Şükrü Erbaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şükrü Erbaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Eğme Kirpiklerini

Eğme kirpiklerini gönlüm dolaşıyor
Dilime garipsi bir tutukluk yapışıyor
Gözlerim susuyor yüzünde göz göz
Başımda bir koca kent uğultusu
Eğme kirpiklerini ayrılık yaklaşıyor.

Durup dururken eriyor yakınlığın
Araya bilmediğim yollar düşüyor
Ipıslak dönüyorum bir uzun dalgınlıktan
Soluk soluğayım soğuk odalarda
Eğme kirpiklerini yüreğim üşüyor.

Gözlerimde salkımsaçak turna bulutları
İçimden incecik türküler geçiyor
Uzak yalnızlığımda beni bulacaklar
Beni ışıtacaklar kesme aydınlığını
Eğme kirpiklerini gözlerin geçiyor.

Bir ikindi serinliği kaldı elimizde
O bitmez bildiğimiz günler bitiyor
Şu sıralı kirpik izi yüzünde tel tel
Şu incecik gölgeler akşamın ucudur
Eğ ki kirpiklerini ayrılık başlıyor.

Şükrü Erbaş

Resim: Dee Nickerson


24 Nisan 2025 Perşembe

Yarasaların Avlusunda

İnsanın
Ağzında güneşlerle uyandığı
Sabahlar bitti.
Ah ey büyümek denen uzun kış
Ölümün erken cümlesi
Şimdi hepimiz ışığı sönmüş evlerde
Geceden ve kederden yapılmış gözlerle
Pencerelerde kaybolmuş
Çocuğu arıyoruz.

Bir yalnızlık ki gölgesiz anısız
Bütün seslerin dışında
Bütün zamanlarla yaralı
Taşa dönmüş bir iç çekiş
Annesiz babasız lambasız
Bir gözyaşı akşamı
Yarasaların avlusunda
İçimize bağırıyoruz:
Ölüm ile ayrılığı tartmışlar...*

Kapılarımız
Gidenlerin yeni şarkılarla döndüğü
Zamanlara açılmıyor artık

* Karacaoğlan

Şükrü Erbaş

(Yarasaların Avlusunda - Kırmızı Kedi Yayınları, 2.basım, Şubat 2025)



21 Şubat 2021 Pazar

Aynı Yürek Lekesi


Babam gelirdi ve akşam olurdu. 
Bahçedeki akasya ağacı günboyu biriktirdiği kuşları 
birer hayal topu olarak uzatırdı yatağımıza. 

Siyah-beyaz bir fotoğraf gibi gelirdi babam. 
Kamyonlar hep geceleri, hep uzaklara giderdi. 
Ben o zamanlar bütün babaları susar sanırdım. 
Yalnızca gaz lambasıyla konuşan bir diş gıcırtısıydı babam. 
Kapılar titreyerek açılır, titreyerek kapanırdı. 
Tanrıyı ve uzun konuşanları sevmezdi hiç. 

Babamdan yapılmış bir korkuydu dünya. 
Ben o zamanlar yalnızlığı gece sanırdım. 
Ne kadar susarsa o kadar terlerdi. 
Boncuk bocuk döktüğü ter, hep uzağından geçen kadınların 
içinde göveren gözleri miydi? 

Babam en çok kışa yakışırdı. 
Bütün oyunlarımız başkalarının evlerine bir güzellemeydi. 
Annem babamın günahları için bir namaz yumağı hâlâ. 

Ey penceresi dışarıya açık, içeriye kapalı evler… 
Babam neden yalnızca içince güzeldi. 
Şimdi beş ayrı evde aynı yürek lekesi 
süt kokularına yayılıp duruyor. 

Babam on altı yıldır ölüme saçmalığını anlatıyor… 

Şükrü Erbaş

28 Ağustos 2016 Pazar

Üç Nokta


Büyük konuşanlar 
Alınlarında eğri olmayanlar 
Yalnız yükseği görenler 
Herkesin ortasında yürüyenler 
Bütün ışıkları yananlar 
Sesi menevişsizler 
Güzü küçümseyenler 
Gözyaşına arkasını dönenler 
Kendini mutluluk bilenler 
Sessizlikten korkanlar 
Yalnız eşyalarına gülümseyenler 
Öyküsünde öteki olmayanlar 
Kederle kirlenenler 
Aynası buğusuzlar 
Kışa yolu düşmeyenler 
Kalbi ölüm mühürlüler 
Penceresi dışa açılmayanlar 
Aşktan utananlar 
Güzelliği kimsesizler 
Dili şiddet olanlar 
Gövdesi sözünden önce gelenler 
Dünyaya dokunmayanlar 
Unutanlar, unutanlar 
Ey tek heceli darlık... 

O mevsimim ki herkesten yapılmış 
Üç noktayla biten bir cümleyim artık..
Şükrü Erbaş

Kocaman Bir Çocuğu Öpüyorsun


Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen 
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam 
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun 
Ağzında eriklerin aceleci tadı 
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası 
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun. 
Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor 
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı 
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen 
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun. 
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı 
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa 
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr 
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun. 

Sakarya Caddesi' nde sarhoşlar 
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin 
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar. 
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum 
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun. 
Örseler acıyla düştüğü yeri 
Susarak büyüyen adamların sevgisi. 
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek 
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik 
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun. 
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk 
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını. 
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun 
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam 
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun. 

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla 
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.

Şükrü Erbaş

26 Ağustos 2016 Cuma

Ömür Hanımla Güz konuşmaları


...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 

Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından? 

Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 

Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 

Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 

Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 

Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 

Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...
 
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 

Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.
 
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 

Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım ?
Şükrü Erbaş

22 Temmuz 2013 Pazartesi

yalnızlık heceleri


1


taşların sesini
duydum konuştum
duydum sustum.

2

gitsem
kaderini duyursa bana
bilmediğim yerler
sevinsem, üzülsem
kalbim sonsuzlukla eksik
büyüsem, büyüsem...

3

yemyeşil bir yalnızlığı
içim dışım uzaklık
kimseye anı olmadan geçtim.
taşı bile severdim
birisi tüy kadar dokunsaydı bana.

4

kalp soğuk
anılar ağır.
köpekler kemiklerini çıkarıyor
gömdükleri yerlerden.

5

trenler bitti
kanatsız sular
yağmurla iki kez uzak evler
anısız sokakların akşamı bitti
ayrılık başlıyor...
çift oluklu bir hançer
sevdiğim herkesten
gidiyorum
geldiğim diğ yalnızlığı...

6

kitaplar kitaplar kitaplar içinden
üstüne kitleyerek hayatı
kapanmasını kapılar pencerelerle bilerek
her kipriği bir hayal cesedi
uzak uzak sustu gürültümüze...

yaşamanın büyüklüğünü konuşuyorduk hepimiz!.


7

seçelerin sabah avluları
size kursunlar mezarımı.


8

uzun sakalları kanallara gömülü
üç sonsuz gece
geçmişini bir ayin gibi soludu.
şehrin bütün ışıkları
gözlerinden yaş yaş dökülüyordu.

9

sararmış deniz. kiprik uğultusu. eşikte bir harf. 
odalarda göllenen yol. geceler bilgisi. acı ten.
ayaklanmış yalnızlık. susmanın halleri. sonrasız
aşk. ayrılık bilgesi. ıssız ayna. mutsuz çocuklar sabahı.
ışık hecesi. uzaktan geçen zaman...

bana dokunsaydın, dedi, bunları başka söylerdin...

10

gelir akşamın kalbe indiği zamanlar
ey gövdesini dönen kalabalık
yalnızlık sizin de sadık köpeğiniz...

11

önce gözleri vardı yedi kat ela
sonra yalnızlık
elleri gözlerinden önceydi ve uzun
sonra yalnızlık
iki beyaz ırmak akar hala gövdemde
sonra yalnızlık
sözüm ağzından alırdı kanadını
sonra yalnızlık
dört yıldır canımdan uzuyor saçları
sonra yalnızlık
bitti güzelliği kalabalığın
yalnızlık bir daha...

12

"tayga'da insan izine rastlayamazsın;
varsa da sana aittir
harad bream/şaman"

orada otların arasında
güneşten başka ses yok
insanın yaşı kadar büyük
dünyanın ilk günü kadar yeni
zamanı gözteriyor bize...

13

cezanın kapıları. korkudan büyük duvarlar. aşa-
ğılayan şüphe. üniforma sarmalı. şiddetin izin ver-
diği sevinçler. küçük düşürülmüş gökyüzü. sesin
kıvrımlarında taşınan dışarılar. acılaşmış onur.
kalbin yücelişi. anlamı değişen dokunma.

özgürlükle donatıyor duvarları hasret... oğlum
-diyor- seni uçuruyor bütün kuşlar.

14

iki kez siyahtır şimdi evlerde gece
dırınas'ta ağaçlar bu saatlerde
bütün yolcularını uğurlamıştır.

15

göğe vardı
odaların boşluğu
eşyalar bitti
zaman beyaz
kadınlar acı
yapraklı bıçak
rüzgar bedende
hareli sular
parmaklarda donmuş
yollar ceza
yere bakıyor ağaçlar
ışıklar gölgeler
seslerin hükmü
akşamlar bile beyaz
yaşı çoktan
çocukların yaşı
bir tek geçmişin rengi var..

16

her gün gelir böyle
otobüslerin önünde durur uzun uzun
bir yolculuk ayinidir yalnızlıktan yapılmış
giden herkesle her yere gider.
sonra bir sarsak zaman bekleme salonlarında
büfeleri seyreder karıncalanmış gözlerle
simit alır, gazetelere bakar, saati sorar
gelen yolcu peronuna iner akşam üzeri
biraz yorgun, gülümser, çoğalmış
bütün yolcuları alıp evine döner...

17

otlar kadar olaydım
ışık, ses, böcek
sarı zaman, muratsız kar, ölüm
bütün mevsimleri seveydim.

18

gittim sesleri topladım geldim
parmak uçlarının rüzgarı da geldi.

alın kırışıklarına sürdüm yalnızlığımı
kalbin sığınmaya yağan ilk karı da geldi.

herkesin yürüşünde sakladığı evlerdim
tutkunun siyah açan geçkin baharı da geldi.

bir yabancı gözleri çan bilmediği dillerde
bildik hayatın uzun intiharı da geldi.

kırmızı yaşlar idim bir çocuğun yatağında
gecenin hayal hayal intizarı da geldi.

gittim bir medet harflerden gamzelere
aklakın yaşla çiftleştiği yaşama mezarı da geldi.

bir zamandım, erken, uzak geleceklerden
güzelliğin lal oadalarda beden çerağı da geldi.

19

pınar, tozlu yol, bitkin ağaçlar
can sıkıntısından ağır bir güneş
zaman dışı kuşlar telgraf tellerinde
kadın değil de bir top bez hayalsizlikten
köy uzak değil bir bıkkınlık sadece
bu aklın dışında bir tek çocuk var
bütün uzakları toplamış içine arkasına bakıyor.

20

kaç gökyüzü çizdi ağzın
hangi mağaralara...

21

kendini seven insanların güzelliği ile konuşacağız. kimsenin sevgisi kimseye bağış olmayacak. dünyanın bütün dillerinden şarkılar okuyacağız. bütün dillerin acısını, sevincini canımızda duyacağız. şarkılarımıza toprak katılacak; taşlar dinginliğini verecek sesimize; gökyüzü binlerce kanatla donatcak gözlerimiz. ırmaklar yalnız dışımızdan akmayacak. doğadaki her varlık kendi mucizesine katacak bizi. akşamlar ikinci güneş olacak sokaklarımıza. ellerimiz kimseyi yalnız bırakmayacak. çocuklarımız bir daha doğuracak bizi. tek yalnızlığımız aşk oalcak. erkeklerimiz sabahtan dingin; çaresizlik kadınlarımızı terk edecek. bütün bir ülke özür dilemeyi öğreneceğiz. lunapark palyaçolarından başka üniforma kalmayacak dünyada. güzel anılar kadar güzel olacak ölüm...

'arabasını yıldıza bağlamış' birisinin yalnızlıklarımı bunlar? iyimserlik mi? bir kalabalık reddiyesi? uyumsuzluk kışkırtıcılığı? bir devrim taslağı belki; bir eşitlik tasarımı. bir hayal denemesi, güven duygusu için. kolay ve küçük şeylerin rahatsızlığı. bencilliği utanca çevirme girişimi. gelecek zamanlar kalbimin acemi fotoğrafı. başklarına paylaştırılmış yüzlerce 'ben' sevinci. bir ironi, gücün boyalı şiddetine. sınırları küçümseme zenginliği. ait olma duygusu ile aykırılığın birbirini sevmesi. büyüklenmenin küçük düştüğü bir genişlik. başarının hasat şenliği..

yalnızlık... seni bir gün biz seçeceğiz. o zaman güzel olacaksın.

22

senden ışık ayrılık
gözlerim yol tenhası
kiprikler dili oldum
ağzım ölü zamanlar.

benden vakitli taşlar
gövdeni solumaya
o mumdan eşiklerim
sokakları titreyen.

bitti sandım gideni
gövdemi susturarak
eyvah ki dünya imiş
mezar benim nem olur.

23

okşan'a

bacakları uzun kalın
karanlıkta özgür
sakallı bir sesi var
utandığından değil
ışıkta yaşamak zor
gizli eğilimi hepimizin
başımızda merakın
kurşun askerleri
kalbimiz saygı yalnızı
uzun uzun konuştuk
kendimizi birazcık sevdik.

24

ben gittim susmaya
üç boğuk zamanla
toprak, beton ve camdım
su büyük, dedim
alır düşünmeyi
kandım oturdum.

25

adam denize bakıyor. sis. deniz değil. kendine maviyi mi anlatıyor, suya toprağa mı? sır değil. gövdesi katı; babasından tek miras. hayatı dar. baktığı yerler değil. usanmıyor. gemileri sayıyor. ne yolcu, ne fener. yıldız falcısı belki. tutsaklıktan. rüzgarı ölçüyor. kıyıları sevmiyor. sığınmak ölüm; nereden duymuşsa. suların raylarında bir kadın, kırk bir yıldır... susmasına denizi ekledi. mavi değil yine de evi. biraz daha kuyu. yalnızlık hariç, her şeye yeniliyor. boyu ıssız, gecikmiş. bin ayrılık parmakların boğumu. bir leke gibi geçiyor ışıklardan. günün her saati akşam. eşikler, o hep-- çocuklarına susuyor. karısı gittikçe az. deniz çekiliyor, çekiliyor...

ah kutsal ana rahmi... insan nereye gidebilir ki...

26

sırlarınız olaydım
daha mutsuz olmazdım.
sizden fazla bildiğim
en iyi yalnızlık ölüm...

27

bir yarım söze
geçerken söylenmiş
dünyayı doldurdururuz.
sonra o taş yataklar
soyunuruz
aynamız siyah
gövdemiz yanlış dua
bir merhamet
gecenin kalbinden
puhu kuşları dahil
bütün şarkıları bitiririz...

sabah o eksik ışıktır
narcissus sevmez
biliriz
inanırız!...

28

levent kanat'a

sonra onlar bir gün gelip
diliniz bu, dediler.
göz yaşlarımız bozuldu.
ağaçlarımız sularımız kuşlarımız
bir günde geçmişinden oldu.
günün haritasını yitirdik
gece yorgunluğumuz değil
yüksek sesle geldiler hep
yataklarımızda bilmediğimiz acılar
şarkılarımızı küçük düşürdüler
bir boğuk zaman camlarımızda
çocuklarımız evler yabancısı
onurumuzdan bir yalnızlık yaratıp
kalbiniz artık bu, dediler...

29

keşke benim uzağım olsaydın...

30

aydınlık ne
unutmak kimin haddi...
şımarık kalabalık
kanı çekilen gece
dinle memelerini
ağzımı duyacaksın.
sonra bir ayna ser
ayaklarının altına
kalçalarınla hohla adımı
içindeki zamanım.
hiçbir şey bitmez insanda
acı güzellik hiç
kaç eski sevişme
benim de bedenim.

31

ağaçlar, önce ve sonra
iki varoluşun.

kapı önlerinde kadınlar
bir zamanlar onlar da.

bütün fotoğrafların gizlediğisin
mutlu yada mutsuz.

unutmak büyük dili zamanın
hatırayla lekeli.

bir hayal cinneti akıl
sen sustukça.

yaşlılar, çocuklar
sonsuz ezberi yüzünün.

o zülüf herekatısının çaresiz
aşka ve ölüme.

mezarlık çiçeklari
geçtiğin her yer...

32

sessizlik çanı köyle gittim ğögün ağzında
karın temize çektiği ölüm harcı yalnızlıklar.
kalabalıktım bir zaman zonklayan şehirlerde
suların avucunda kimi gün bir sevinç damlası.
bir sürgün ayrılıklarıyla büyüttü kalbimi
eşyalarından küçük adımları da bildim.
hala bilmem, gücü mü insanın, yenilgisi mi
bir kar istasyonunda ağabeyini susan fiyodor
döndüm her seferinde bir dua acısıyla
'hayat her yerdedir' sözünün çırpınan gerçeğini...

33

ve döndüğümüz gittiğimiz değildir.

34

sözler kalbinde vazgeçiş
bedeni göz göz unutuluş mühürü
yok yalnızlığından başka gücü
bir kirpik hecesiyle
küçük düşürüp yakınlığımızı
ceza gibi geçiyor içimizden.

35

bütün ayrılıklarımı alır gelirim. ev bir tenha söz. eşyalar ıslık çalar. bir genişlik umarım. hayalsiz olmuyor. zaman büyük simyacı. hatıralar bile hayal. ağaçların ışıklarını toplayıp çekilir güneş. ölüm değil müşkül, zaman acısı. yaşamasam nereden bilecektim. insanlardan üzgün düşmenin uzağıyla bakarım. henüz mağrurdur yalnızlık. yüksek seslidir. kalabalığa inanır. gölgelerini okurum. herkes aynasını ters yüz edip çıkmıştır. oysa orada birikecektir yaşama tutkusu. öğrenmek çoğa varırı. bir gamze göllenir, göllenir. içinde topuklar döner, saçlar titrer, sesler köpürür. ayaklanmış kuyudur ağızlar. gövde, dünya kesilmiştir. kimseler görmeden toparlarım cesedimi. bir merhamet duygusuyla iner akşam. bütün incittiklerim kalbimdedir. uzak yoktur. ölüm de bir zamandır. dönerim...

36

köknar ağacının dibine oturdum
akdeniz'di. ikiz güneşti
ayaklanan bir kadın yüzüydü
yaramı sever gibi sevdim gelincikleri
taşlara sesini veriyordu rüzgar
eğildim telaşı önünde kertenkelenin
dağlar mavi bir zamandı
otlarda soluk alıyordu tanrı
sevdiğim kadınlardan bir mucize
bütün acılarımın dışına çıktım
bütün acılarımın dışına çıktım
elinden tuttum çocuk babamın
annem yeni doğuruyordu beni.

sildim pişmanlığı payıma düşen hayattan.

37

eşyaların kayıtsızlığı
götürdü beni yaşamaya:

zaman insanmış...

kan pıhtısı odalar
sizden iyi kim bilir
sesin çiçek açmasını.

38

annem kadınlar mezarı
uzun bir erkekten geriye kalan
ay ışığında namaza soyunuyor
bahçelerin ilk harfi gün ağarmadan
parmakları eteklerinde bir eski günah
günde dört çeşit hapla bedenini koruyor.
ah o yaşlanmış ölü
babamdan da uzak konuklarız biz
ince gardiyanları hatıraların
birer yaşama taburu sevgimiz
biraz daha gömülüyoruz her gelişimizle
annemi erkekler yalnızlığına...

39

uzaklık da bir sevgi zamanıdır
insan bir gün onu da susar.
senin sevinç diye yaşadıklarını
acının hanesinden de çıkardım ben.
çan değilim. dön değilim. gün değilim.

40

pahası hayal, ödülü kendisi
uzakları öğrendi çocuk:
camdan güneşler. rüzgar ölüleri
kalbin incinme atlası
demir parmaklı sözler...

çocuğun sustuğu yerde başlıyor
şehrin uyaksız ışıkları
kendine tutunan yoksulluk
uçurumlar açıyor gövdede
geçmişin çeki taşı
o masal gelecek...

41

şimdi hepsi birer ölüm hecesi
ne söylediysem sana yaşamak için.

42

sıkışık saatlerin arasında, ben mi söyledimdi, insan sevmezse ölür. gider acıda durur. sinema afişlerindeki çocuk eve küfürler büyütür. bitmez cümledir tezgahtar kızlar. hayal, berber aynalarının kartpostal dili. yatışmaz dışarıdadır yokluk. yenik bir akşam yürür şehre karakalem evlerden. ara sokaklarda her gün bir cinayet kurulur. babalar bastırılmış ihtilal; bitkin sularda anneler ölü nillüferlerdir. insan sevmezse eve gelir. gider aktarlara bakar. yarasına biraz uzaklık basar. küçük dükkanlarda uzun konuşur. bin çeşit önlem geliştirir. gökyüzü çoktan inmiştir yere. zamansızdır. seslerden üşür. insan sevmezse mezarını küçük düşünür.

43

breht'e

benim gözlerimi onlar vermedi
ben büyüttüm bulutları hayal hayal
toprak bedenimden alır varlığını
parmaklarım sularımızda salkım güneşler
kirpiklerimden yürür ağaçlar dünyaya
babam şehrimizin sütkardeşi.
annem doğurdu evlerimizi
onlar taramadı benim saçlarımı
akşamlar birer sürmeli masal
kardeşlerimle uyudum kuşların uykusunu
bizimdir eksik de uyansak sabahlar...

bir tek kendilerinin kutsadığı ölümle 
şimdi onlar yok edecek bütün bunları.
ey kendini bizden uzak sanan insanlar.

44
pencereden şakıyan ışık
iyi ki inandım sana.
bana zamanı gösterdin
aşk neydi, olmasaydın
sensin ölümün acısı.
üstüne doğduğun çocuk
dünyayı tanıdı.
hayatın büyük ruhu
beni görünür kıldın.
son iyilik de senden
gölgemi al kakbine...

45

özdemir asaf'a

insansız olmaz
bizimle ses verir börtü böcek
evler güç bulamaz
birlikte yaşamak için
kim duyar zamanın ağırlığını
sesmak da insan ister.
yalnızlık paylaşılır
paylaşılmazsa yalnızlık olmaz.

46

öyledir sevgilim
uzaklar ayaklanır
yakın uzaklaştıkça
her mevsimden dili vardır
bütün zamnlarda
ayrılık aşkın önünde yürür.

47

kardeşim artık özgür...
annesinin söylediği ne varsa
simsiyah gülüyor.
ağzında bir gecikmiş zaman
kalbin diline çeviriyor
babasının sustuklarını.
-bir kandil fitilinden
fitilinden yanarak ışıyor-
iki çocuk büyüttü, ikisi de
üstüne titredikçe yabancı.
evi çok kilitli kapılar
dışarılar ömrünü küçük düşürüyor.
aklımız bir soğuk dua
iyi bir geçmiş arıyoruz kardeşime
beyaz gömlekli yapılar önünde.

48

gelsen şu olurdu:
evim dünya olurdu
incelik dil bulurdu
sayğı çocuklaşırdı
bedeb murat kesilirdi
kalabalık çiçek açardı
pişmanlık utanırdı
eşyalara su yürürdü
acı değer kazanırdı
ölüm sahipsiz kalırdı
güzel anı olurdu
aşka yakışırdı
şiir usulca susardı
yaşamak büyür büyürdü...

49

bana sunulanla yetinmedim
üzüm güneşleri, bulut ağaçları, deniz naarları
doğaya sözler ekledim.
insandı, acıydı, sonsuzluk hecesiydi
dünyayı işaret ettim
kalp oldum kaderlerine
biricik zaman yaptım hepsinin ömrünü
ödülüm ve cezamdı
geldim azaldım, gittim yalnızdım...

50

ölüm dünyasıymış
her solukta sessizce
birikmiş bedende.
taşlara can veren aşk
o da bir zaman imiş.
ah insanın yaralı
yaşama tutkusu...

tanrım... hatırasız ölüm.

51

yalnızlık
ey zamanın tanrısı
neyin olur senin
her harfi çın çın
bunca söz...

Şükrü Erbaş


16 Mart 2010 Salı

Ağaran Bir Suyum


Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk rüzgâr daha serin

Eskiden her konuda konuşurdum istekle
Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi

Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti
Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum

Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu
Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak

Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor
İçimden geçenleri söyledim sanıyorum

Birisi bir şarkı söylemesin kederle
Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu

Kısa söz basit eşya kedi sevgisi
Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında

Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak...


Şükrü Erbaş

İzleyiciler