7 Şubat 2025 Cuma
"Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi."
6 Temmuz 2023 Perşembe
15 liralık pul parası
İstanbul'dan ailesinin gönderdiği para karşılayamıyordu gündelik harcamalarını.
Otele borcu birikmişti.
Bir anlık tebessümle ahizeyi eline alarak resepsiyon görevlisinden kaçırır bakışlarını..
Mefkure Hanım'dır arayan..
"Çabuk gel, akşama birisi hastalandı, onun rolünü oynayacaksın."
Ulus'taki "Genç Palas" otelinin kapısından dışarı çıktığında hem mutlu hem çaresizlik içindedir.
Ankara'ya Devlet Tiyatrosu'na girmek için gelmişti.
Küçük Tiyatro'da oynanan "Tufan" adlı oyunun son sahnesinde rolü olan oyuncunun yerine çıkacaktı sahneye..
Romalı kıyafetleri içinde bir uzaylıyı oynayacaktı.
Biliyordu ki bu rol bir imtihandı kendisi için.
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilip edilmemesi o sahnede göstereceği performansa bağlıydı.
Salondaki Muhsin Ertuğrul'un gözü kendisinde olacaktı!..
Ama çözmesi gereken daha büyük bir sorun vardı.
O akşam sahneye çıkabilmesi için dilekçe yazıp vermeliydi..
Elbette dilekçeyi yazardı ama Muhsin Ertuğrul'un sekreteri Mefkure Hanım dilekçeye mutlaka 15 liralık pul yapıştırılması gerektiğini üstüne basa basa söylemişti telefonda.
Oysa cebinde 5 kuruşu bile yoktu.
"Chopin" ile vedalaşma vakti gelmişti..
Başka çaresi yoktu.
Samanpazarı'ndaki bit pazarına gidecek ve "Chopin" adını verdiği lacivert pardösüsünü satacaktı.
Yolda karşısına çıkan seyyar fotoğrafçıya Samanpazarı'na nasıl gidileceğini sorar.
"Hayrola, bir şey mi satacaksın?" sorusu üzerine de adama üstündeki şık pardösüyü gösterir.
Fotoğrafçı, omuzlarından tutarak evirip çevirmeye başlar oyuncu adayını.
Genç adam, "Yahu yapma, herkes bize bakıyor, rezil rüsva olduk," derken, pardösü çoktan çıkmıştı sırtından.
Astarı inceleyen fotoğrafçı sonunda ağzından çıkarır baklayı : "Ben buna 30 lira vereyim."
Çok az diye itiraz etse de bit pazarında ilk fiyatı verene zaten satacağını düşünür.
Otuz lirayı alır almaz hızlı adımlarla yolunu tutar Küçük Sahne'nin.
Mefkure Hanım'a dilekçeyi ve 15 liralık pul parasını verip dışarı çıktığında, Kızılay'a doğru ilk adımlarını atarken, yağmur bastırır aniden.
Sanki Ankara'nın yağmurları yağmak için pardösüsünü sattığı günü beklemişlerdi.
Sırılsıklam âşık olduğu tiyatro sanatına profesyonel oyuncu olarak böyle adım atar genç adam.
O akşam, sahnede sergilediği oyunculuk çok beğenilir ve Devlet Tiyatrosu'na kabul edilir.
Cevat Başkut'un yazdığı "Kleopatra'nın Mezarı'nda" oyununda bir rol verilir kendisine..
Oyunun ilk perdesi, büyüler yaparak define arayan bir adamın, sahnenin bir köşesinde duran bulgur pilavını ve pideyi yiyerek orucunu bozmasıyla son bulmaktadır.
Perde inip de oyuncular sahneyi terk eder etmez çalakaşık pilava dadanır, her gece..
Devlet Tiyatrosu'na kabul edilmiştir ama cebinde parası yoktur yine de..
Bir gece, oyunun ilk perdesi kapanır kapanmaz, sahnedeki pilavı yemeye koyulurken yakalanır, arkadaşları tarafından..
Eyvah ki ne eyvah!
Ne de olsa sanatçının yediği, parası Devlet tarafından ödenen oyunun dekorudur.
Sonuçta, bulgur pilavı da olsa, dekorun bir parçasıdır yenilen!..
Kısa sürede meteliğe kurşun atan genç adamın her gece oyunun aksesuarını yediği Devlet Tiyatrosu'nun koridorlarında duyulur.
Şikayet üstüne şikayet..
Sanatçı, bir gece perde iner inmez kaşık daldırdığı bulgur pilavının çok daha kaliteli yağla hazırlandığını, üstelik sıcak olduğunu fark eder..
Pide de tazeciktir..
Dahası, oyunun aksesuarına bir de irmik helvası eklenmiştir..
Şikayetler Muhsin Ertuğrul'un kulağına kadar gitmiştir!..
Erol Günaydın anısına saygıyla ....
Sunay Akın
11 Aralık 2022 Pazar
Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa...
"Babamın iş gezilerinden birinde, yoldan geçerken arabanın penceresinden gördüğüm bir manzarayı yıllar bana hiç unutturmadı. Çevresine bir daire çizilen adam etrafını kuşatan bir kalabalık tarafından sürekli taşlanıyor, adamsa o dairenin dışına çıkamıyordu. Adamın Yezidi olduğu söylendi. Bir azınlık toplumu olduklarını, şeytana taptıklarını, inançlarına göre tavuskuşunun ve dairenin kutsal olduğunu, bu yüzden çizilen daire silinmeden içindekinin dışına çıkamadığını öğrendim. Bu inancı gülünç bulanların da başka türlü görünmeyen daireler içinde olduğunu ve bunun dışına çıkamadığını çok sonra anlayacaktım. Tıpkı daha geniş bir coğrafyaya çıktığımda, dünyanın her yerinde her türlü azınlığın nasıl taş altında tutulduğunu anladığım gibi.
Daire çizen için bir komediydi. Dairenin dışındaydı. Saçma bulduğu bir inancı silah olarak kullanıp inananı teslim alabiliyordu. Bu, ona bir iktidar sağlıyordu. Dairenin içindeki içinse bir dramdı. Tutsak ediliyordu. Yazgısını Öteki'nin insafına terk ediyordu.
Ya kişi daireyi kendi eliyle kendi çevresine çiziyorsa... İşte bu bir trajediydi. Seçiminin içerdiği sonu yaşayacaktı."
"Geri döndük, yeniden şehrin merkezine inerken, daha çok Kürtlerin oturduğu mahallelerin birinde, evlerden birinin ağır, büyük kapısı güçlükle açıldı. Ardından, üç dört yaşlarında, sarışın, lüle lüle saçlı, mavi gözlü ve boynunda iri mavi boncuklar taşıyan masal güzeli bir kız çocuğu, eşiği atlayarak ansızın sokağa, önümüze çıktı. Bizi görünce duraladı. Bu güzel Kürt meleği, bize inmekte olan günün son armağanı gibiydi; gözlerimizin önünde birdenbire beliriveren varlığıyla bizi heyecanlandırmıştı. Eğilip sevecek oldum. Kuşkulu gözlerle baktı ilkin, ardından bir iki adım gerileyerek 'Polis, polis' diye uzaklaştı bizden. Bizi polis sanmış, korkmuştu. Vurgun yemişe döndük, demek biraz kentli giyinmiş herkes yabancı, her yabancı da polis demekti, daha beş yaşında bile olmayan bu küçük kız çocuğu için? (...) Bir tek bu olay, beni derinden yaralayan bu dramatik karşılaşma, yüzlerce gazete haberinin, yüzlerce fotoğrafın anlatmakta eksik kaldığı her şeyi bir kerede anlatmıştı.
Benim geçmişimi, onun geleceğini kirletmişlerdi.
Çocukluğumu aradığım sokaklar.
Üç dört yaşlarındaki şu mavi boncuklu kız.
1990 yılının Mart ayıydı.
Daha sonra Mardin'e hiç gitmedim. Olmadı.
Şimdi bir rüyam var: O mavi boncuklu kız büyüsün, bir gün bu yazıyı okusun, o günü hayal meyal hatırlasın, beni hatırlasın ve bana bir tek mavi boncuk göndersin istiyorum.
Bunu hepimizin geleceği için istiyorum."
Murathan Mungan, Paranın Cinleri, Metis Yayınları
Sıddık Akbayır, Edebiyat Karın Doyurmaz Çay İçirir, S.156
15 Ocak 2015 Perşembe
Hurma Zeytini / Bir Anı
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız. Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini anlattı. Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti. Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
hayatı öğrettik çocuklara.
sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.
Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek verenlerin anısına ithaf olunmuştur.
9 Kasım 2013 Cumartesi
Tomris Uyar, Cemal Süreya' yı anlatıyor :
Tomris Uyar
(Fotoğraf: Cemal Süreya, Tomris Uyar, Yusuf Atılgan)
13 Şubat 2013 Çarşamba
Hayalet Oğuz
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz'un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz'u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz'u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih'teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçe'ye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam'a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rast geldiği bir iki dostuna:
-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Kulüp 12'de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu'na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.'ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu'nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep 'Hayalet ölmez', diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon'da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada'da dinlen, sakın İstanbul'a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel'e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928'de doğdu. 17 Eylül 1975'de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz'un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi 'Eğlentili Bir Gömme Töreni' oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatin olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz'un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üst üste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı'ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu'ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
-Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han'da, Bülent Oran da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç'la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek'te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset'in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa'dan Levent'e... Levent'ten Ayaspaşa'ya... vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul'u Katmandu'ya benzetiyor, son aylarında: "Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok", diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: "Çok hastaymışım", dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul'u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;
-Beyoğlu'nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon'un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu'nun yanağından makas alıyor,
-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.