"Dil, kulaktan beslenir, hepimiz duya duya öğrendik dilimizi. Kötü kullanım çok kullanılınca yadırganmaz oluyor. Ekonominin çok bilinen kuralı dilde de işliyor: Kötü Türkçe, iyi Türkçeyi kovuyor. Kulak alışıyor, zihin alışıyor; çarpık sözler bile doğal bir kullanım gibi geliyor insana. Dizinin, Türkçe “Off” adını taşıyan ve en çok ses getiren ilk kitabı 1997 yılında yayımlandı. Oradaki yanlış kullanım örnekleri çok garibine gidiyor, çok güldürüyordu okurları. Aradan çok değil, beş-altı yıl geçtikten sonra aynı örnekler yadırganmaz oldu. Derslerinde kitabı okutan öğretmen arkadaşlarım, öğrencilerin 'E, ne var bunda?' tepkisiyle karşılaştıklarını söylemeye başlamışlardı bile. 'Kendine iyi bak' sözü bunun iyi bir örneği. Başlangıçta yadırgadığımız, hatta dalga geçtiğimiz bir kalıptı. 'Niye? Hasta olsam sen bakmaz mısın bana?' diye sorduğumuzu anımsıyorum. Geçen zaman içinde insanlar alıştı bu kullanıma. Önce kulaklar alıştı, sonra zihinler, nazik bir vedalaşma sözü yerine geçti ve hiç mi hiç yadırganmaz oldu. O kadar ki dilimden döküldüğünü fark etsem ben bile şaşırmayacağım.
Yalnız çeviri yoluyla gelenler değil, İngilizceden gelen pek çok sözcük, pek çok kalıp başta biraz tepki uyandırsa da bir süre sonra kullanım alanına giriyor. Son yıllarda Dil Devrimi’nin kazanımlarından da ödün verilmeye, geri adımlar atılmaya başlandı. Gençler bizim kuşağın yıllar önce kullanımdan çıkardığı Osmanlıca sözcüklere özenir, onları kullanır oldu. Özetle Türkçenin kötü kullanımında herhangi bir gerileme yok; ne yazık ki durum 20-30 yıl öncesinden çok daha kötü."
"Kendimi biraz geriye çekip baktığımda dilimizle ilgili bir çeşit aşağılık kompleksimiz olduğunu görüyorum. Sanıyorum biz, tarihin hiçbir döneminde kendisiyle barışık, kendisinden memnun insanlar olmadık. Her dönemde kendimizden güçlü gördüklerimizin etkisinde kalmışız, onların dilinden sözcükler almakla yetinmemiş, adlarımızı bile onlarınkine benzetmeye çalışmışız. Ta 8’inci yüzyılda Türklerin ilk yazılı eseri Orhun Yazıtlarında Bilge Kağan, 'Türk beğleri Türk adını attı. Çinli beğlercesine Çin adını tutarak, Çin kağanına görmüş (bağlanmış)' diyerek Türk beylerinin Türk adını atıp Çinli adı aldığını belirtmiş. Anadolu’ya gelindikten sonra güçlü olan komşu değişmiş. İran kültürüyle Farsçaya, Kuran’ın diliyle Arapçaya bağlanmışız. Tanzimat’tan sonra yüzümüzü Batı’ya dönünce Fransızca rüzgârı esmeye başlamış. Giyim kuşamımızdan ev eşyamıza kadar yaşamımıza yeni kattığımız ne varsa Fransızca adlarıyla gelmiş. Eskiden halk, anadilini sever ve korurdu. Arapçayı, Farsçayı zaten bilmiyordu. Öğrenme olanağı da bulunmadığı için dilini o dillerden uzak tuttu. Fransızca öğrenme, Osmanlı münevverlerinin ulaştığı bir şanstı. Halkın böyle bir olanağı zaten yoktu. Dolayısıyla Fransızca öğrenip konuştuğu dile ekleme aymazlığından doğal olarak uzak durdu. Şimdi durum öyle değil. Rüzgâr epey uzaklardan, ta ABD’den esiyor. Bu rüzgârdan yalnız gençler, yalnız Netflix izleyenler etkilenmiyor; görsel ve işitsel ve de sanal medyanın rüzgârı yaşı kaç olursa olsun, herkesi etkiliyor. “Buzlu çay” istediğim garson, 'Ha, ice tea istiyorsunuz!' diye beni düzeltiyorsa; almak istediğim aleti, 'Hani bitki çayı yapmak için kullanılan' diye anlatmaya çalışırken satıcı hafifçe ayıplayarak 'French press' diye öğretiyorsa yalnızca gençleri suçlamak büyük haksızlık olur. Yine bir uygarlık değişimi, kültürel dönüşüm geçiriyoruz. Giyimimizden yeme içmemize kadar bütün alışkanlıklarımız etkileniyorken dilimizin aynı kalması söz konusu değildi; o da etkilendi. Benim önerim, köklü bir çare olarak kendimizle barışmamız. Biz dilimizi sevmediğimiz sürece her dönemde etki altına gireriz. Gençlerin önce kendilerini, sonra içine doğdukları dili ve o dilin kültürünü sevmeleri gerekir. Sevdiklerimizin üstüne titreriz; insan sevmediği şeyi korumaz."
“Çünkü bu bilinen en eski numaradır: Böl ve yönet! Bir diktatörü güçlendirecek şey toplumu bölmek ve vatandaşlar arasındaki güveni sarsmaktır.
Çünkü demokrasinin çalışması için vatandaşların birbirine güveni gerekir. Demokrasilerde diğer partilerle aynı fikirde olmasam da hatta onların aptal olduğunu düşünsem de, kötü olamazlar. Bana zarar vereceklerine inanmam. Demokrasinin temeli budur.
Ve seçimleri kaybetsem bile sandıktan çıkan sonuca saygı duyarım. Ama diğer partilerin benim rakibim değil de düşmanım olduğunu düşünürsem, benim yaşam tarzımı yok etmek isteyeceklerine ve benim özgürlükleri yok edeceklerine inanırsam işte o zaman seçimleri kazanmak için yasal ya da yasadışı her şeyi yaparım. Ve kaybettiğimde seçim sonuçlarını tanımam. Böyle bir durumda iç savaş çıkar ya da bir diktatörünüz olur.
Bir diktatör halkın birbirine güvenmesini istemez, aslında tam tersini ister. İnsanlar birbirinden korkar ve nefret ederse, diktatörden kurtulmak için birlik olamazlar. Diktatörlük bu açıdan yabani ot gibidir. Her yerde büyüyebilir. Demokrasi ise narin bir çiçek gibidir. Yeşermesi için bazı şeylere ihtiyacı vardır. O şeylerden birisi, halkın farklı kesimleri arasındaki güvendir. Dünyadaki popülist yöneticiler ise aynı numarayı uygular. Farklı kesimlerin hassasiyetlerini kaşıyarak halkın bölünmesini sağlarlar. Bu yaraları iyileştirmek yerine, parmaklarını sokup genişletirler. Böylelikle halkın arasındaki güven duygusunu yok ederler. Ve sonra bu diktatörler bu gruplardan birinin liderliğini üstlenirler. Halk artık uyumlu bir topluluk değildir; birbiriyle kavga eden gruplara bölünmüştür. Ve belli bir grubun lideri olarak diğer grupları yok edeceğinin sözünü verirler.”
Teoman'ın Ahmet Erhan'la yaptığı Röportaj: "Çağını bekliyorsun gelsin
diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun."
1998 yılında ilk albümünün yakaladığı başarıdan sonra Teoman üretimlerine
tam gaz devam ederken, şair Ahmet Erhan’ın dizelerine rastlar. Üzerinde iki yıl
çalışarak unutulmaz bir şarkı haline getireceği “Oğul”un dizeleridir
bunlar.
Teoman bu şarkısının hikâyesini şöyle anlatır.
“Yıllar önce Express dergisinde; Haydar Ergülen kimi zaman şiiri odak alan,
kimi zaman da bir temayı şiirle bezeyen çok güzel yazılar yazardı. Onlardan
birinde rastlamıştım ‘Oğul’ şiirine Ahmet Erhan’ın. Şiire vuruldum ve
sonrasında 1996 senesinin kışını ‘Oğul’ ile geçirdim. Türlü çilelerle
telefonunu buldum ve heyecanla aradım Ahmet Erhan’ı, bestelediğim şiirini
kaydederken izin istemek için. ‘Senindir şiirim’ dedi ve bir şeycik istedi
sadece:
‘Albümünde şarkı sözü değil şiir yaz ‘Oğul’ için, eğer adımı yazacaksan.’”
Ahmet Erhan Röportajı: (Radikal, Mayıs 2007)
"anne ben geldim, ağdaki balık
bardaktaki su kadar umarsızım dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
anne ben geldim, oğlun, hayırsızın...."
Röportaj Teoman'ın anlatımıyla başlıyor:
"Geçen 10 yıl boyunca hiç yüz yüze gelmedik, birkaç kez telefonla
konuştuk.
Bu röportaj teklifi geldiğinde de, benim adımı söylemiş, konuşmak istediği
kişi olarak... Ne güzel bir şey benim için!
Şiirlerinden çıkardığım ya da onunla ilgili bilmeden hayal ettiğim
şeylerden sorular yaptım, “annesini, babasını, incir ağaçlarını,
galatasaray’ı ve arkadaş ölümlerini”sordum ona.
Bir de “yaprakların birer namlu olup içlerinden çıkan
kurşunlarla birkaç saniye içinde ölmüş olan insanları” ya da “düşen
gövdenin elinden dışarı fırlamış kese kağıtlarından yere saçılmış portakalları,
okunmaktan çıktığı gün eskimiş kıvrık bir gazetenin üstüne damlayan kanları.”
Ahmet Erhan; ben daha fazla aranıza girmeden, sizlerle..."
Ahmet Erhan:
“12 eylül şairi” dediler bana. Oysaki, o şiirlerin hepsi darbeden önce
yazılmış şiirlerdi ve içeriden bir eleştiriydi. Sonuçta solcular da sevmedi
beni, sağcılar da ama sevenler de sevdi. Açıkçası o kitaba bakınca ona
uzakmışım gibi, şu an bana çok acemice geliyor ilk kitabım. 16-17 yaşında
yazdım ben o şiirleri. Ama alçakgönüllülük de etmeyeyim, kuşağım o kitabın bir
öncü olduğunu kabul eder, ki benim kuşağım en vefalı kuşaktır."
kuşağım, acılı kuşağım
acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak
kimselere nasip olmadı.
"Zaten Haydar (Ergülen) veya sayamayacağım kadar şairle hiçbir zaman,
hiçbir sorunum olmamıştır benim şiirsel anlamda. Ama şu anda “edebiyatçılar
derneği” başkanı olan kişi o yıllarda neredeyse sadece küfür diyebileceğim
şeyler yazdı kitabım hakkında. Halbuki evi gibi bir şeydir insanın
yarattıkları, söyledikleri, yazdıkları... mahremiyetidir. Ayrıca, arabesk şair
de derler bana, ben de övgü olarak alırım bunu. Müslüm’e de bayılırım, Orhan’a
da..
ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık “drink” alsam
yetmiş altı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü babam bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
o gün bu gündür camlarımda bir buğu
"Herkes beni 'anneci' sanır. Ben aslında 'babacı'yımdır. Aydın bir
insandı, Türkiye İşçi Partisi, Aybar kanadından... Beni yetiştiren, beni
edebiyata yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17
yaşındaydım ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını
aldığım gibi meyhaneye koştum. Şimdiki yaşım (49) o yıllarda o kadar büyük
gelirdi ki bana. Ama şu an ölmeye niyetim yok. Babamın yaşı 51’i geçmeye
çalışıyorum. 'Babamın öldüğü yaş'a az kaldı yani!"
yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban
kirlenmemek için kendini alkolde saklar
"Gece lisesinde okudum, babamın ölümünden sonra gündüzleri aynı
lisenin kantininde çalıştım. Gündüz çay ocağında çalışır, akşam da gider
uyurdum derste. Bir gün solcular kapıyı tekmeyle açtılar, bir arkadaşımızı
çağırdılar dışarı. Öğretmen pencerenin yanına kaçtı... Sağcıymış çocuk,
çağırıyorlar dışarı, vuracaklar. Ben sınıf sorumlusuyum, önüne geçiyorum onun
ve “hayır diyorum, benim sınıfımdan adam alamazsınız.” Ama sonrasında ona da,
”arkadaş okulu bırak” diyorum, ”her zaman ben olmayacağım ki yanında.”
...
"7 kere kurşunlandım ben, toplu ya da tek. İlginç tarafı; dördünü
solcuların, üçünü sağcıların yapması. Halbuki hiçbir zaman eline silah değmemiş
adamlardanım! Bir gün dereyatağında yürürken sağcılar çevirdiler beni, üzerimde
parka, içinde de bir sürü bildiri. Hepimizin “Deniz Gezmiş” olduğumuz zamanlar!
Benim sınıfta kurtardığım çocuk çıktı aralarından şansıma, “kimse dokunmasın
ona“ dedi. Yoksa mahvolmuştum.
Severim Deniz Gezmiş’i, oğlum adını buldu onda."
...
"80’den sonra bol bol bunaldım, öğretmenlik yaptım... Korktum. Ve bu
korku ortamı bitmedi. Şimdi yine kötü bir yere gidiyoruz. Bilmiyorum,
hissediyorum. Ama ‘niye?’ desen bilemem."
üçüncü ayakta ‘rüzgarın kızı’ yine gelmeyecekti
ganyanım tökezlemiş ve hayatım buruşuk bir resim olarak hatırlanacaktı.
"...
At yarışı, biraz da beni yaşatan şeylerden biridir. Ben beş yaşındayken iki
tane yarış atımız vardı. Babam demir–çelik işiyle uğraşırdı. Sonra ne olduysa
battı, Adana’ya gittiğimiz sıralarda. Yoksullaştık, babamın içki olayı da o
zaman başladı. Atları göreyim, onlarla ilgileneyim diye giderim hipodroma. At
yarışı da oynarım cüzi miktarlarda, genellikle de kaybederim."
benim hiç silahım olmadı mayakovski gibi
tutup bir gece yarısı alnıma dayayacağım ne de james dean gibi bir otomobilim var
önüme çıkan ilk kamyona vuracağım.
"Hiçbir zaman intiharı düşünmedim ben. Ama diyeceksin ki, insan
yaşayarak da intihar eder. O konuda biraz hızlı koştum. Bundan sonra da frene
bassam ne olacak ki? Şu andaki durum; uçurumdan atlamışsın, havadasın,
düşmemişsin ama! Hayat tökezlemelerle geçti de, hala düşmedim, değmedim
yere."
kalbim sen hala burada mısın?
şol bedende, gurbette mi , sılada mısın? alkol , taşikardi, panik atak maceran bir gün tıp dergilerini çalkalayacak. kalbim, sen hala burada mısın?
"...
Panik atakla ilgili doktorumun tavsiyesi bana terapi oldu. Ben dedim ki,
her gün terapi yapıyorum şiir yazarak. Yine de hastalığımı atlatabilmiş
değilim. Beni tek başıma Taksim’e bırak, herhalde kalp krizinden ölürüm. Kapalı
yerlere, kalabalığa, yükseğe gelemem. Yurtdışına gidemiyorum uçaklar
yüzünden."
ipsiz ruhum, sarsak, serseri
otobanlarda sırtında heybesiyle cafelerde tuborg bira ve patates cipsiyle
durdun bir yerde, çağını bekliyorsun.
"...
Son dizesi önemlidir bu şiirin. Sanki o dize için yazılmış gibi... Biraz
Amerikanvari bulundu. Öyle düşünenler ya sonradan haksız çıkmış olmalılar ya da
gerçekten her yer “Amerika” oldu. Eskiden yol kenarlarında şarap içerdi
insanlar, artık otobanlar var; eskiden koltuk meyhaneleri vardı, şimdi barlar.
Çağını bekliyorsun gelsin diye. Gelince de bir sürü belayla karşılaşıyorsun.
Acısını çekiyorum, haklı çıkmanın acısını... “Alacakaranlık...”ta
anlattıklarımın doğru çıkışını yaşadım, Sivas’ı yaşadım."
adana demirspor’da fatih terim’le aynı takımda
epeyce sıyrık meşin bir yuvarlağın peşinde fatih galatasaray’a doğru deplase oldu, sense şiire kesilmiş bir süt kadar buruk
yıllar kaldı arkada ve önde
"...
Futbol ilk gençliğimin en büyük tutkusuydu. Allah aşkına söyler misiniz, ne
var yurtdışında şu son 15 yılda Türkiye’yi gerçekten sevindiren Galatasaray
dışında? Bunu Galatasaray’lı olduğum için söylemiyorum. Fener şampiyon bu sene
ve kutluyorum tabii ama yine de bence futbolu bu sene Galatasaray oynadı. Gerçekten!
Göze hoş gelen oyunu Galatasaray oynadı. Yabancı takımlardan İnter’i severim.
Adı güzel bir kere!
Başkanına “sandinistlere niye yardım ediyorsunuz?” diye sormuşlar, adam da,
“N’apalım, adımız İnter“ demiş, “enternasyonal” yüzünden. Real Madrid’den
nefret ederim, Franco kurmuştur bu takımı."
"...
Adana Demirspor’da oynardım futbol, gençlerde. Arasıra A takımına da
çıkardım. Adıyamanspor’la oynarken –gol kralıydım, takım da şampiyon!-
Adıyaman’ın sağ beki kaval kemiğime girdi, kırıldı kemiğim. Benim de küsme
huylarım vardır, sonuçta futbola küstüm ben. Hatta şu anda sanki şiirle de ona
benzer bir mecra üzerinde gibiyim, hatta her kitapta şiiri bırakıyorum. Çünkü
ortalıkta o kadar çok şiir, o kadar şair, o kadar çok soytarı var ki... O kadar
çok dergi, o kadar çok dedikodu... O kadar çok!"
"...
Beni besleyen aslında, romanlardır. Rus Edebiyatı, özellikle de
Dostoyevski... Ve Fransız Edebiyatı. Ortaokulda kitaplık kolunda, tüm
kitaplardan sorumluyum. Bir gün babam, “oğlum benim gözlerim görmüyor, bana
geceleri kitap okur musun?” dedi. Sayfalar dolusu, ciltlerce kitap okudum ona,
Dostoyevskiler, klasikler, milli eğitim klasikleri-beyaz kitaplar-. Aslında
derdi bana kitap okutmakmış. Sonraları onu küçücük puntolu bir gazete okurken
yakaladım."
bu ülkenin genç insanları halklarına ölerek yaklaşmak istemiyorlar!
"...
Ama hep öyle oldu! O yıllarda 10.000 genç, sonralarıyla beraber 40.000
insan! Şehirlerden dağlara... Şu anda ülkenin durumunu çok daha karanlık
görüyorum. Laiklik, milliyetçilik, bölücülük vs. gibi kalıplar üzerine
düşünmeden hem de. Ama aslında benim kafam karışık bu konularda. Çevremin de
karışık, görüyorum. Ve ben de azınlık psikolojisine sahibim, bir “Türk” olarak
hem de. Babam bir gün bana, “bildiğin her şeyi unut –artık 16 yaşında bir
çocuğun unutacağı ne varsa!-, ama 'cumhuriyet çocuğu' olduğunu unutma“ demişti.
Vasiyeti olarak kabul ederim bunu. Ama laik kesimin de bir fanus içinde
olduğunu, çıkması gerektiğini düşünüyorum. “Bir şairin hayatı tanımaması“ gibi
bir şey onların da yaptığı. Ayrıca biraz elimizi vicdanımıza koyalım; iktidar
partisinin her yaptığı da kötü değil ki. Ama son iktidar da her iktidarın
yaptığı şeyi yaptı ve kadrolaştı. Devlet devletliğini bilmeli, kurumlarını
dürüst çalıştırmalı, samimiyetle yerine oturtmalı.
...
Türkiye’de hiçbir kesim kendi içinde bir bütün değil. Belki tek bütün kesim
Mhp ve onlar konuşmuyor dikkat edersen. Ama geliyorlar da! Milliyetçilik
yükseliyor burada, oysa tam tersinin olması gerekirdi; yurtseverlik
yükselmeliydi... İşçi sınıfı diye bir şey artık yok Türkiye’de. Eskiden
sendikalizm açısından en azından var gibiydi. Yani DİSK; gerçekten DİSK’ti,
devrimciydi, özellikle de Kemal Türkler döneminde... 80 öncesiyle şimdiyi
karşılaştırınca; o zamanlar düşmanınızı biliyordunuz. Bu, çok önemlidir
savaşta. Şu anda düşmanımı da bilmiyorum... dostumu da... Bir vatandaş olarak,
diğer vatandaşlarla aynı şeyi düşünüyorum; “bir tehlike gelecek... ama nereden
gelecek? Tehlike var! Çok var! Ve bunlar her şeye yansıyor; kapkaç olayları,
maçlardaki rezaletler.... oyun oynamayı bile bilmiyoruz. Oyun olmayınca da,
hiçbir şey olmaz bence hayatta..."
"20. yüzyılın sonbaharında TC’ye bir şeyler oluyor bildiğim bütün
hastalık terimlerini sıralıyorum:
Menopoz, anksiyete, andropoz ve ABD"
""Sivas" olduğunda, bütün mahallemin çocuklarını kaybettim.
Ve bütün İsmet Özel kitaplarını attım çöpe. Orada ölenler 37 kişiyse 30’unu
tanıyordum. Sadece şairleri- romancıları değil ki, orada ölen 14 yaşındaki
çocuğu da... Onunla da oturuyordum, çay içiyordum, aynı sokağın
çocuklarıydık."
"...
İki yüzlü buluyorum dış politikamızı. Çeçenistan’ı destekledin Rusya’ya
karşı, Yugoslavya darmaduman olurkense Bosna’yı ve bir başkaları da benzerini
senin ülkene yapmaya çalışıyorlar. Çeçenistan’da eskiden faşist, şimdiyse
ülkücü dediğimiz insanlar birtakım çalışmalar yapmıyorlar mı? Adriyatik’ten Çin
Seddi'ne kadar rezil etmediler mi bizi? Bilgisayar teknolojisine çoktan geçmiş
Azerbaycan’a 12.000 daktilo göndermeye kalkıp rezil olmadık mı? Adamlar dalga
geçiyoruz zannetmişler. Elimizde bir Avrasya kartı varsa eğer, e be adam onu
kullan! Rusya, İran, Azerbaycan, Türkiye, birlik olamaz mı? Milliyetçilik
akımları yükseliyor, ki doğru ama ben de sinir oluyorum Amerika ile
Avrupa’ya.karikatür krizi çıktığında da, insanların inançlarıyla fazla
oynandığını, hakaret edildiğini düşünüyorum. İnsani yönden de, politik yönden
de katılmıyorum olanlara. Her şeyin bir sınırı var, oyunu oynayalım ama güzel
oynayalım... Temiz olsun. Daha ilk başta birbirimizin “kaval kemiği”ne girmeyelim.
O kadar uzlaşma noktamız varken hem de. Sol birleşecekmiş! Birleşse ne olur!
Ama mecburen oy vereceğim oraya doğru. Valla saplantılarım beni yönetiyor bu
konuda. Normalde düşünsem vereceğimle, gerçekte vereceğim parti farklı
birbirinden. Deminden beri “hakkaniyet”ten bahsediyoruz ama, oy verişim hak
etmeyene doğru olacak.
Ne yazık, bazen kalbime altı tane ok batıyor."
“Bu şiir burda biter.”
“Şair Ahmet Erhan’la onun bir şiirini besteleyen Teoman konuştu.”
Server Fethi
Radikal Gazetesi, 31/05/2007
https://bubisanat.com/ web sayfasından alıntılanmıştır