de sarhoş olmuyormuş izlenimi vermeye çalışır. Yemek masasının üstündeki vazoda çiçekler varsa, hiçbir neden yokken o çiçekleri saplarıyla yapraklarıyla ağzına alıp çiğner, yutar. Bu yada buna benzer davranışlarının hiçbir nedeni yoktur. 
    Kendisini deli tanıtmak için delişmence davranışlarda bulunan bu yazarı bir gece suçüstü yakalayarak -yani akıllı görünmek isterken - onun gerçekte hiç de deli olmadığını, delilik rolü oynadığını anladım. 
    Resmî bir şölendeydik. O yazar, büyük salonda yine aşırı ve abartılı delişmence davranışlarıyla dikkatleri üzerinde topluyordu ki, salona bir bakan, bir de devlet ileri gelenlerinden bir kadın geldi. Onların gelmesiyle yazar da birden toparlandı. Gözüm üzerindeydi. Az önceki delişmen sanki o değildi. Şölendeki sanatçılardan kimileri, bakanın elini sıkmak, önemli yeri olan kadının elini öpmek için fırsat arıyordu. Ama onlara aldırış etmeyenler de çoktu. Delişmen yazar, el öpmek için fırsat arayanlar arasındaydı. Saygı sunmak, el öpmek için kuyrukta yerini almıştı. Sırası gelince, aşırı saygıyla eğilip o hanımın elini öptü. Terbiyeli terbiyeli konuştu. Sesi hiç de öyle her zamanki gibi haykırır tonda değildi. 
    İçmeden duramaz izlenimi vermek isteyen o yazar, o gece pek çok içmek fırsatı varken hiç de içmedi. İşi delişmenliğe, hatta deliliğe vurup kadınlarla kaba şakalar yaparken, çılgın danslar ederken, o gece kadınlara da düşkünlük göstermedi. Yeri önemli hanımın şölen salonuna gelmesi, delişmen yazarın akıllanmasına yetmişti. 
    O yazarın başka bir delişmenliği de yaşama boş veriyormuş, sağlık koşullarını önemsemiyormuş gibi davranmasıydı. Bu davranışının da sahte delilik olduğunu, bir sabah onu evinin bahçesinde cimnastik yaparken görünce anladım. Yaşama, sağlık kurallarına önem vermeyen insan, ne diye sabah erkenden, hele o yaşta, cimnastik yapsın... 
    Anladım ki o yazar deli değildi, deli görünmeye çalışıyor, deli görünerek bir anlamda reklamını yapıyordu.

Aziz Nesin, Benim Delilerim, Nesin Yayınevi, S.188-190



14 Şubat 2025 Cuma

"İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur."

    (...)
    Ne Zaman İnsan Hakkı Çiğnenir? 
    Türkiye'de kurbağaların, geyiklerin ezilmesi insan haklarına aykırı sayılmaz. (Geyik de bırakılmamıştır ya.) Tavukların baş aşağı taşınması da insan haklarına aykırı sayılmaz. Yaşlı ve tarihsel bir ağacı kesmek de insan haklarına aykırı sayılmaz. Salt sokaklarda değil, plajlarda bile silahlı askerlerin ve kurt köpeklerinin dolaşmaları insan haklarına aykırı sayılmaz. Nüfus sayımlarında devletin sorduğu hiçbir soru insan haklarına aykırı olamayacağı gibi, evlerimize hapsedilmemiz de insan haklarına aykırı sayılmaz. 
    Çünkü bütün bu olaylar, bizim duyarlık antenlerimizi titreştirmez. Peki, biz ne zaman, hangi olaylar karşısında insan hakları çiğneniyor deriz? Bu soruyu yanıtlamak için, içinde yaşadığımız zaman içinde tanık olduğumuz olaylara şöyle bir bakalım. 
    Sanıklar gözaltına alındıklarında, erkek sanıkların kıçına cop sokulmuşsa, işte bunu insan haklarına aykırı buluyoruz. Buna karşılık, söz konusu olay sırasında görev- de bulunan bir emekli orgeneral (üstelik büyükelçi de) bu işlem için cop kullanmanın gereği olmadığını, çünkü ellerinde sırım gibi delikanlı askerlerin olduğunu söyleyerek copların o biçimde kullanıldığını yalanlıyor ve orgeneralin
bu sözleri insan haklarına aykırı bulunmuyor.
    Candarmalar sanıklara dışkı yedirince bunun da insan haklarına aykırı olduğunu anlayabiliyoruz.
    4 Haziran 1989 tarihli Tempo dergisindeki bir haberden:
    "Bu yılın 1 Mayıs bayramına hazırlandıkları gerekçesiyle gözaltına alınan erkek üniversite öğrencileri Emniyet Müdürlüğünün DAL şubesinde birbirlerine cinsel tecavüzde bulunmaları için zorlanmışlar. "Bu işi yapmazsanız dışardan adam getirtir, sizi düzdürürüz!" diye korkutulmuşlardır."
    Sonradan Devlet Güvenlik Mahkemesinin suçsuz bularak salıverdiği erkek üniversite öğrencilerini çırılçıplak helaya sokup birbiriyle cinsel ilişkide bulunmaya zorlamanın işkence ve insan haklarına aykırı olduğunu da anlayabiliyoruz.
    İnsanları kurşunlayıp cesetlerini Kasapderesi'ne yığmanın da insan suçu ve insan haklarına aykırı olduğunu anlamaktayız.
    Filistin askıları, çarmıha germeler, elektrik akımı vermeler, basınçlı soğuk su altında çıplak tutmalar ve daha bunlar gibi gerek dışalım ve gerek kendi buluşumuz işkencelerle delikanlıları erkeklik gücünden yoksun bırakmanın, akıl ve ruh dengelerini bozmanın, kadınlara cinsel saldırıda bulunmanın insan haklarına aykırı olduğunu da biliyoruz.
    Bizim bir edimin insan haklarına aykırılığını anlayabilmemiz için yukarıda  sıralananlar gibi olayların olması gerekiyor. 
    Türkiye'de ve başka ülkelerde insan haklarına değgin bu karşılaştırmalı olaylar, insan hakkı kavramının yere, zamana ve koşullara ve insanların duyarlıklarına göre değişik anlamlara geldiğini ve değerlendirildiğini göstermektedir.

    İnsan Hakları Kavramının Sahibi Olmak
    İnsan hakları da, İslamlık gibi, milliyetçilik, turancılık gibi, sosyalizm ve komünizm gibi, demokrasi gibi Türkiye'ye dışardan gelmiş, yani kökü dışarda bir kavramdır. Biz Türkler, kendi yaratımız olarak, kendi çabamız ve savaşımız sonunda insan haklarına sahip olmuş değiliz. Bütün bu kavramlar, onları elde etmek için yüzyıllarca savaşımlardan geçen, can veren, kan döken ve ancak böylece o hakların gerçekten sahibi olan başka toplumlardan Türkiye'ye getirilmiş, hatta zorla sokulmuştur.
    İslamlık, kendi yaratımız olmamakla birlikte, uğruna yüzyıllarca savaştığımız, kan döktüğümüz, canlar verdiğimiz için çoğunlukça sahip çıkılan dindir. İşte bu yüzden İslamın sahibi olunmuştur. Ama insan hakları, ama demokrasi hiç de öyle değildir. Tanzimat'a dek (1839)bugünkü anlamda insan hakkı kavramına Türkiye yabancıydı. 1839'da Avrupa kapitalizmi (daha çok Fransa ve İngiltere) sömürdüğü Türkiye'de sömürüsünün sürmesi, kendi güvencesi ve kapitalinin korunması için, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi başta gelen insan haklarını gereksiniyordu. Padişah fermanıyla resmen ve padişahtan sonraki basamaklardakilerce de gayriresmî olarak insan yaşamına son verilebilen Osmanlı'da, Tanzimattan sonra insan haklarının ilki olan yaşama hakkı demek olan can güvenliği sağlanıyordu. Sermayenin korunması için gereksindiği mülkiyet hakkı da Tanzimatla  sağlanıyordu. Daha önce "mülk"ün sahibi, "mâlik- ül- mülk" olan Allah ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan devlet, yani padişah (halife) idi.
    Tapu olmayan yerde mülkiyet olamaz. Mülkiyet olmayınca da elbet olmayan şeyin hakkı da olamayacağından mülkiyet hakkı olamaz. Tanzimat'a dek bütün
mülk padişahın olduğundan, mülklerin sınırlarını belirlemek demek olan tapu da gereksizdi. Çünkü mülk demek, devlet demektir. Bütün mülkün ve mülkünde
kullarının sahibi olan padişah için tapu gereksizdi ama, kapitalizm için tapu son kertede önemliydi. Tanzimattan beş-altı yıl sonra ilk tapu yasası çıkarıldı.
    Bir, demek Türkiye'de mülkiyet hakkının tanınması tarihi yüzelli yıl bile değil.
    İki, mülkiyet hakkını Türkiye'ye sokan Batı kapitalizmi yüzyıllar boyunca savaşarak bu hakkı elde etmiş ve bu hakkın sahibi olmuştur.
    Türkiye'de başlıca insan haklarından biri olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olunamadığı, dışalımla eğreti getirildiği ve uğruna yığınsal savaşım verilemediği içindir ki, 12 Eylül 1980 hükümet darbesini yapan beş orgeneralin ve başının buyruğuyla, tıpkı padişahlık döneminde olduğu gibi, bütün partilerin trilyonları aşan değerdeki taşınmazları ellerinden alınmış, buna karşılık milyonlarca partiliden ve partili olmayanlardan ses çıkmamıştır. İnsan haklarının başlıcası olan mülkiyet hakkının gerçekten sahibi olan uygar ve çağdaş ülkelerde, bu hakkın en küçük zedelenme girişiminde bile yer yerinden oynar.

    İnsan Hakları Nedir?
    Önce "hak" üzerinde duralım. Sözlüklerimiz "hak"ı sözcük olarak tanımlamakta. Kavram olarak "hak"ın tanımını veren kaynak bulamadım.
karşılığı olan sözcüklerle eşanlamlı değildir. Türkçede
    Türkçe'de "hak" geçerli olan başka dillerdeki "hak" Sözcük olarak "hak", "Allah", "Tanrı" anlamına da gelir. "Hak", Allah'ın adlarından biridir. "Ya hak!", "Hay hak!"
ünlemleri ve "Hakkın rahmetine kavuştu" sözü de bunu gösterir. Oysa örneğin "hak"ın İngilizcesi olan "right" sözcüğünün Allah'la hiçbir ilişkisi yoktur. 
    Sözcük olarak değil, kavram olarak "hak"ın anlamı nedir? Şöyle bir kavramsal tanım getirmek istiyorum:
    "Herhangi bişeyin var olabilmesi yaşaması ve varlığını koruyabilmesi için gereksindiği herşey onun hakkıdır."
    Burdaki "herhangi bişey" salt nesneler değil, canlı olan cansız olan, somut olan soyut olan, özdek olan kavram ve simge olan herşeydir. Örneğin bir canlının yaşayabilmesi için gereksindiği besin (toprak, su, güneş) onun hakkı olduğu gibi, bir harfin var olabilmesi için bir mekâna, bir seslemin var olabilmesi için bir zamana, bir taşın var olabilmesi için bir oyluma (hacim) gereksinmesi vardır ve bu
gereksinmeler onların haklarıdır. Bu haklarını alamazlarsa var olamazlar.
    Herhangi bir seslemin insanın ağzından çıkıp var olabilmesi için, belli bir zaman aralığı içinde söylenmesi gerekir. Daha kısa bir zaman içinde söylenirse, o seslem
var olamaz (anlaşılmaz).
    Bir harfin yazıda var olabilmesi için belli bir aralık içinde yazılması gerekir. Daha az aralık içine sıkıştırılırsa hakkını alamadığı için var olamaz (okunmaz).
    İnsan hakları da, insanın var olması ve varlığını sürdürebilmesi için gereksindiği herşeydir.
    İnsan, salt somut olarak bir biyolojik ve fizyolojik varlık değildir. İnsanın öteki canlılardan ayrımı, bu somut varlığıyla birlikte ondan ayrı olmayan bir de manevi varlığının (zekâ, bellek, anılar, ahlak vb.) olmasıdır. Öyleyse insan hakları, insanın hem maddi hem manevi varlığını sürdürmesi için gereksindiği herşey demektir.
    İnsan haklarının değişik zamanlarda, değişik yerlerde, değişik koşullarda, hatta aynı yer ve zamandayken değişik kültür düzeyinde olanlarda aynı anlama  gelmemesinin nedeni budur. Çünkü her çağda insanın maddi gereksinmeleri aynı olsa bile -ki aynı değildir - manevi gereksinmeleri aynı olamaz. Kölelik  dönemindeki insan hakları, endüstri devrimi dönemindeki insan hakları,  sömürgecilik dönemindeki insan hakları, devletin bekası için kendi kardeşinin ve çocuğunun bile öldürülmesini caiz gören Fatih Kanunnamesi dönemlerinin insan hakları, Helsinki Sonuç Belgesinin ilanından sonraki insan haklarının aynı  olamayacağı açıktır. Yine örneğin 1989 yılında yaşadıkları zamanın sahibi olanlarla, içinde bulundukları takvim yılından yüzyıl, üç yüzyıl geride yaşayanların insan haklarından anladıkları da aynı şey olamaz.
    Bu açıdan bakılınca, kimi insanlara nüfus sayımlarında evlerine hapsedilmek insan haklarına aykırı görünmezken, kimi insanlara da nüfus sayımında devletin sorduğu kimi sorular insan haklarına aykırı gelebiliyor. Kimi yerde insanlar, gürültüden tedirgin olacakları için evlerinin yakınlarında havaalanı yapılmasını insan haklarına aykırı bulurlarken, kimi yerdeki insanlar da evlerinde hemen
hergün elektriklerinin ve sık sık sularının kesilmesinin artık töre olmasının insan haklarına aykırı olduğunu ayrımsamıyorlar bile.
    İnsan hakları kavramını algılamak bir duyarlılık sorunudur. Bir kişinin  buyruğuyla ellerinden bütün taşınmazlar alınan ve bunun insan haklarının çiğnenmesi olduğunu algılayıp tepki göstermeyen (gösteremeyen) insanların insan haklarının çiğnendiğini anlayabilmeleri için dışkı yedirilmeleri, uygunsuz yerlerine cop sokulmaları, birbirini sapık cinsel ilişkiye zorlanmaları, kurşunlanıp derelere atılmaları, ortaçağda bile görülmemiş işkencelere uğratılmaları gerekiyor ki ancak o zaman canları yanıp da insan haklarının çiğnendiğini anlayabilsinler. Ancak
o zaman "Bu kadarı da olmaz!" diyoruz. "Bu kadarı da olmaz!" demek, "Bu kadarına kadar olanlar olabilir!" demektir. Bu kadarına kadar olanlar olabilirse, bu kadarı da, hatta daha çoğu da olabilecek demektir.
    İnsan hakları kendimizden, evimizden, ailemizden, sokağımızdan başlayıp da devletin en üst basamağındakilere dek uzanan bir duyarlılıktır. (...)

Aziz Nesin, Çuvala Doldurulmuş Kediler, Nesin Yayınevi, S.124-130


18 Ocak 2023 Çarşamba

Gürültü Yapan Komşuya Mektup







Sevgili Kazım Bey’ciğim,

Hiç grev yapmadan, Pazar günleri bile çalışan, apartmanın ikinci katındaki fabrikanızdan dolayı sizi candan kutlarım. Büyük bir icat üzerinde çalıştığınızı tahmin ettiğimden, bu saate kadar kıyıp da fabrikanızın çalışmasını engellemek istemedim.

Ama böyle giderse, her zaman faal olan fabrikanızın altında çalışıp para kazanamayacağımdan, bizim aileyi de geçindirmek size düşecek.
Çok uzun zamandan beri fabrikanız çalıştığına göre, bir büyük gemiyi parça parça yapmakta olduğunuzu tahmin ediyorum.

Herhalde parçaları birleştirip gemiyi yapınca hepimizi şaşırtacaksınız. Artık bugün akşam olmak üzere.

Acaba fabrikanızı bir iki saat paydos edip, biraz da benim çalışmama müsaade eder misiniz ?

Bu iyiliği bir yazardan esirgemeyeceğinizi düşünerek, size hürmet olarak imzalı bir kitabımı gönderiyorum.

En iyi komşuluk duygularımla.

Aziz Nesin

Aziz Nesin'in Gürültü Yapan Komşusuna Yazdığı Mektup

21 Kasım 2022 Pazartesi

Bütün Güneşleri Yalnızlıklar Doğurur

 

Şubat ortasında ılık bir gece
Gecenin ortasından Nil geçiyor yumuşacık
Zaman gibi aktığı görünmeden
Sonsuz gökte tek yıldız kocaman

Senin aklında hiçbişey
Benim aklımda herşey sandığım tek şey Yanyana ama can cana değil
Ne denli uzaklaşmışız birbirimizden

Dürbünün iki ucundan bakıyorum
Bu çöl gecesinde küçüle küçüle yitiyorsun
Bir de bakıyorum şiirime doğmuş bir güneşsin
Artık biliyorum bütün güneşleri yalnızlıklar doğurur 

Aziz Nesin (Varlık 1032, Eylül 1993)

16 Kasım 2022 Çarşamba

Hasan Beyin Kitabı Çıktı !..

 


Eğer işiniz yazarlık değilse, o akşamki sevincimi anlamanız zordur. O gün akşama kadar biyerlerden üç beş kuruş gelir diye bekledim, gelmedi. Romanımın tefrika edildiği gazeteye gittim. Bütün paraları kağıda yatırmışlar. Hikâye yazdığım dergiye gittim.

- Bugün para ödeme günümüz değil, dediler.

Fıkra yazdığım gazeteye uğradım.

- Bir sürü avans çekmişsin. Veremeyiz! dediler.

Kitabımı basan yayınevine uğradım. Orada da para yok.

Gün, Haliç'in batak kokulu sularında sönerken, benim de son umudum erimişti. (Şiir gibi laf ettiğimi lütfen kabul buyurun!)

Ankara caddesinden aşağı inerken,

- Hay şu parayı icat edenin... diye sövüp sayıp duruyordum kendi kendime.

Arkamdan biri,

- Hasan Bey! diye seslendi.

Adını, sanını, neyin nesi olduğunu bilmediğim biriydi ama sık sık görürdüm. Selâmlaşırdık da...

- Kaç gündür sizi arıyordum, dedi.

Arayan polis, savcılık, icra memuru, alacaklı olmazsa, aranmak güzel şeydir.

- Bir dergi çıkaracağız, sizden de yazı rica ediyoruz.

İçimde nasıl bir umut ışığı yandı anlatamam. Hemen yol üstünde, şişkin çantamı bir dizime dayadım. Çantamdan çıkardığım tomarla yazılarımı övmeye başladım.

- Nasıl bir yazı istiyorsunuz? Bunlar aşk üzerine... bunlar macera yazıları... bunlar oturaklı yazılar. Hikâye isterseniz, birkaç hikâyem var, "şaheser" vallahi... Yoksa şiir mi istiyorsunuz? Şiir de var. Eğer edebiyat dergisiyse eleştirme vereyim. Yok bir fikir dergisiyse inceleme yazılarım da var. Yoksa magazin mi çıkarıyorsunuz? Öyleyse size seksoloji üzerine bir yazı vereyim.

Malın bu kadar bolluğu karşısında adam şaşırdı. Akşam pazarı diye çantamı dolduran bütün yazıları on liraya verebilirdim. O bir mâcera hikâyesi seçti. Ayaküstü hikâyenin konusunu bir anlattım ki adam heyecanlandı. Bu anlattığımla hikâyenin ilgisi var mı, yok mu bilmiyorum. Ne olursa olsun ben on lirayı cebime koymuştum.

Beni asıl sevindiren iş bundan sonra oldu. Köprüye gelince, bir de baktım bütün gazete satıcıları bar bar benim adımı bağırıyorlar. Doğrusu bu, bir yazarın hoşuna gider. Bir yazarın adının bağırıla bağırıla kitabının satılması ne demek! "Satılması" mı dedim? Kitabı satmak için gazete satıcıları bağırıp duruyor ama, kimsenin bir tek kitap aldığı yok. Ne kitap alıyorlar, ne de aldırış ediyorlar.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı!

Köprünün Kadıköy iskelesindeki bütün gazeteciler böyle bağırıyorlardı.

Dudaklarımı tutamadım. Birden ağzım yayıldı, genişledi. Sonra, birisi beni böyle görür de tefe koyar diye kendimi toparlamaya çalıştım ama, elde mi? Kulaklarıma varan ağzımı bitürlü toparlayıp, dudaklarımı birleştiremiyorum. İki dudağım, sanki yedi beygir kuvvetiyle gerilmiş, birbirinden ayrılmış. Dudaklarıma söz geçiremeyince, hiç olmazsa ele güne karşı dişlerimi gizlemek için elimle ağzımı kapadım.

Beni kınar mısınız bilmem. Sizin de bir kitabınız çıksın, gazeteciler adınızla bağırıp kitabınızı satmaya çalışsınlar da bakalım ne oluyorsunuz? Hoşunuza gider mi, gitmez mi? Uzaktan bakıp insanlarla alay etmek kolay.

Gazeteci kulağımın dibinde direk direk bağırıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktıııı...

Sesi de beter mi beter ama bana dünyanın en yanık, en içli sesiymiş gibi geliyor.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı.

Her yandan kendi adımın, kitabımın adının bağırıldığını duyuyorum. Sanki akşamın o saatinde Köprü iskelesindeki kalabalık arasında değilim de, ılık esintili bir ormandayım. Dört bir yanımdan altın sesli bülbüller şakıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı...

Durup dinliyorum, durup bakıyorum. Sarhoşluk diye işte ben buna derim. Ama yavaş yavaş şu insanlara kızmaya başladım. Şunca kalabalığın içinden biri, gazetecilerin çığlıklarına kulak asmıyor, ne dersiniz? Başlarına bile çevirmeden geçip gidiyorlar. İçimden ortaya fırlayıp

- Sağır mısınız? Duymuyor musunuz? diye bağırmak geliyor.

Bre Tanrı kulları, içinizden bir kişi de, "Şu Hasan Yazman neler yazmış bakalım..." diye bir kitap almaz mı!

Vallahi almıyorlar. Haydi Hasan Yazman'a acımıyorsunuz, demindenberi bağırmaktan damakları kuruyan gazetecilere de mi acımıyorsunuz? Kişioğlunun yüreğinde bir çimdiklik acıma duygusu kalmışsa yuh olsun bana. İnad etmişler, almıyorlar işte...

Gazetecilerin ağzından adımı, duymaktan büyülenmişim de oradan bitürlü ayrılamıyorum. Bir tanıdık beni böyle görüp, alay edecek diye de çekiniyorum.

Efendim, biz okumuyoruz. Okumayınca ne olur? Memleket ilerler mi? İlerlemez elbet... İşte ilerlemiyoruz. İskele öyle kalabalık ki bir adım bile ilerleyemiyoruz. Şurdan bir kitap alsanız ne olur sanki... Batar mısınız? Yok, yok, biz okumuyoruz. Okumayınca da sonumuz kötü. Neye ilerlemediğimiz şimdi anlaşıldı. Birtakımları, tutulan balıkları beceriksizliğimizden satamayıp denize döküyoruz da ondan bitürlü ilerliyemiyoruz, diyor. Üniversiteye muhtariyet verilmediği için ilerliyemediğimizi söyleyenler de var. Kimisi de çöpleri sokağa attığımız, yollara tükürdüğümüz için bitürlü ilerliyemediğimiz düşüncesinde. Bana kalırsa, ilerlemeyişimizin nedeni ne denize dökülen balıklar, ne üniversite muhtariyeti, ne de yollara tükürmemiz. Okumuyoruz da ondan. İnsan şuradan bir kitap almaz mı yahu?

Gazetecilerin bağırmalarına dayanamadım, içim acıdı. Yavaşça birine sokuldum, iki lirayı uzattım.

- Ver şu Hasan Yazman'ın kitabından, dedim.

Gazeteci,

- Bir tane mi? dedi.

Param olsa hepsini alırım ama, bende o şans nerede? Bir yazar, adının şöyle rezil olmasındansa, en iyisi kendi kitaplarını kendisi satın almalıdır.

Gazeteciden aldığım kitabı kimse görmesin diye hemen çantama attım. Bir bildik görürse, yarın Babıâli'de, "Kendi kitabını satın alıyor enayi!" diye davul çalar.

Ben bir kitap alınca gazeteci coştu. "Yangın var! İmdat!" diye bağırır gibi,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bar bar bağırıyor, iskeleyi çın çın öttürüyor.

Artık kendimi zor tutuyorum. Neredeyse,

- Yurttaşlar! diye bağıracağım. Şu gazetecilerin çığlık çığlık Hasan Yazman diye bağırdıkları adam, işte benim. Bu kitabı da ben yazdım!

İskeledeki gazete satıcılarının arkasından fırfır dönüyorum. Yanılıp da bir insanoğlu da benim kitabımdan alacak mı diye kolluyorum. Hayır, almıyorlar. Artık buna dayanılır mı? Bu sefer başka bir satıcıdan bir kitap daha istedim. O da,

- Bir tane mi? diye sormasın mı!

Şuna bak hele... Bulmuş da bunuyor. Şurda benden başka kitap alan var mı? Toptan kaldıracak değilim ya...

Ben kitabı alınca satıcı öyle bir aşka geldi ki, bağırmasından insan sağır olacak.

Derken iskelenin kapısı açıldı, vapura dolduk. Gazete satıcıları da bizimle birlikte vapura girdiler.

- Hasan Yazman'ın yeni kitabı çıktı... diye bar bar bağırıyorlar.

Dört bir yanıma baktım, tanıdık kimse yok, yavaşça bir kitap daha satın aldım. Hani ben kitap alırsam, gazete satıcıları büsbütün bağırınca başkaları da alacakmış gibi görünüyor. Ne gezer... Benimkisi avuntu.

Vapur bir kalksa, satıcılar da vapurdan iskeleye doğru atlarlar, ben de bu sıkıntıdan kurtulurum. 

Efendim, en iyisi yazar dediğin zengin olacak. Kitaplarını bedavaya dağıtacak. Okuyanlara da ayrıca para verecek, ya da birer hediye alacak. Şu gazete satıcıları da bu kadar bağırıp çağırdıktan sonra bir kitap satılmazsa, artık ne yapsan satılmaz.

Vapur bitürlü kalkmıyor. Ellerinde benim kitabım, salona gazete satıcılarının biri girip biri çıkıyor. Bir kitap daha alacağım ama, üst üste kitap aldığımı görenler kitabı benim yazdığımı çakacaklar. En iyisi yer değiştirip, başka bir yerde kitabı satın almak. Güverteye çıktım, Orada da,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bağırıyorlar.

Her yerde adım geçiyor diye sevindim. İster satılsın, ister satılmasın, satıcılar adımı bağırıyorlar ya. Bir kitap da güvertede aldım. Hem ben neye kaygu çekiyorum kuzum? Bu benim kitabım hiç satılmasa gazeteciler boyuna adımı bağırırlar mı böyle? Elbette satılıyor. ama terslik olacak, satıldığını ben göremiyorum. Birisinin aldığını bir görsem, hemen atılıp,

- Satın aldığınız o kitabın yazarı benim, adınıza imzalayayım... diye elinden alacağım. Ama bitürlü kitabımı alanı göremiyorum.

Cebimde de sattığım yazıdan ancak bir kitap daha alabilecek para kaldı. Gazete satıcılarından birinin arkasına düştüm. Bakalım, bir tane olsun satabilecek mi diye izliyorum. Kimse görmesinde diye de köşeleri siper alıyordum.

Düdük öttü, vapur kalkmak üzere. Son paramla bir kitap daha alıp hiç olmazsa satıcıyı sevindirmek, hem de coşturmak için ona doğru giderken, iki gazete satıcısı karşılaştı. Ben makine bölmesini siper almıştım. Biri öbürüne,

- Sattın mı? diye sordu.

Öbürü de,

- Bırak yahu, dedi. Ben böyle cimri yazar görmedim. O kadar bağırdım da topu topu bitek kitap aldı.

- Benden hiç almadı ya...

- Ben yazar diye Rıza Bey gibisine derim. Kitabı çıkınca onar onar alır.

İskele çekilirken vapurdan atladılar.

Köprüdeki gazete satıcılarının bütün yazarları tanıdıklarını ben nereden bileyim? O günden sonra kitabım çıktı mı Köprünün Kadıköy iskelesine bir ay uğramam. Kendi kitabımdan onar onar alacak param olmuyor da ondan. Hiç olmazsa gazete satıcılarının yanında iki paralık olmayalım.

Aziz Nesin

Deliler Boşandı. S.57-63  (Tekin Yayınevi, 5.Basım, 1975)





20 Aralık 2016 Salı

Nesin ?


"1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için, insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

Dünyanın en cimrileri “Eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan” gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazılabilecek bir zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çeviker” soyadını almıştı.

Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılık anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.

Hertürlü yağmada hep sona kaldığım için, güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin?” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim, istedim.

Aziz Nesin

18 Ağustos 2016 Perşembe

Fil Hamdi Nasıl Yakalandı

İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:
“Otuzbeş yaşında, uzun boylu, ikiyüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş ablak çehreli, kahverengi gözlü, “Fil Hamdi” adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük bir dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polis memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahkikat, takibat ve tetkikat sonunda Fil Hamdi’ nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetiniz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yolunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmayarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi’ nin fotoğraf ilişiktir.”
***
Taşra vilayetlerinin birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:
Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi. 
Hııı... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.
Bir resim çıkarır, arkadaşına gösterir.
O değil be Ramazan. O senin resmin ! 
Hıı... Bayramda çektirmiştim. Nasıl! 
İyi ama, acık gülseydin be!... Şu Fil Hamdi’nin resmini bul...
Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır:
Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut? 
O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali... 
Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan !
Mahmut’la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi’nin resmini ararlar.
Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak... 
Bak nasıl bakıyor etrafına? 
Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi !
Şüphelendikleri adamın yanına giderler.
Hemşerim, şöyle dursana...
Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.
Bir de yan dur bakayım.
Ah, benzemiyor bu Ramazan.
Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.
Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.
***
Başka bir taşra vilayetinin Pazar yerinde iki memur konuşuyor:
Ayıp oldu be Şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi’yi yakalayamadık. 
Şu adam olmasın ? 
Belki de odur. Soralım.
Adamın yanına giderler:
Bayım senin adın ne? 
Mustafa...
Birbirinin kulağına:
Mustafa, diyor. 
Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor. 
Aklı sıra bizi kandıracak. 
Bayım, biraz gelir misiniz ?
***
Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor:
Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiç birini beğenmedi. 
Şu bizim komiser de ama müşkülpesent haaa... 
Hişşşt! Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak ! 
O be... Ta kendisi ! 
Ama gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif... 
Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı ? 
Öyle ya... Ama bu esmer, Fil Hamdi kumralmış. 
Dağda, bayırda gezmekten rengi atmıştır. 
Haklısın. Yalnız birader, bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi’nin saçları dökülmüş diye yazıyordu. 
Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peruk takmıştır. 
Ne duruyoruz ? Yakalayalım.
Adama yaklaşırlar.
Adın ne senin ? 
Hamdi...
Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.
Yürü bakalım karakola... Haydi ! 
Ne var ? Ne oldu ? 
Fazla sorma ! Karakolda öğrenirsin.
***
Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis, yoldan geçen bir adam yakalarlar.
Aç ağzını ! 
Ağzımda bir şey yok ki benim. 
Madem bir şey yok, açarsın.
Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar.
Polisin biri öbürüne sorar:
Baksana şu evraka kaç dişi yoktu ?
Öbürü evrakı okur:
Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama..
Polis memuru, adamın dişlerini sayar:
Bir, iki, üç... dört... Oynama be. Şaşırttın... Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi dört... yirmi dört dişi var. 
Yirmi dört mü? Kaç dişi eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun ? 
Sekiz... 
Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektirmiştir. 
Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok... 
Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu ? 
Yazmıyor, unutmuşlardır. Bu canım, bu... Ta kendisi... Köpek dişine baksana, altın kaplama... Bayım, gel bizimle beraber. 
Nereye ? 
Karakola ! Yürü !...
***
Taşra vilayetleri Emniyet müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu.
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın yeter olup olmadığının, araştırmaya devam edip etmeyeceğimizin emir buyrulmasını saygı ile rica ederim.”
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi’ler sevkedilmiş olup, gözden ve peyderpey sevkedileceğini saygı ile arz ederim.”
***
İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:
“Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi’lerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim.”

Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.

Aziz Nesin,  Fil Hamdi adlı kitabından


4 Temmuz 2015 Cumartesi

Dayanın Yurttaşlarım


    Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ, ortası bağ, suları şırıl şırıl, gökleri pırıl pırıl bir ülke varmış. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış. Bunların arasında sürüngenler, zehirli böcekler, örümcekler de elbet bulunurmuş. Ama bunlar, başka yerlerdekinden ne çok, ne az olduklarından hiç kimsenin gözüne batmazmış.
    Bu ülkenin başında bir kişi bulunurmuş. Buna "Başbay" denirmiş. O ülkede başbaylık seçimle olurmuş. Başbay olmak isteyenler, adaylıklarını koyarlar, seçmenler de bunların içinden beğendiklerini Başbay seçerlermiş. Hangi adayın aldığı oy çoksa o, Başbay olurmuş.
    Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler, zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar, kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış. Yılanlar, kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar en almış. örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen kertenkelelerin yeni doğan yavruları bile timsahtan büyük olurmuş. Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış. Yarasaların kanatları çadır kadar genişlemiş.
    Aklı ergin, derin bilgin, erdemli kişiler, bu işin nedeni üstünde kafa patlatmışlar, düşünmüşler, ama bir türlü bu zararlı yaratıkların neden günden güne büyüyüp çoğaldıklarını anlayamamışlar.
    İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya, ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş. Bu öyle bir keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara kanını emdirtmeden duramazmış. Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş. Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar, her gün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini zehirletenler, giderek iki günde bir, her gün, daha sonra da günde bikaç öğün kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
    Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler, nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol aramışlar. Ama öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle düşünenlere karşı dururlarmış. Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
    Yarasalar, .örümcekler, akrepler, kırkayaklar durmadan insanları sokmaya hız verdiklerinden, zehire alışanlar günden güne çoğalıyor, öbürleri hergün biraz daha azınlıkta kalıyorlarmış.
    Gel zaman git zaman, bu zehire alışanlar o kadar çok zehirlenmeye başlamışlar ki, gitgide yüzleri gözleri, elleri ayaklan değişmeye başlamış. Kendilerini yılanlara sokturanların, her gün birer parça, birer parça derilerinin rengi yeşile kaçıyor, vücutları uzuyor, kafaları küçülüyor, bir zaman sonra büsbütün yılan olup çıkıyorlarmış. O zaman yılandan hiç ayrımsız, yerde sürünmeye başlıyorlar, başkalarını sokmaya, zehirlemeye çalışıyorlarmış. Bitakımlarının da parmakları, tırnakları, elleri, ayakları gitgide inceliyor, uzuyor, yeniden eller ayaklar çıkıyor, yavaş yavaş derken günün birinde iri bir örümcek oluyorlarmış. Ondan sonra başka insanların üzerine atılıyorlarmış. Böyle böyle derken, zehirlenen insanlar da, kanlarına karışan zehirin etkisiyle günden güne yılanlaşmaya, çıyanlaşmaya, yarasalaşmaya, solucanlaşmaya, sürüngenleşmeye başlamışlar.
    Ötekiler, insan kalmak için direnirlerken, her elveren yerde dillerinin döndüğü kadar,
    - Yurttaşlar!.. İnsanlığınızı koruyun, örümcekleşmeyin, akrepleşmeyin!.. diye bağırırlar, söylerler, ama dinletemezlermiş.
    Zehirlenip değişenler gitgide çoğaldıklarından, böyle söyleyenlere,
    - Hainler, alçaklar !.. diye bağırır, üzerine yürürlermiş.
    İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa, örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
    O ülkede aydın kişiler de varmış. "Başımıza gelenler nedir? Bundan yurttaşlarımızı nasıl kurtarırız, koruruz?" diye düşünmeye başlamışlar. Her aydın kendi kafasına göre buna bir yol bulmuş. Kimi,
    - Zehire alışa alışa sürüngenleşenler, örümcekleşenler, artık insan sayılmazlar. Onlarda insanlığın ne biçimi kalmış, ne özü... Bunun için de Başbay seçimine katılmasınlar!.. demiş.
    Her ne kadar biçimleri insan değilse de, ilk gelişleri, doğuşları insan. Çünkü, bunların çocukları yine insan doğarmış. Kanlarına zehir katılmazsa, hep insan kalırlarmış.
    O ülkedeki aydınların kimisi de,
    - İnsan kalmak için, çatalla yemek yensin!.. demiş.
    "Ütülü pantolon giymeli" diyen, "Her gün tıraş olmalı" diyen doluymuş. Ama bunların hiçbiri, insanların insanlığını korumaya yetmezmiş.
    O zaman, o ülkenin aydınları, "Bir de başka ülkelere bakalım. Oralarda da biçimini, kalıbını, içini, özünü değiştirenler var mı? Varsa, neler yapıyorlar? Bunu nasıl önlüyorlar, gidip görelim!" demeye başlamışlar. Dedikleri gibi de, başka ülkelere gidip, oralardaki insanları incelemişler. Sonra, oralarda görüp öğrendiklerini, kendi ülkelerine uygulayıp, yurttaşlarına yararlı olmak için, evlerine, çocuklarına dönmüşler. Yine eskisi gibi herkes kendince bir düşünce sürmüş ileri. Kimisi,
    - Evlere daha geniş pencereler açalım!.. demiş.
    Kimisi,
    - Başka ülkelerden örnek insanlar getirelim!.. demiş.
    Kimisi de,
    - Bizimkileri başka ülkelere gönderelim, oralardaki insanları görsünler!.. demiş.
    "Günde üç kere zıplamak gerek." "Yatakta sol yana yatmalı." diyenler bile varmış. Yalnız bunların aralarında kafası işleyen biri çıkmış.
    - Beni dinleyin, demiş, ben sürüngenlerin, böceklerin neden çoğalıp geliştiklerini anladım. Yeryüzünün başka ülkelerine bakıp, bunu öğrendim. Bir hava esiyor, bu hava sürüngenlere, böceklere o kadar yarıyor ki büyüyorlar, çoğalıyorlar. Şimdi iş, bu havanın esmesine engel olmakta. Bu hava da, doğu yönünden esiyor. Gezip dolaştığım yerlerde gördüm. Doğudan esen bu havayı kesen dağ dibinde kurulmuş ülkelerde, bizde olanlar olmuyor. Aklımızı başımıza toplayıp, büsbütün iş işten geçmeden, doğudan esen hava yolunu kapamalıyız. Yoksa hepimiz, günün birinde değişip insanlıktan çıkacağız, yılan çıyan olacağız.
    Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş. Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
    O, ülke düşmanlardan korunmak için çepçevre kale duvarlarıyla çevriliymiş, Bu kalın duvarların her biyana kapıları varmış. Ülkenin insanları, doğu kapısını kapamaya çalışırlarken, öbürleri de kapatmamaya çalışırlarmış. İnsanlar kapıyı içerden itmeye, öbürleri dışardan dayanıp kapatmamaya uğraşırlarken seller gibi kanlar akmış. Ama sonunda içerdekiler başarı kazanmışlar, doğu kapısını sıkıca kapamışlar. Öbürleri de kapının dışında kalmışlar. Bu düşünceyi ileri sürüp başarı kazanan kişi, o ülkeye Başbay olmuş. Yurttaşlarına,
    - Sakın, demiş, bu kapıyı aralamayın ! Bir kere aralarsanız, sonunu alamazsınız. Bu böyle bir kapıdır ki, bir parmak aralansa, günün birinde ardına kadar açılır.
    Bir zaman sonra bu akıllı kişi ölmüş. Onun yerine başkaları seçile seçile Başbay olmuşlar.
    Yine eskiden, her yerde, her zaman olduğu gibi o ülkede de sürüngenlerle öteki böcekler varmış ama, doğu kapısı kapalı olduğundan, doğudan hava girmediği için, bunlar olduklarından daha çok büyüyemez, üreyemezlermiş.
    Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek. O zamanın Başbayı, düşünmüş taşınmış, öbür adaydan üç oy daha çok alsa seçimi kazanacak.
    - Ben şu kapıyı üç oyluk aralarım!.. demiş.
    Dediği gibi de yapıp, Başbaylığı başkasına bırakmamış.
    Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar kapıyı aralamışlar. Biyandan da kapı temelli açılmasın diye, kendi adamlarına, kapıyı ardından ittirirlermiş. Kapı on oyluk, yüz oyluk, bin oyluk aralana aralana, gün gelmiş, ardına kadar açılmış.
    Gelgelelim Başbaylar, kapının hepten açık kalmasını istemediklerinden,
    - Dayanın, içerden itin! diye de kendi adamlarına emirler verirlermiş.
    İçeriden ite, dışarıdan ite, kapı kendi ekseni üstünde fır fır dönmeye başlamış.
    İşte o zamandan beri o ülkede doğu kapısı fır fır döner, ama Başbaylar da, hiç durmadan,
    -Dayanın yurttaşlarım, dayanın !.. diye bağırırlarmış.

Aziz Nesin

Memleketin Birinde adlı kitabından

Eski Roma'da Yaşayan Biri


    Anlatacağım olay, milattan önce 128 yılında geçti. Dikkat buyurun, geçmiş demiyorum, geçti diyorum. Ben bu olayı tarih kitaplarından almadım, kendi başımdan geçti.
    "Tenasüh" denilen ruh göçüne, yani şimdiki insanların çok daha önceki yıllarda başka kişilerin, hatta hayvanların kalıplarında yaşadıklarına inanır mısınız? İster inanın, ister inanmayın, bu beni ilgilendirmez. Ben dün gece, bundan ikibinseksendört yıl onceki hayatımı yeni baştan yaşadım. Daha "ruh-ül-kudüs" ebedi bakire Hazret-i Meryem'in karnına girmemiş, yani ortada Hazret-i İsa'nın ne adı, ne sanı var. Yıl, milattan önce 128... Ben Romalı bir yurttaşım. Plafium dağının eteğinde çok geniş bir bahçe içinde büyük bir villam var. Üç gece önce villama bir sürü konuk geldi: Valustus, Yulius Perus, Sompeius, Tiseron ve daha başkaları. Bütün dostlarım gelmişlerdi. Siz bunların hiçbirini tanımazsınız. Onun için kimler olduklarını kısaca anlatayım. Dostum Valustus, ünlü bir gladyatördür. Daha geçenlerde Kolesseum 'da çok tanınmış bir gladyatörle dövüştü. Bu sıkı dövüşü görmenizi çok isterdim. İki gladyatör ortaya çıkınca, Kolesseum' u dolduran altmışbin kişinin uğultusu insanı sağır edecek kadar yükseldi. Şimdiki zamanda parti toplantılarında, bir de milli takımların futbol maçlarında ancak bu kadar gürültü olur. Dostum Valustus, saygıyla Konsül'ün locasına döndü, Konsül' ü selamladıktan sonra,
    - Elveda saygıdeğer konsülümüz, Şimdi ölecek olanlar seni selamlıyor!.. diye bağırdı.
    Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz'e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı. Yerdeki gladyatörün, pınl pırıl parlayan tunç zırhlarının altında göğsünün kalaycı körüğü gibi nasıl inip çıktığı görülecek şeydi. Yenik gladyatör, elinin iki parmağını konsüle doğru uzattı. Öldürmemesi için af diliyordu. Coşan seyirciler,
    - Ölüm, ölüüüüüm!.. diye bağırdılar. Bu, tıpkı, futbol maçlarında seyircilerin,
    - Kovaaa! Kova! Ye onu!.. diye bağırmalarına benziyordu.
    Konsül, aslan pençesine benzeyen elini, locasının önünü örten, altın sırma işlemeli kadifeye uzattı, güldü. Başını yavaşça aşağı indirdi. Bu, Valustus'a işaretti. "Düşmanın işini bitir!..." diyordu. Valustus, mızrağını kaldırdı, yerdeki düşmanın kalbine sapladı.     İşte, dostum Valustus, böyle bir adamdır.
    Çağırdıklarımdan öbürü Yulius Perus benim savaş arkadaşım. Ünlü bir generaldir.
    Hellenizm krallığını yıkan ordunun başındaydı.
    Dostum Sompeius'e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici'ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.
    Dostum Tiseron gençliğinde Roma'nın en iyi araba yarışçısıydı. Şimdi şiirler, piyesler yazar.
    Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi. Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük. Şimdiki açılış törenlerindeki ziyafetler gibi bişeydi bu. Üç gün sonra kendimize gelebildik.
    Banyodan sonra vücuduma kokular sürdüm, harmaniyemi omuzuma alıp dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Komşum Plebius'un villasına gittim. Plebius,
    - Yarın ava çıkacağız, adamlarınla hazırlan!.. dedi.
    - Yarınki iş kolay, dedim, bugün ne yapacağız?
    Plebius parti arkadaşımdır. Bizim partiye büyük hizmeti vardır.
    - İstersen yarışlara gidelim, dedi, iddialı koşular var.
    - Yorgunum Plebius... dedim.
    - Öyleyse Büyük Amfi'ye gidelim, iyi oyun var.. dedi.
    Dostum Plebius'la Büyük Amfi'ye gittik. Hesapianus'un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus'a çatar yada Kuria Meclisine... Ya Konsül'ü yerer, yada Pretur'u. Kaç defa "Şu herifin işini bitirelim, şölende zehirli şarap verelim..." dedim. Bizim felsefeci Sompeius,
    - Roma cumhuriyettir. Bir cumhuriyette böyle şey olmaz. Herkes istediği gibi yazar da söyler de... dedi.
    Çok kızıyorum bu Hesapianus denen hergeleye. Ben Konsül'ün yerinde olsam, onu sirkte kudurmuş aç kaplanlara parçalatırdım. Onun leşini yiyen kaplanlar bile zehirlenirdi, pis herif..
    Halka da kızıyorum. Şu hergelenin yazdığı oyun oldu mu, Büyük Amfi'yi tıklım tıklım dolduruyorlar. Ama gelenlerden çoğu Pleb'ler. Patrici'lerden, yani öz yurttaşlardan pek az gelen var.
    Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu. Çok canım sıkıldı. Söve saya villama geldim. Ama ne o? Ne oluyor? Villamın önünde bir kalabalık. Kölelerim dışarı fırlamışlar.
    - Ne oluyor?.. diye sordum.
    Kölelerimden biri,
    - Efendimiz, dedi askerler oğlunuz Kabakius'u tutuklamaya geldiler.
    Oğlumu tutuklamaya gelen askerlerin başında dostum Yulius Perus vardı.
    - Bu ne iş bre Perus? Oğlumu neden tutukluyorsunuz?.. dedim. Perus,
    - Sebebini bilmiyorum ama, söylentilere bakılırsa, oğlun Kabakius bir şiir yazmış. Şiirin bir mısrasında "Roma'ya giden yollar kapalı" demiş.
    - E, bunda ne var? Lağım çukurları kazıldığı için yollar kapalı. Yalan mı söylemiş?
    - Belki de suçu bu değildir. Belki budur. Bilmiyorum. Herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemek bazan suç olur. Mercimekius'un neden öldürüldüğünü hatırlarsan. Roma'nın cumhuriyetle yönetildiğini herkes bildiği halde o, "Roma bir cumhuriyettir!" diye bağırdığı için öldürülmüştü. Ben tutuklama sebebini bilmem. Ama elimde tutuklama buyruğu var.
    - Yulius Perus, bu emri kim verdi? Çabuk söyle Jupiter hakkı için leşini sereceğim onun.
    Hançerimi kınından çıkardım. Yulius Perus elindeki kağıtları uzattı:
    - İşte senin düşmanın bu kağıtlar, dedi. Emir burada. Mars'ın üzerine yemin ederim ki, oğlunu ben kendiliğimden tutuklamıyorum. Sen de bilirsin ki ben ancak görevimi yapıyorum.
    - Evet, görev görevdir, dedim. Ama sana bu buyruğu veren kim?
    - Bucak Müdürü Polakius.
    Harmaniyemi savura savura Bucak Müdürü Polakius' e giderken yolda dostum felsefeci Sompeius'la karşılaştım.
    - Beberius, nedir bu telaşın, arkadan cehennem tanrısı mı kovalıyor?.. dedi.
    - Plüton beni çarpsın ki, bu Bucak Müdürü Polaikus'un canını cehenneme yollayacağım. Oğlum Kabaikus'un tutuklanması için buyruk çıkarmış.
    - Polakius kendiliğinden bişey yapmaz. 0 da biyerden emir almıştır.
    - Ben halis yurttaş patrici'lerden değil miyim Sompeius?.. diye sordum.
    - Evet, dedi, sen eski bir Romalısın. Romalı ana babadan dünyaya gelen soylu yurttaşsın.
    - Ben toprak, çiftlik ve köle sahibi değil miyim?
    - Evet Beberius.
    - Bu herifleri iş başına getirmek için oy vermedim mi?
    - Verdin Beberius.
    - Öyleyse bu iş bana yapılır mı? Bu haksızlık değil mi?
    - Haksızlık Beberius.
    - Öyleyse bu haksızlığı yapan bir suçlu var. Jüpiter hakkı için onu öldüreceğim.
    - Yemin etme Beberius. Eğer gerçek suçluyu bulabilirsen öldüremezsin. Hançerin suçlunun kalbine değil, kınına girer.
    - Büyük yemin ettim. Görürsün... dedim. 
    Harmeniyemin eteklerini uçura uçura, hançerim elimde, fırladım. Bucak Müdürü Polakius'a,
    - Doğruyu söylediği için oğlumu tutuklayan sen misin?.. diye sordum.
    - Benim suçum yok, işte kaymakamın verdiği yazılı buyruk... dedi.
    Kaymakama koştum. O da,
    - Ben aldığım emri yapıyorum, o kadar, dedi. İşte Roma Valisi Zıbarius'un emri. Valiye koştum.
    - Oğlumu sen mi tutukluyorsun?
    - Hayır Beberius. Doğru söylediği için bir gencin tutuklanmasına ben de üzüldüm.
    - Öyleyse suçlu kim? Bana bir sürü kağıt parçaları, dairelerin taş duvarlarını gösteriyorlar. Oğlumu, doğruyu söyledi diye bu kağıtlar, bu mermer duvarlar mı tutukluyor? Kağıtları mı hançerleyeyim ? Duvarları mı dişleyeyim ? Söyle, düşmanım kim?
    Zıbarius da bir sürü kağıt uzattı,
    - İşte Tribuna Meclisi' nin emri, dedi, üstünde üç tribün'ün imzası var. , Hemen soluk soluğa tribünlere koştum
    - Ben Roma için kanım döken Beberius değil miyim?
    - Kahraman Roma yurttaşı, partimizin en iyi üyesi Beberius' u selamlanz... dediler.
    - Selam da, kahraman da yerin dibine batsın! diye bağırdım. Oğlumu siz mi tutukluyorsunuz?
    - Biz bu işi nasıl yaparız? dediler. Konsül emir verdi.
    - Konsül mü? İsterse Konsül olsun, bu haksızlığın cezasını çekecektir.
    Hançerim elimde Konsül Oktamirus'un karşısına çıktım.
    - Söyle, benim düşmanım sen misin?.. diye bağırdım. 
    Konsül Oktamirus,
    - Çıldırdın mı Beberius, dedi, ben kral değilim, diktatör de değilim. Roma cumhuriyetle yönetiliyor. İşte oğlunun tutuklama emri burda.
    - Yine mi karşıma kağıtlar çıktı? Oğlumu bu kağıtlar mı tutukluyor? Birisi çıksın karşıma!
    - Bu emri Senatus verdi, Beberius. Senatus üyelerinin kararıyla oluyor.
    Rüzgar gibi fırladım. Mutlaka düşmanımı bulacaktım. Yolda o uğursuz herife rastladım, hani Şu Senatus aleyhinde yergiler, taşlamalar, alaylar yazan oyun yazan Hesapianus'la karşılaştım.
    - "Roma'ya giden yol kapalı" dediği için oğlumu tutukluyorlar Hesapianus, dedim. Bu haksızlık değil mi?
    - Evet, haksızlık... dedi.
    - Bu haksızlığı yapan kim? Düşmanım kim? diye soruyorum, bana üstünde emirler yazılı bir sürü kağıt gösteriyorlar. Söyle, ben kağıtları mı parçalayayım? Bu haksızlığı yapan suçlu nerede?
    - Suçluyu ne yapacaksın?
    - Jupiter hakkı için leşini akbabalara yem yapacağım. O da tıpkı dostum felsefeci Sompeius gibi.
    - Suçluyu bulsan bişey yapamazsın... dedi.
    - Yapamaz mıyım? Görürsün. Büyük yemin ettim. Bu kağıtları ilk çıkaran yeri arıyorum.
    - Hiç şüphesiz Senatus... dedi.
    - Evet... dedim.
    - Senatus üyeleri kimler?
    - Bizim partililer.
    - Onları kim seçti?
    - Ben!
    - Öyleyse daha suçluyu mu arıyorsun?
    Hançerimi kaldırdım, göğsüme sapladım. Beyaz harmaniyem ala boyandı. Suçluyu öldürmüştüm..
    İnsanın, eskiden hangi çağda, hangi kalıplarda yaşadığını hatırlaması kadar kötü hiçbişey yok. Aranızda benim gibi milattan önce 128 yılında Roma Cumhuriyetinde yaşamış biri daha var mı ?


Aziz Nesin,  
Memleketin Birinde adlı kitabından

İzleyiciler