John Donne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
John Donne etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2023 Salı

Çaya Bisküvi Batırmanın Ayıplandığı Bir Ülkede Edebiyat Gelişemez!


Bisküviyi çaya batırmak neden bu kadar ayıplanıyor anlamıyorum. Madem onu çaya batıramayacaksınız, bisküviyi neden çayın yanında servis ediyorsunuz, öyle değil mi? Satılan bisküvilerin üzerinde o halde neden "Çayla birlikte tüketilmesi tavsiye edilir" yazıyor? Dikkat ederseniz “yan yana” demiyor; “birlikte” diyor. Tatları birlikte güzel gidiyor diye onları birlikte sunmuyorlar mı? Çay üstadı İngilizler de kurabiyeyi çayla servis ediyor; koskoca İngilizlerden daha mı iyi bileceksiniz ?

Bisküvimi çayıma her yerde özgürce batırmak istiyorum. Hem Proust da yapıyor. Proust Fransız beyefendisi deyince akla gelen ilk isim, görgü abidesi, nezâket sembolü değil mi? Proust'tan daha zarifi var mı? Proust'un babaannesi madleni ıhlamur çayına batırmasaydı şimdi Proust'un şaheseri yedi cilt olacak mıydı? Edebiyat kongrelerinde, dünyanın her tarafında kürsülerde, konferanslarda, yayınlarda Proust'suz bir edebiyatın şu an olduğu edebiyat olamayacağı bas bas bağırılıyor da, sonra bisküviyi çaya batıranlara neden dudak bükülüyor? Bütün bir Proust edebiyatı ve hatta edebiyat çaya batırılmış madlenden çıktığına göre, bisküviyi çaya batırma özgürlüğüne saygı edebiyata da saygı sayılmaz mı ?
Az önce kurabiyesini çayına daldırmak üzereyken siz dik dik baktığınız için niyetinden vazgeçen gencin içinde bir Proust olmadığını nereden biliyorsunuz? Bir Proust'un ortaya çıkmasına engel oldunuz ve üstelik edebiyatı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Proust yapınca güzel de başkası yapınca neden kötü? Proust okurken “eşsiz bir eser” demesini biliyorsunuz ama. İzin verin başkaları da yazsın. Proust'u gerçekten seviyorsanız çaya bisküvi batırılmasını da desteklersiniz.
İfade özgürlüğü, yaşam özgürlüğü, kılık-kıyafet özgürlüğü gibi türlü özgürlükler için meydanlarda koşuşturan herkes çaya bisküvi batırma özgürlüğü hakkında da bir şeyler yapmalı. Çaya bisküvi batırmanın ayıplandığı bir ülkede edebiyat tabii ki gelişemez. İçimizdeki Proust'ları artık rahat bırakın.
*
Bas bas bağırmak deyince, ülke deyince, ayıp deyince aklıma geldi. Bencillik kötüdür, bireycilik kötüdür diye her fırsatta bas bas bağıran herkes aile bencilliğini, toplumsal, sınıfsal bencilliği savunuyor. Bu bencilliklerin hepsi bireysel bencillikten daha kötü, daha tehlikeli değil mi? Bir topluluk biraraya gelip kendi çıkarları için kenetleneceklerine bırakın bireyler tek başlarına, kendi hallerinde bencil olsunlar. Kitlesel, örgütlü bencillik daha korkutucu.
Toplumculuk yoktur, toplumsal bencillik vardır. Bencillik kötüyse eleştiriye buradan başlansın.
Neden narsisizm kötü de toplumsal narsisizm güzel ?
*
Ben 'robdöşambr' diyorum. TDK 'ropdöşambır' diyor. Özgür Edebiyat 'röpdeşambr' diyor.
*
En sevdiğim okuyucular, bir roman yazdığımı söylediğimde hemen “Kaç sayfa olacak?” diye soranlar. 324'ü tutturmaya çalışıyorum. Ya da 287. İdealim 546. Bu sene yazı karakteri Times New Roman olmayan bir roman tasarlıyorum. Her bölüm sağ sayfadan başlayacak, paragraf aralarında boşluk olacak. Kitabın kaç puntoda basılacağını düşünmekten kendisini yazamıyorum. Ebatlarını 13,5'a 28 diye hesaplıyorum. Ya da 5,5'a 47.
*
Genç: Biraz indirim yapın; biz öğrenciyiz.
Pazarcı: Ben de "öğrenci" nin babasıyım !
Yer Ulus Pazarı.
*
Edirneli bir hanım. Avrupalı olmakla, başarılı bir emekli öğretmen, müdire olmakla, görmüş geçirmiş olmakla övünüyor. Gelinine “Sen artık bizim soyadımızı taşıyorsun” dediğini övünerek anlatıyor. Beş kelimenin beşini de vurguluyor. Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelini onların onuru, onların her şeyi, her şeyleri aslında tek şey, gelin her şey olurken bu tek şeyin bir parçası, onların bir parçası, gelin tek değil tekin parçası, onlar gelinlerini çok seviyorlar, onu bağırlarına basıyorlar, ne de iyi insanlar, onlara gelin olmak imtiyaz, birden terfi ediliyor, onlara gelin olmak ne mutlu, gelin mutlu değilse kesin bir sorun vardır hastadır çocuklar elinden alınmalıdır, üstelik gelinin kayınpederi de çok saygıdeğer bir mühendis-genel-müdür-iyi-maaşlı-tezgâhtar, gelinin adı yok, gelinin soyadı var, ama gelinin soyadı yok, onların gelinden yaptıkları çocukların soyadı ise tabii...
Görmüş geçirmiş hanımefendinin gelinine verdiği limited soyadı aslında ona da çocuklarının ailesi tarafından verilmişti; ama herhalde görmüş geçirmiş hanımefendi bu soyadıyla çok mutlu olmuştu, ihya olmuştu, ihya olmasa zira ayıptı olmazdı yanlıştı, şimdi gelini de onun gibi mutlu olmalıydı yanlış olmamalı bir yanlış da yapmamalıydı zira soyadı artık kendi soyadı değildi onların soyadıydı, zaten kızın doğduğunda aldığı soy adı da babasının babasının babasından geliyordu kızın annesi soysuzdu onun da annesi gibi, kızın bir gün annesi gibi başkalarının soyunun nesnesi olacağını doğduğunda biliyorlardı, kıza ona göre davranmış ve bu olanları hiç yadırgamamışlardı kızı buna hazırlamışlardı kızı yetiştirmek kızı buna hazırlamak bu dünyaya nesne olsun diye yetiştirmek demekti hazırlamasalar kızı yetiştirmemiş olurlardı.
*
İlkokula başladığımda öğretmenim bana ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmememi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmenin çirkin olduğunu söylemişti. Ona ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi istemek istediğimi, çünkü ş'lere ve ç'lere nokta koymak yerine çizgi çizmeyi güzel bulduğumu söylemedim. Güzel bulduğuma göre bende bir sorun vardı. Bunun yerine, “Doğduğumuzda bize isim vermeseler” dedim; “İsimler karışıklığa neden oluyor. Her birimize bir numara versinler ve böylece karışıklık falan da olmasın”.
Öğretmen söylediğimi duymadı, çünkü sesim çıkmamıştı, çünkü sesimin çıkmaması gerekiyordu. Ama zaten beni duysaydı da “Evet, zaten her birimize doğduğumuzda numara veriliyor, çünkü bu çok yararlı, çünkü bu sayede karışıklık olmuyor, herkes çok mutlu oluyor” derdi.
*
Ama işte isimler bazen karışıklığı önlemeye de yarayabiliyor böyle. Bir çeşit damga gibi. Hayvanlara vurulanlardan. Hayvanları çiftliğimize ait oldukları belli olsun diye ateşle damgalıyoruz, insanları soyadımızla. Neyse ki damgalanacak birileri var. Seslerini çıkarmıyorlar. Hatta, ses çıkarmak ne kelime, kendileri ses çıkarmadığı gibi ses çıkaranlara da hakaret ediyorlar. Böylesi daha mutlu çünkü. Damgaladığımız insanların kime ait oldukları belli. Oturmaları kalkmaları konuşmaları elleri kolları kimbilir daha nereleri bizim. Sahip değiştirme özellikleri var ama bunu hiç istemeyiz. Ne de olsa bizim soyadımızı taşıyorlar ve soyadımızı öyle kolay kolay atamazlar. Soyadımız çok değerli ve onlar kendilerini kim sanıyor?
*
"Kaltaban" ne kadar güzel bir kelime. Fonetiği anlamını az çok ele veriyor.
*
Yazar Sarah Kane 28 yaşında intihar etmeden önce defalarca 'Kimse beni sevmiyor' diye yazmıştı günlüğüne. Sarah Kaneler hâlen çevremizde.
*
Osmanlı Sarayı'nda bir bebek dünyaya geldiğinde top atılıyormuş. Yedi top atışı erkek, üç top atışı kız bebek demekmiş. Değerleri nispetinde.
*
Robert Musil'in cenazesinde sadece sekiz kişi varmış. Musil olduğunu farketmediğimiz Musiller halen çevremizde.
*
Erkek olamamanın ezikliğini duyan kadın çocuğunun erkek olmasını istiyor. Çocuğu erkek olduktan sonra ise...
Çocukları erkek olduğu için değer görmeyi bekleyen kadınlar, kendilerini çok değersiz görüyor olmalılar.
*
Çehov haksız. Bir silah sahnede göründüğü zaman mutlaka patlamak zorunda değil. Hatta, gösterilen silahın patlamaması aslında daha etkili. Silah patlamamalı ve herkes silahın neden patlamadığı üzerinde düşünülmeli. Çünkü bir öyküde gösterilen bir silah varsa, mutlaka silahın bir anlamı da vardır. Silahın patlaması ise çok sıradan.
*
Ufacık tefecik. Vücudu olmak istediği kadın olamamış sanki.
*
Ş' lere ilkokuldan önce olduğu gibi çizgi çizmeye 32 yaşında başladım. Bir gün ş'ye nokta koymak yerine çizgi çektim, korkuyla etrafıma baktım; sanki hiçbir şey olmadı. Hâlâ devam ediyorum ve her seferinde sanki biraz korkuyorum.
*
Türkiye'de bir kadın evlenmesine rağmen ismini korumak istedi ve kocasının desteğine rağmen Türk mahkemeleri ona senelerce bu “hakk” ı vermedi. Yeni. Doğduğunuzda aldığınız ismi bir bütün olarak koruma hakkından bile yoksun bırakıldığınız bir ülkede, kimliğinizi de korumaya dair ciddi kaygılarınız olması olağan değil mi? John Donne konuya bir şiirinde eğilmişti; üstelik kendisi Anglikan rahipti, anti-feministti ve 16. yüzyılda doğmuştu. Lady Macbeth Lady Macbeth değil; bu isim onun bağımsız varlığını nasıl tanımlar ? Yoksa var mı değiliz ?
*
Bir insanın iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz ? Önce eline biraz güç verin.
Veya güç zannı.

Nihan Kaya / Stabilo Mürekkebiyle Yazıldı IV

29 Eylül 2016 Perşembe

Hiç kimse bir ada değildir


    Hiç kimse bir ada değildir
    Kendinden ibaret,
    Her kişi kıtanın bir parçası
    Bir avuç toprak kaysa denize
    Küçülür Avrupa
    Bir yalıyar göçmüşçesine
    Göçmüşçesine bir dostunun çiftliği
    Ya da seninki:
    Her insanın ölümü azaltır beni
    Çünkü insanlık umurumda,
    Sorma o halde kime çalıyor diye çanlar
    Sana çalıyorlar.


    No man is an island,
    Entire of itself,
    Every man is a piece of the continent,
    A part of the main.
    If a clod be washed away by the sea,
    Europe is the less.
    As well as if a promontory were.
    As well as if a manor of thy friend's
    Or of thine own were:
    Any man's death diminishes me,
    Because I am involved in mankind,
    And therefore never send to know for whom the bell tolls;
    It tolls for thee.

     John Donne (1572-1631)
     Çeviri : Barış Pirhasan

     Fotoğraf: Marc Helleboid, 1987

İzleyiciler