Mehmet Ali Canikli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Ali Canikli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2024 Salı

Kaldırım Felsefesi

Ruhumu satıyordum
Kimliksizler bulvarında
Kayıp aşkları yazıyordu şair
Ve yağmur yağıyordu teneke mahallesinde
Akşamüstü, vakitlerden bir vakit;
Felsefesi pas akıtıyordu sokakların.
Ocakta dumanı sönmekte iki köz
Kanayan bir tek söz
Yalazında sarılı gölgesi yalanların.
Anın dilini sordum
İki ucundayız askıda salınmanın
Diğer yanda yalnızlığım.
Çarelerden çare kayıp,
Üşüyordu duvarlarım...
Daha sabaha çok!
"Neyin var?" Dedi kadın!
Üç kız bir vale dedi ruhum;
"Ben de sordum, cevaplayamadım" dedim.
Elini açtı kadın;
Yine kaybedendim...

Mehmet Ali Canikli, 21.11.2015

Gece Yarası, İzan Yayınları, S.26


21 Şubat 2024 Çarşamba

Duvarlar

Toplum/Devlet ahlaken muhafazakârdır; tekil yalnızlığına saldırırken çoğul yalnızlığa mahkûm eder, gelenekçi ve gardiyandır.

Toplumların kendine özgü sınırları vardır. İlk bakışta görünmeyen, içinde yaşadıkça deneyimleyerek öğrenebileceğiniz sınırlar. Sınırlar mesafeler çizer aynı zamanda. Bireylerin özgünlüklerini korumak amaçlı, karakteristik ve istemli mesafeler değildir bunlar. Ortalama toplum modellemesi sonucu belirlenmiş ve ahlak, gelenek/görenek, dinsel ve kültürel algılardan beslenen klişelerdir bu söylediklerim. Tartışmasız ileri sürülen, sığınılan, üzerinden yargılar üretilen, mazeret edinilen, kalkan yapılan türden suni yapılardır aslında. Suni yapıları, tanımlanıyor olmalarından gelir. Tanımlanan, tanımlayana doğrudan bağlı olması nedeniyle aynı zamanda hesapçıdır. Hesap özneye bağlı olarak sonuçlanır ve genelleşir. Özne toplumsal yapının güç dengelerini gözetir. Kantarın topuzu önemlidir. Oysa kitapları, marangozun kendine göre belirlediği tek tip aralıklı raflara sığdırmaya çalışmak olur bu. Her kitabın içeriği, yazarı, forması, amacı vb. nasıl farklılaşırsa ve hazır kütüphane modeline göre kitapları yeniden ölçüp / kesip / biçerek raflara sığdırmak ne ise; bireyleri toplumsal eğilim ve eğitimlere göre yeniden yoğurmak muhtelif sosyal genetiğe uymayabilir.

Toplumsal sağlık denilen düsturlar, eğitsel yanlışlar, dayatmalar, formalar, kalıplar, klişeler sonuçta toplumun hastalıklı bireylerle dolup taşmasına sebep olur. Bireyde, ailede, evde, okulda, sokakta, işyerinde sonuçları olumsuza örnek binlerce yaşanmışlığa şahit oluruz.

Yapıların kendi ürettiği duvarların neden olduğu hastalıkların tedavisi maalesef başka duvarlar örülüp/yalıtarak, ötekileştirip/ yabancılaştırılarak tedavi amaçlanır. Toplumsal rehabilite devreyi tamamlar!

Psikolojik şiddet, korku duvarları, işkenceler, ötekileştirmeler, düşmanlaştırmalar, sürgünler, yalnızlaştırmalar... Rehabilite merkezleri, açık ve kapalı cezaevleri, hücreler, hastaneler, okullar, üniformalar, siyaset, sorgulanamaz devlet otoritesi...

Mehmet Ali Canikli, Volkanik Sancılar 1, Bir İpek Böceğiydim Ben de, Denemeler, S.97-98

Alone in a Crowd in Grand Central Station #3 © William McCloskey

5 Ocak 2024 Cuma

Kaç çaba eder ki yaşam?


Canlı türü olarak insan, yaşamsal hareket yeteneğine kavuştuğu andan itibaren, diğer hareketlerine itki gücü oluşturan "çaba" ile karakterize olur. 

"Çaba" iradi hareketlerimizin başlangıç nedenidir. Çaba, bir amaca yönelik kurgudur ve önce doğal tatmine yönelir; arzu ve korunma. Arzu, canlı varlıklarda fiziksel bir iştah ile kendini açığa vurur ki; açlık, susuzluk, cinsellik, uyku bu tür iştahlardır. Diğer tür çaba ise, sakınma, kaçınma vb. korunma halleridir ve doğal tatmin gibi yaşamı devamlı kılmaya, tutunmaya, hayatta kalmaya yöneliktir. Buradan hareketle, canlı organizmayı çabaları anlatır diyebiliriz. Yeni doğan bebeğin annesini emme gayreti bir çabadır. Yerde, kucakta, beşikte çabaları vardır. İki nokta arası devinir önce, emekler sonra, oturumuna gelip o halde durabilir zamanla. Başını omuzları üzerinde, vücudunu ayakları üzerinde dengede tutması çabalayarak olur. Oyun oynar zamanla, sizin ona öğrettiğiniz veya gördüklerinden esinlendiği oyunları olur. Mahallesindeki, varsa oyun alanlarında, boş sahalarda, kırlarda, parklarda, bahçelerde buluşarak edinir ilk deneyimlerini. Okula gitmesi gerektiği söylenir, okumanın başarılı olmanın, diplomanın önem ve erdeminden bahsedilir. Okursa adam(!) okumazsa odun olacağından örnekler verilir. İş bulup çalışması gerektiği anlatılır. Para kazanmalı ve ailesine iyi bir gelecek sunabilmelidir. Kariyer yapmalıdır mutlak! Lider olmalı, başa güreşmelidir. Rakipleri olacaktır. Yırtıcı olması, herkesi geçip geride bırakması öğretilir. Yaşam bir yarış kulvarıdır! Ama her oyunun da kendine göre kuralları vardır. Oyunu kuralına göre oynamalıdır. Kural varsa uymalıdır. İyi çocuk olmak iyidir. Haylazlığın lüzumu yoktur. Evlenip çoluk çocuğa karışmalıdır mesela... Çocuk gelecektir! Aynı zamanda toplumun da geleceği sağlam nesiller ister! Vatana millete hayırlı olmalıdır! Mümkünse en az üçlemelidir ki, bir yalnızlık, iki de her an denge bozulabilirse de, üçte karar vermek ve yönetimi belirlemek daha kolaydır. Bir elin nesi var, iki elin sesi vardır. O mu? Bu mu? Diye taraf belirlemek gerektiğinde ikiye bir verilir kararlar ne de olsa. Azınlığa hâkim çoğunluktur değil mi?

Çabalarımız çıplak karakterlerimizdir. 

Çabalarımıza neden olan ereksel durumlarımızın bir tarafı güdüsel, diğer bir tarafı ise kazanımsaldır. Yani elimizde doğuştan gelen varlıksal amaçlarımız ile kurgusal, öğretim/eğitim ile edimsel ve deneyim yolu ile edinilmiş sonuçlar vardır. Elimizdeki bu verili kazanımlarla yol almaktayız. 

İnsan birey olarak, yolculukta kullanmak üzere heybemize koyacağımız değerlere gerek duyarız. Değerlerimizi, ihtiyaçlarımız belirlerken; ihtiyaçları mızı arzularımız tetikler. Bir insanın arzularının yöneldiği şeyler hoş, yararlı, iyi; kaçındığı, korunduğu şeyler nahoş, zararlı, kötüyken; tepkisiz ve kayıtsız kalacağı tüm şeyler ise onca değersizdir. 

İnsan, var olduğu andan itibaren tekil hali olan vücudu ve dışarısı arasında tanımsız, belirsiz, renksiz, kokusuz, karanlık ve sessiz vb. durumlardan başlayan ama hissetmeye, anlamaya, tanımlamaya ve yönelmeye doğru bir hareketler silsilesinin içine girer. İlk andan, olmaya doğru adımlarımıza, öncelikli güdülerimiz rehberlik eder. Güdüler, bir zaman sonra yok olmadan, varlığını devam ettirmekle birlikte, yerini algı mekanizmasına bırakır.

Yaşamsal ilişkilerimiz algısal gerçekliğimizle, hakikatin gerçekliği arasında bir ömürlük salınımlardan ibarettir.

İkili açmazlarımızı görünür hale getirebilmek, onları sadeleştirmek yolu ile anlaşılır kılmak, sorunlu yanların çözümlerine erişmek; toplumsal yaşamların özgün esaretinde her birey için mümkün olamamaktadır. Ne yazık ki bu durum başlı başına bir farkındalık sorunudur.

Toplumsal yaşam bütünü ile algı karmaşası üzerinden kurulu labirentte yol almak gibi gelir. Bu girift süreç insan bedenlerinin biri birleri ile bilinçli/bilinçsiz karşılaşmaları, paylaşımları, zıtlıkları, çarpışmaları, yan yana gelmeleri sosyo-psikolojik kaosu oluşturur. Bu durum kaçınılmaz olduğu kadar, çözümsüz de değildir tabii... 

Algı, birtakım nedenlere bağlı gelişen, dışsal olandan zihinsel olana yönelen ve doğrudan ya da dolaylı yollarla zihinde sonuçlanan görsel veya duyusal oluşlardır. Işık, renk, şekil, ses, koku, lezzet, ısı, sertlik, yumuşaklık vb. durumlar ile diğer, duygu dediğimiz durumlar algısaldır; nedenleriyse dışsal ve nesnel hareketlerdir. Özünde algı; nesnelerin, zihnimizde oluşan imgeleri, hayalleridir. 

Algısal olanın, gerçeklik üzerindeki payı ile hakikatin kendi gerçekliği arasındaki farkı bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.

Ay, ışık kaynağı değildir. Güneşten kaynaklı ışığın ay yüzeyinden yansımasının sonucu onun nesnel varlığı zihnimizde nasıl görüntüye dönüşüyorsa; ay, nesne toplamı olarak görüntüsü başka şeydir. Ay'ın görünen yönü onun imgesidir; ayın kendisi değil. Şöyle ki; Ay'ın her hareketinden bize ulaşan imgeler toplamı zihnimizde bir ay hayali oluşturur, bize yansımayan yönlerinin varlığından dolayı algısal durumumuz eksik hakikatten ibarettir. Ay'ın nesnel varlığı algılarımız kadardır ve görelidir; salt gerçek değildir. Gerçek, bilinçten bağımsız, somut ve yapısal olarak var olan (Ay'ın görmediğimiz yanları da dâhil, orada, yerinde olması durumu); hakikat ise gerçeğin zihinde yansımasıdır. Hakikat ancak birebir şeye uyduğu zaman gerçek olur. Zihnimizin birtakım hakikatleri algılamış olması ve bellekte tutması gerçeğin bilgisine yol almak demektir; gerçeği bulmak değil! Gerçeğin bilgisine ulaşmak mümkün olup, ona, gelişkin ve diyalektik düşünen akıl ile bilim ve bilimsel yöntemlerin kullanılması halinde varılabilir. "Algıda ve bellekte olan, olmuş bitmiş ve geri döndürülemez bir olgunun bilgisi olduğu halde; bilim, sonuçların ve bir olgunun bir başka olguya bağımlılığının bilgisidir." (2)Akıl, düşünme yeteneği olarak bu bilgi süreçlerini kullanır ve kendisi de bir bilgi olan dil yeteneği olmaksızın bunu başaramaz.

Dil, bilginin işaretleridir. 

Çok uzun soluklu süreçler sonrası bir an gelmiş ve işte o an insan konuşmaya başlamıştır! Tarihin hangi dönemidir? İnsanlık hallerinden hangisindedir? Teorileri olsa da nedenleri kesin olmayan ne tür zorunluluk ve süreç sonrası oluşmuştur tam olarak bilmiyoruz.

Varlık olarak insan bedeni denilen tekil dünya, beden dışı dünya ve iki dünya arası yegâne köprü olan dil; anlamlar ve değerler dünyasıdır. 

İnsanlığın bugüne uzanan asıl yolculuğu dil yeteneği ile başlar ve devam eder. Dil yeteneğinden önce ve konuşmaya başladıktan sonra...

Dil, kendimize, başkalarına, nesnelere ve ilişkilere bakış açılarımızı oluşturmada; anlamada ve anlatmada kullandığımız araçtır. Herkes dışarıya kendi kabuğunun penceresinden bakar; yine de bakışlarımızın ortaklaşmasına neden olan, canlı varlığımızın temel karakteristiğinin belirlediği, kendi olmamızdan kaynaklanan durumlarımız vardır. Bu durumlar aynı zamanda insanlığın temel gerçekliğiyken, diğer yandan hem sorunsalı hem çözümüdür. Nedir bunlar?  

(2) Thomas Hobbes. Leviathan. 2016. Yky. S.46.

Mehmet Ali Canikli, Volkanik Sancılar 1, Bir İpek Böceğiydim Ben de, Denemeler, S.43-47

29 Mayıs 2023 Pazartesi

"Ciddiye Almak"

"Bir şeyi ciddiye almak demek; titizlenmeyi, ölçüp biçme kaygılarını, olası sonuçlardan duyulan korkuyu da beraberinde getirecek olduğundan, yaşamsal katı kısıtlamaları zorunlu kılar. Çembere alır ve daraltır. Aslına bakarsanız, yaşam fazlası ile topa gelişine vurmaktır; her vuruş aynı olmayacağından, tekrarlanan vuruş deneyimleri bizi bilinç derecesinde gelişmelere götürür. Her kalkışma vuruşa dönüşmese de, zaman zaman isabetli vuruş kaydetsek de, vuruşlar amaçlandığı gibi olmasa hedefi bulmasa da, asıl olan; topun yol alma estetiğidir. Gökdoğan ölümlüdür ama uçuşuna paha biçilmez.

İnsanlık tarihinde ölümlere yol açan acımasız savaşların ve diğer olguların hatırlanması bile, aslında yaşamın ciddiye alınmasını kusurlu hale getirmez mi?

(...)

Yaşamak pek öyle dendiği gibi ciddiye alınacak bir şey de değildir hani... Öylesine, olasılıklardan olası bir an gelmiş ve oluvermişsinizdir! Var olmanın size katacağı, elde ettiklerinizi biriktirmenin yeni baştan bir yerlerde işinize yarayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuzdur aslında! Bir ikinci fırsat yoktur hiçbir zaman ve sonraki olan bir sonrakine de benzemeyecektir, bir öncekinden farklı olduğu gibi..."

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.90-91-94, Roman, 2022

Fotoğraf: Sarah Moon, Now and Then




4 Mart 2023 Cumartesi

Herkese Açık


“Ne düşünüyorsun, Mehmet Ali? diye sordu paylaşım sayfası.” Sanal esaretin, her sayfa sahibine "Haydi sende bir şeyler söyle âlem paylaşım görsün(!)" dürtmesiydi bu! Öylesine sorulmuş olsa da garipsenecek bir durum değildi… Bu ülkede gerekli yerde insanın fikri pek sorulmaz! Aksine herkesin fikrisabit yaşadığı günümüzde buna ihtiyaçta yoktur!!! Sana sunulan en kolayından bir kaçamaktır. Sığınacak mekânın, ısınacak enerjin, uzanınca içine gömüldüğün bir koltuğun varsa işin daha da bir kolaylaşır. O bildik, orijin(!) bardağındaki kahvenden bir yudum alır ve dokunursun tuşlara…

Kayıp ülkenin adı sanı unutulmuş bir kuşağına mensupsan; kelaynaklardan beterse halin. Yani çok sevdiğin ülkende yalnız kalmışsan, garipsen, yetimsen… Hani o güzelim kuşlar gibi Fırat vadisi kayalıklarında tek tük sayılabiliyorsan; birkaçına da “Haydi kafesler içinde âlem-i şan olsun diye bakalım” dan halliceyse durumun. Bir atımlık barut kadarsan(!) “Buyur sende buradan yak! Dostum.”

Kulaklarında küpe olacak yer kalmamışken, tutturduğun minik hoparlörlerden aksın içeri İkilem (!) in şu sözleri; “Kimileri kaldı, kimileri geçti / Boşa didindi yanlışı doğrusu bak / Konuşuyor hâlâ”

Memleket! Millet! Milliyet! Milliyetçilik! Vatan! Etnisite! Kürt’üm! Türk’üm! Ötekiyim! Bayrak! Ezan! Sela! Diyanet! Din ve Ayet! Demokrasi! Bürokrasi! “Tut şunun ucunu! Götürelim abi…”

“Al takke ver külah”  Çokça ayıp! Bolca Günah! Niceliği say, niteliğe (meteliğe değil dikkat buyurun!) kurşun at! Yancısı/yalancısı, kıllısı/kılsızı. Uzaktaki davulun sesi. Nalıncı keseri… 

Sana bana kalmaz, her şey fani, Herkese tonla bizeyse koklatıyor, Şu yalan dünya"

Yıkılmadık! Kolonlar kesik ama hayattayız. Bilge baykuş viraneden seslenir! Depremler! Su baskınları ve ille de HORTUMLAR! Hani nerede imar mı/talan mı? Avrupa’nın en büyük hava alanları, yolları, mafyavari limanları. Tankı/paleti, kepçesi/Buldozeri… “Sesim geliyor mu abi…” Duyan var mı?

Gözümün nuru bi tek! Ülkem. Kayıp zulamdaki mahzun resim. Haberin var mı?

“Dönüp dönüp duruyorum etrafında, Görmüyor musun? Aklım kaçıyor, bir bak. Biliyorsun, sorma”

Sünnisi, alevisi, aborjini, kızılderilisi… İthalı/yerlisi, kaçanı/göçeni, vakti gelince trenden ineni… “Vurun ulan davadan döneni”

Vurkaççısı/garanticisi. Asili/Vekili. Tövbelisi/tövbe tutmazı. Alışmışı/ kıçta don tutmazı. Arlısı/utanmazı. Madrabazı/aldırmazı…

“Dolduruyorum ceplerimi seninle; Suya attım, tek tek batıyor anılar. Karışırlar toprağa”

Ve hala geldiğimiz yerde aldığımız yol bir arpa tanesinden halliceyse. Türküler söylemişsen. Soy soylayıp boy boylamışsan. Düşüp kırılmaksa ve teferruatsa yaşadıkların vatanda ve de vatan için. Yanmışsan! Yakılmışsan! Aldanıp! Yanılmışsan, sevda uğruna! Kahpesinden namerdine ince bırakılmışsa boynun! Gelenin vurduğu, görenin kovduğu olmuşsan! Mazlumu olmuşsan derebeyinin! Olmamışsan soytarısı kralın! Ne çare serinden geçsen de sırrını vermemek için ellere! Heyhat!

Sacayağı üçlüsü; kupa kızı, maça altısı…

Mehmet Ali Canikli

31 Ocak 2023 Salı

"Birer ipekböceğiyiz hepimiz..."

Olmak ve ölmek arasında ördüğümüz mağaramızda, ne varsa bizim sandığımız ya geride bırakır çeker gideriz ya da haşlanarak çözülürüz ölümüne...

Gölgelerden ibaret gördüklerimiz, başka yalanların izleridir ipek perdemizde; onları biz öreriz de kendimiz çözemeyiz.

Günü gelir, duvarlarımızı saran yalanlar, aldatırken aldanmalar, hayaller, düşler, inançlar; ne varsa sandığımız! İbrişim örülür de biz yine de şem-ü pervane olur yanarız çıplak bedenimizle... Öyle çarpık bir aşktır ki bu, yerimizi ve yönlerimizi kaybederiz tutulduğumuzda sarmalına; konup göçeriz kendimizden.

"İbrişim örmüyorlar / oy oy / sevmişim vermiyorlar / dayanamam ben..."

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, s.81,82

Resim: Figen Batı, Tuval Üzerine Akrilik, 90x120



16 Ocak 2023 Pazartesi

"Her insan çocukluğuna yazgılıdır bunu öğrendim."











(...) Her insan çocukluğuna yazgılıdır bunu öğrendim. Kim belirlemişse sınırları; boynumuza takılı ilmeği koparsak, kazığımız çakılı yerde kalırdı, aidiyetimizin mezar taşı gibi. 

Çocukların içinde bir vadi vardır! Vadinin yamaçlarında gizli bir mağara... Hikâyelerimiz o mağaranın duvarlarında asılı yarasalardan müteşekkil salınırlar, gece olunca hatırlanırlardı sadece.

Bir gün sınırı aşmıştım! Bunu mu istiyordum bilemeden kendimi orada bulmuştum. Öncesiz ve yalnızdım... Tanrı gibi!

Biri var. Bir yer var. Bir şeyler var. Bildim bileli içimi kanlı bir mızrak ile dürter durur...

"Git!" diyordu içimdeki; "git, kurtul buralardan..."

Yaşadığından kalanlara verdiğin anlam hikâyense eğer; ben hikâyesine nereden başlayacağımı bilemiyor; neresinde durduğumu da hikâyem bana söylemiyordu.

Ruh mağaramda saklı düzinelerce boşluk arasında; el yordamıyla baygın, boğuk, kuru komutlar duyuyor... Sarkıtlarımdan korunup, dikitlerime dolaşmadan ilerleme çabasındayken deniz kabarıyor... Denizyıldızları gibi sahilin kıyısına yol alıyor, sular çekildikçe kuruyarak sığlığımda boğuluyordum.

Dalga boyu salınan yosun gibiydim bazı zamanlar. Köksüz ve toprağına uzak, derinliğinden kopuk deviniyordum ortalık yerde. O kadar çoktuk ki kumlara serilerek ya da kümelenerek toplaşır ve kokuşurduk aynılıklarımızda... Bazen de kıyıya vuran balıklar gibi çaresizliğimize kaçıyor; intihar mı, zehir mi, korkunun eceli mi; belirsiz bir not düşülüyordu defin kağıtlarımıza...

Öylesine unutulmuş, eski, kavruk bir sandalın hikâyesinden hazin seyre dalardım uzakları. Kendimize gidemiyorsak, neye benzediğimiz kimin umurunda! Pas kokulu hurdacı dükkânında arandığında bulunamayan, tarifi imkânsız kilit gibi anahtarım kayıptı. Bazen kendi toprağını arayan tohum misali sürüklenmekten yorgun; nerede yeni bir yaşam bulacağına karganın becerisinin karar verdiği cevize benzemek kader sayılırdı bu topraklarda!

"Böyle miydi eskiden!" Kolay laf... Bazen bitpazarına nur yağar, gözler kamaşır, tuttuğun sana yakışırdı. Kimi zaman işporta tezgâhında kilo işi umutlar karıştırılır, alanın elinde kalır, satan geri almazdı. Ne hoş ama! "Çıkmayan candan umut kesilmezken can çıksa da huy kalırdı!"

Bir gün sınırı geçememiş olsaydım; sınırlı yaşam formu ile sınırsız umut vaadini beklemek ve aynı plağı dinlemekle geçecektim köprüleri...

"Yol bir; sürek binbir!" diye itirazları duyar gibiydim. Kendi yolunu bulamamışların bedeni ile aklı çatışır olduğunda, eline bir maymuncuk tutuşturmak yeğdir. Maymuncuğu kuyuya düşmüşlerin çaresizliğinde bakınıp kalmıştım yıllarca...

Mehmet Ali Canikli, Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.14-15

Roman, 2022, İzan Yayıncılık

Resim Karesi: Kış Uykusu (Winter Sleep), Nuri Bilge Ceylan


13 Aralık 2022 Salı

"Düşen kalkmasını bilmeli, utancını derine gömmeliydi."


"(...) Düşen kalkmasını bilmeli, utancını derine gömmeliydi. Rapunzel'in saçlarına asılır gibi tutunurduk inançlarımıza!

Dünya çalkalanıyordu! Sonu gelmeyen, kendini hep hatırlatan, yaşama özgü ellerimizle yarattığımız ne kadar istikrarsızlık, bela ve karmaşa varsa tadına baktığımız; ayaklanmaların, darbelerin ve etnik kıyımların ateşinin harlı yandığı yıllardı. Duvarlar örülüyor, bentler yıkılıyor, yeni dünyalar inşa ediliyor, bir yerler işgale uğruyor, bazı yerler kendini bulduğunu sanıyordu... Özgürleşmek susamaktı. Yalanlar masallarla şerbetlenirdi o zamanlarda, bu günler gibi değişmemişti! Tanrıların bilek güreşini seyre dalar, kenardan, kıyıdan, köşeden tarafımızı seçerdik. Bazen köşe kapmacaya dönerdi düşüncelerimiz; yerimizi kaybettiğimizde yeni bir köşe sığınağımız olurdu. Açıkta kalmak acıtırdı. Soğuk savaşın, nükleer gerilimlere gebe parmağı tetikte bekliyordu... Duvarlar yıkılıyorken örülüyordu duvarlar! Yeni duvarların ötesinde kalan şehirlere bakıyordu insanlar. Kimlikler kendi ruhunu terk ediyor, yalnızlık hüznü heybesinde saklıyordu. Herkesin baktığı bir yön ve bakışlar arasında derin farklar vardı...

Bu topraklara doğmak, arayışlara yelken açmak demekti. Ufkumuzda martılar uçuşur, imrenirdik. Bir filmin karesinden bakar, siyah beyaz bir fotoğrafa ilişir, demiryollarında raylar üzerinde dengemizi arar, toza bulanarak arınır; bahar başlarında aşkı tanır, sonlarında ayrılığa katık olurduk... Vuslat hep öteki yaza kalırdı bizim için.

Herkes kadar çocuktum; derenin durgun suyuna baktığımda elbette beni anlatırdı bana! Avuçlarım yerde, dizlerim üzerinde eğilmiş, parmaklarım çimenlerin köklerinden kavramış olmalıydı benim de! Bir yusufçuğun teni değdi mi sizin de teninize? Parmaklarınız arasından kayıp giden yusufçuğu aradınız mı sonrasında? Hiç iki uç-uç kendilerini üretme gayreti ile sevişti mi gözleriniz önünde? Her insan bir dönem mabedini arar. Bulduğunu sanır. Yanıldığını anlar! Kıblesini şaşırdığı da olur zaman zaman... Yön duyumunu kaybeden bedenin acemiliğinde bocalar. Leyleğinin bıraktığı kapıya kulluk ederken bulur kendini ve öyle de kalır çoğu kez. Diğer tarafa düşmüşse yolunuz, seyyah olur âlemleri arşınlarsınız çelebiliğin gizeminde... Öyleydim..."

Mehmet Ali Canikli, Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, S.17-18

Roman, 2022, İzan Yayıncılık


1 Aralık 2022 Perşembe

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar / Mehmet Ali Canikli


Sözün Özü:

Geçmiş düşlerimize akar. Orada göllenir; yeniden şekillenir. Hatırladığımız ve nasıl yoğurduğumuz kadardır. Gerçek hep bugündür o yüzden... Yaşanırken her şeyin bugünde olması gibi hakikat bu gündür. Yarın hiç gelmez; bir beklentidir, umuttur.

Ummak, eylemsiz beklentiden ibaret kaldıkça; alınan darbeler, örselenmeler, yaralanmalar, düş kırıkları, kaçışlar, kapanmalar artar. Acınasıdır...

Acı, olumsuzun habercisidir; sinyaldir. Yoksunluğunuzu yüze vurur... Çare bulur veya kabullenir; unutmaya çalışırsınız. Hatırlamak tedbirdir. Korkuyu davet ederken sizi canlandırır...

Korku insana mahsustur... Devedikeni korkmaz. Hayvansal tepki ise korku değil salt eylem seçeneklerinden biridir, güdüktür. İnsanın korkuya dair bilinçsel derinlikleri vardır; doğru okumak gerekir. İlk belleğe yerleşen şeydir korku! Önce korkuyu öğrenir/öğretiriz ve sevgi peşinden gelir... Korku ve sevmek tek yumurta ikizidirler; yaşamın dinamizmi, karşıtlıkların çatışmasıdır. Temel iradenin yakıtıdır onlar; ayrı düşemezler.

Mehmet Ali Canikli

Siyah Beyaz Düştü Sevdalar, Roman, 2022

https://www.nadirkitap.com/siyah-beyaz-dustu-sevdalar-mehmet-ali-canikli-kitap29967104.html


22 Aralık 2010 Çarşamba

İz

"Kemanın sesi aşkın sesidir!" dedi adam. "Tanır mısın sen o sesi!?"
"Kemanın sesi aşkın sesidir evlat!"
Sorusuna cevap istemeyen bir eda ile gözlerini tekrar kıyıya çevirdiğinde, denizin bir dalgası daha kayalarda son bulmuştu.
Vona'da Moris adası karşısında eski bir balıkçı teknesi çekilmişti kıyıya.. Ada dedimse de anlı şanlı bir ada değildi Moris! Kıyıdan elli metre açıldığında ulaşırdın Moris adasına.. Kasaba içlerinden bakınca devasa bir deniz kaplumbağasına benzer uzaktan. Bu yüzden kaplumbağa kayası diye de tanır kasabalı. Aralarında on - yirmi metrelik su mesafesi olan yan yana iki kaya parçasıdır aslında Moris adası.
Moris Adası karşısındaki eski bir balıkçı teknesine sırtını vermiş yaşlı balıkçı, elindeki kemanı dizlerinin üzerine yatırdı usulca ve yanındaki genç adamla, az uzakta kayalara usanmadan hamle yapan dalgaları seyre daldılar. On yedi yaşlarında; balıkçının baktığı yöne bakıp, gördüğünü görmeye çalışan genç, balıkçıya hayrandı. Balıkçı senelerin yükünü denizin enginliğinde bir sevdaya dönüştürmüştü sanki. Genç adam her fırsatta bu kıyıya gelir, balıkçının çaldığı kemanı, onun iç çekercesine fasılalı konuşmasını dikkatle dinler, iç dünyasını anlamaya çalışırdı.
"Moris" adını, denizdeki ada kayanın üzerine kim kazımışsa derin kazımıştı. Birileri bu adı oraya yazmış, diğerleri de bu isimle kabullenmişlerdi iki koca kaya parçasını...
"Kim? Niye kazımış ki o ismi oraya?" diye sordu genç.
"İnsanlar bilinmek isterler!" dedi yaşlı balıkçı. "Tanınmak, görülmek isterler! Fark edilmek hoşlarına gider! Bilinmek, tanınmak, fark edilmek... Ben buradayım der insanoğlu. Bana bakın ! Beni görüyor musunuz!? Ben buradayım... Canlılar iz bırakmayı severler! Köpekler çişi ile bırakırlar izini; ayılar pençeleriyle... Kimi insanlar taşa iz bırakır, toprağa iz bırakır; kimi de betona ve hatta suya, buluta iz bırakırlar! Kuşun kanadına, yağmura, balinanın kuyruğuna bırakır izini birileri; bir başkasına bu da yetmez gider Ay'a bırakır.. Bağırmayı sever insan! Haykırır: Benim, ben!.."
"İnsanlar iz bırakır ve iz bıraktıkları yeri sahiplenirler mutlak! Moris ise kaya parçasını sahiplenmiş işte!" diyerek cevapladı soruyu.
Moris kimdi, balıkçı bilir miydi Moris'i?..
"Sen hiç aşık oldun mu?" diye sordu yaşlı balıkçı. "Keman gibi inledin mi hiç?"
Genç adam hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi balıkçının sorusuna.
Az ötelerinde kıyıdan yavaşça yükselen bir tepenin üzerinde, denize yukarıdan kibirle bakan tek katlı beton evin ızdırabından habersizdi deniz. Balıkçı habersizdi, genç habersiz..
"Bu yürek susmalı artık!" dedi adam.
Elindeki tabancayı tam yüreğini yırtacak bir mızrak gibi göğsüne bastırmış, titremekteydi. Namlu soğuktu... Tetik acımasızca, kendi görevini yapabilmenin acelesindeydi..
"Bu yürek değil beni değil artık! Bu yürek kimin!? Bu yürek gereksiz. Gereksiz olansa ölmeli..." diye düşündü adam.
Deniz daha bir hırçınlaşmıştı. Dalgalar adamın elini tutmak ister gibi uzanıyordu sahile doğru. Bir martı tepedeki eve doğru kanat çırptığında diğer martılar huzursuzlandı. Bulutlar olacakları biliyor gibiydiler...
Adam, acısını anlatsa duyacak mesafedeki balıkçıdan habersizdi. Genç adamı tanımıyordu. Deniz aklına gelmiyor, martıları hatırlamıyordu... Dalgalar umurunda değildi ki adamın...
Kıyıdaki balıkçı derin bir iç geçirdi, sonra, yavaşça genç adama baktı. "Aşkı en iyi kim tanır bilir misin?" diye sordu.
Genç adam, merakla cevabı bekledi, sadece sustu...
"Aşkı, bir dervişe sormalı bence! Ya da Zapata gibi bir gerillaya... Çakırcalı benzeri bir efeye, bir zeybeğe sormalı, herkes bilmez aşkı" "Ne tutkulu aşıklardır onlar!"
Tepedeki evde, yüreğindeki volkanın ağzına dayadığı tabancasıyla patlamayı durduracağını zanneden adam ter içindeydi...
"Hak ettim mi kızım bunu ben?"
Gözlerinin ışığı sönmüştü adamın. Asırlardır kuraklığı yaşamış, toprağın tenine çekilmişti teni. Bir damla yaş düşse gözlerinden, teninde buharlaşacaktı sanki hemen. Ağlayamıyordu adam; gözlerinin önünde kızının yüzü dalgalanıyor, adam ağlayamıyordu... Bir baba nasıl hak ederdi ki bu acıyı !? Acı hak mıydı yoksa bir bedel mi; ayrımına varamıyordu adam. "Bu kahıra nasıl dayanır bu yaralı yüreğim ? diye kıvrandı adam...
Yaralı yürekleri de vurmak gerek belki de, ayağı kırılan atları vurdukları gibi !.. Bir genç kızın inandığı aşkı uğruna körpe yüreği sıcak çırpınışlardayken henüz, bir yılkı gibi bozkıra terk edilmesini nasıl sindirebilirdi ki bir baba yüreği ?!
"Bu yürek ölmeli !" diye inledi adam. Gölgesi yoktu artık adamın, resmi yoktu... Yüzü kaybolmuş, kimliği silinmişti tüm kayıtlardan... Adamdan geriye hiç iz kalmasın diyordu sanki birileri...
Babanın hayata iz bırakma çabası değil de nedir, çocuk!? Yeni bir can katmak yeryüzüne çok basit bir ihtiyaca bağlanabilir miydi ? Bir can katmıştı yeryüzüne adam ve ben varım ve de var olmaya devam edeceğim dememiş miydi !? Bencilce ama böyle değil miydi bir canı doğurmak!?
Ya o can nasıl sevmişti bir başka canı!?
Bir başka can, cana can katacak bir sevgiyi nasıl çamura bulardı hoyratça!? Sevgi masum değil miydi yoksa!? Aşk diye bir şey yok muydu!?
Ufukta peşi peşine şimşekler çakıyordu. Gök gri, kurşuni bir ağırlıkta çöküyordu yeryüzüne... Martılar sinmişlerdi Moris kayalığına... Yaşlı balıkçının haberi yoktu olanlardan. Uzakta bir yerlerden bir şarkı çalınıyordu: "... ben seni ellerin olsun diye mi sevdim..."
"Sevmeli insan" diyordu balıkçı. "Cephede siperden sipere koşan bir asker ruhuyla sevmeli..." "Sevmek iz bırakmaktır, yaşama: iz bırakmaksa yaşamaktır !"
Bir el silah sesi susturdu balıkçıyı... Ses gök kubbede buldu yankısını. Kurşun adamın yüreğini değil balıkçının beynini vurmuştu sanki... Adamın yüreğindeki volkan sönüyordu, sonra bir yıldırım düşüyor bir yerlere; tepede incir ağacı alev alıyor, bir asker mayına basıyor, bir başka yerde bir kadın ağıt yakıyordu..
Balıkçının kemanı dizlerinden kaydı. Martılar havalandılar çığlık çığlık !..
Genç adam bir elinde balıkçının kemanı, arkasına bakmadan sahil boyunca yürüyordu. Kumsalda ayak izleri, dalgalar izleri siliyor, balıkçı kafatasında kurşun deliği öylece arkasından bakıyordu.
Tepedeki evde olanlardan kimsenin haberi olmamıştı...
Sahilden yalnızca bir keman sesi duyuluyordu...
"Ben seni ellerin olsun diye mi sevdim ..."

Mehmet Ali Canikli
(Herkesin Bir Öyküsü Vardır)

İzleyiciler