23 Ekim 2022 Pazar

Zıtların Kalabalığı



Hiçbir fark yoktur dinimde itikadımda
Ağlayanın feryadıyla şarkı söyleyenin terennümü arasında 

Ölüm habercisiyle müjdeleyicinin sesleri de 
Birbirine benzer her yerde eğer kıyaslanırsa 

Şu güvercin ağlıyor mu şakıyor mu
Şu ağacın eğik dalında 

Adımlarını yavaş at, sanmıyorum ki 
Cesetlerden başka bir şey bulasın toprakta 

Ataları babaları çiğneyip geçmek ne çirkin 
Üzerlerinden nice çağlar geçmiş olsa da 

Kulların naaşları üzerinde kurum satmaktansa 
Yürü yürüyebiliyorsan eğer semada 

Ne lahitler defalarca şahit oldu 
Kahkahalar atıldığına zıtların kalabalığında 

Hayat biteviye zahmetli bir iştir 
Gariptir ki onu arzulayanlar durmadan artmakta 

Ölüm anında hissedilecek tek bir hüzün 
Kat kat sevinçlere bedeldir doğum anında 

Mahlukatın hayretten hayrete düşüyor 
Ruhsuz bir şeyden üretilmiş hayvan karşısında

Ebul-Alâ el-Maarri 

Çeviri: Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin

21 Ekim 2022 Cuma

Amerikan Rüyası İçin Ödenen Bedel: Orta Amerikalı Göçmenlerin Meksika Deneyimi


Dünyanın pek çok yerinde insanlar, ekonomik ve siyasal krizler, iç savaş, şiddet ve doğal afetler nedeniyle doğup büyüdükleri, yaşadıkları yerlerden göç etmek zorunda kalıyorlar. Göç, özgür irade ile verilmiş bireysel bir kararın çok daha ötesinde zorunlulukların baskın geldiği; göç edeni, geride bıraktığı yakınlarını ve toplumu ilgilendiren uluslararası bir sorun alanı olarak karşımıza çıkıyor. Göçün ekonomik, toplumsal ve siyasal çok boyutlu yapısı, göçü pek çok disiplinin konusu haline getirdiği gibi insan hayatına dokunduğu ölçüde farklı türden sanat eserlerinde de kendine yer buluyor. Sinema, insan yaşamını derinden etkileyen göçe ilişkin pek çok görüntü, pek çok hikaye ile konuyu izleyiciye aktaran önemli bir araç. Charlie Chaplin’in The Immigrant (Göçmen, 1917) filminin üzerinden geçen bir asırda, göçmenlerin göç yollarında karşılaştıkları zorluklara her yıl yenileri eklenirken, beyaz perdedeki izdüşümleri ile göç daha da görünür kılınıyor.

Bu yazı, dünyanın en önemli göç koridoru Meksika’da, en çok göç vermiş eyaleti Zacatecas’ta Orta Amerika’dan başlayıp ABD’de tamamlanması umut edilen göç yolculuğunun Meksika durağındaki genel özelliklerini çıkarmak üzere iki sinema filmi, –Sin Nombre (İsimsiz, 2009), La Jaula de Oro (Altın Kafes, 2013)- ve üç belgesel –Los Invisibles (Görünmeyenler, 2010), La Bestia (Canavar, 2010), Llévate Mis Amores (Al Tüm Sevgimi, 2014)- seçilerek kaleme alındı. Aylarca kitap ve makalelerden Meksika’dan ABD’ye göçü, transit göçmenlerin karşılaştıkları tehlikeleri okuduktan sonra izlediğim ilk göç filmi bunca ay çalıştığım konuyu, göçün zorluklarını, her sabah gün ağarmadan tüm şehirde duyulan yük treninin sesinin göçmenler için ne anlama geldiğini benim için daha anlaşılır hale getirdi.

Göç Yolları

Orta Amerika ülkeleri Guatemala, Honduras, El Salvador’daki yoksulluk ve şiddet birçok kişiyi göçe zorlamaktadır. Guatemala Meksika arasında sınırı oluşturan Suchiate nehrinden geçerek başlayan göç yolculuğu ortalama bir ay sürmekte,[1] bu yolculuğun önemli bir kısmı yük trenleriyle kat edilmektedir. Meksika üzerinden ABD’ye uzanan göç, Akdeniz rotası ile birlikte göçmenler için en tehlikeli yolculuklardan biridir. Yolculuğun biçimi ve zorlukları farklılık göstermekle birlikte, her iki rotada da devletlerin göçe yaklaşımları nedeniyle düzensiz göçmenler hayatlarını riske ederek güvenli olmayan bir yolculuğa çıkmakta, sınırları geçmeye çalışmaktadırlar. Dikenli teller ve duvarlar göç ve sınırlara ilişkin sıklıkla zihinlerde beliren imgelerdir. Oysa Meksika’dan ABD’ye uzanan yolda sadece kuzey ve güneydeki devletler arasındaki resmi sınırlar değil, koridordaki haydutlar, çeteler, güvenlik kuvvetlerinin şiddeti, açlık, susuzluk, yürüyerek katedilmesi gereken uzun yollar, iklim şartları ve çöller gibi farklı sınırlar da aşılmalıdır.

Bu tehlikeli yolculuğu konu edinen ilk film, İsimsiz (Sin Nombre, 2009), yönetmen Cary Fukunaga’nın yaklaşık iki yıl boyunca Orta Amerikalı göçmenlerle yürüttüğü çalışmanın sonucunda izleyici karşısına çıkmış. Film, babası daha önceden ABD’ye göç eden ve neredeyse onu tanımadan büyüyen Sayra adlı Honduraslı genç kızın, babası ve amcası ile başladığı yolculuğu konu ediniyor. Sayra ile yolları göçün önemli araçlarından biri olan yük treninde kesişen Casper ise, Meksika ve Orta Amerika’da barbarlıkları ile ün salan çetelerden birine mensup Meksikalı bir gençtir. Kendi çetesinden kaçan Casper ile babası ve onun yeni ailesiyle ABD’de yeni bir hayat kurmak üzere yola çıkan Sayra’nın hikayesi üzerinden Orta Amerikalı göçmenlerin Meksika’dan ABD’ye “Amerikan Rüyası”nı gerçekleştirmek için hayatları pahasına katlandıkları zorluklar resmedilirken; filmin Casper ile ilgili kısmı ise çetelerin işleyişini, kendi aralarındaki dili ve göçmenlere yönelik saldırılarını naklediyor.

Diego Quemada-Díez’in yönetmenliğini üstlendiği, La Jaula de Oro (Altın Kafes, 2013) göçmenlere yönelik şiddeti ve ırkçılığı gözler önüne seren, göç yolculuğuna dair ikinci film. Katıldığı festivallerde dikkat çeken, Meksika yapımı ödüllü film, ABD’ye uzanan göç yolunda karşılaşılan sorunları üç gencin hikayesi üzerinden aktarıyor. Sara ile Juan Guatemala’nın yoksul bir mahallesinden yola çıkıyor. Meksika topraklarına vardıklarında, Chiapas’ta, hiç İspanyolca bilmeyen yerli Chauk ile karşılaşıyorlar ve aynı rüyanın peşinde, kimi zaman yürüyerek kimi zaman yük treninin tepesinde kuzeye yol alıyorlar. Film göçle birlikte yerlilere yönelik ayrımcılığı Juan’ın nefreti ve polislerin tavırları üzerinden aktarıyor.

Yukarıda sözü edilen yük trenleri, Meksika’dan ABD’ye göç açısından tipik bir nitelik taşır. Sin Nombre’de babası ve amcası ile gece yarısı acele ve endişeyle trene tırmanan Sayra’nın görüntüsü, tren yollarında sıklıkla karşılaşılan durumu yansıtmaktadır. Göçmenler, ölüm treni ya da İspanyolca canavar anlamına gelen bestia diyor trenler için. Sayra’nın yüzündeki korku ve endişe meşhur canavarı ilk kez görüyor olmasıyla açıklanabilir belki de. Yük trenleri göçmenlerin hayatına mal olan tehlikeli bir ulaşım aracı Meksika’da ve kendisi de ABD’de göçmen olan Meksikalı gazeteci Pedro Ultreras’ın La Bestia isimli uzun metrajlı belgeseli, göçmenlerle birlikte güneyden kuzeye yolculuğun acımasız gerçeklerini aktarıyor izleyiciye. Yolculuğun rotasını çıkaran belgesel, göç duraklarında Orta Amerikalı göçmenlerle yapılan görüşmelere yer verdiği gibi, göçmenlerin akıbetini de paylaşıyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün desteklediği ve yapımcılığını Marc Silver ve Gael Garcia Bernal’in üstlendiği kısa metrajlı dört bölümlük belgesel Los Invisibles (Görünmezler, 2010) ise, hem Meksika’da belgesiz olmaları hem de konuya ilginin azlığı nedeniyle Orta Amerikalı göçmenlerin görünmezliğini vurgulayan bir isimle hazırlamıştır. Belgesel, göçün nedenlerini,transit göç sürecinin tehlikelerini anlatmak üzere göçmenlerin kişisel hikayelerinden, onların tanıklıklarından yararlanıyor. İnsan hakları ihlalleri karşısında korunmasız kalan göçmenlerin “Amerikan Rüyası”nın nasıl karabasana dönüşebildiği izleyiciye aktarılıyor. Yoksulluk nedeniyle tekinsiz bir rotada ilerleyen göçmenler, kaçırılma, soygun, yaralanma, tecavüz ve öldürülme risklerini bilerek, geride kalanları için daha iyi bir gelecek sağlayabileceklerini düşünerek göçe başlıyorlar.

Trenle ya da yürüyerek katedilen yollarda, çetelerin şiddeti, güvenlik güçlerinin baskınları arasında yorgunluk, açlık ve susuzlukla da mücadele eden göçmenlerin kabusa dönüşen göçünde, çölde vaha olarak nitelendirilebilecek iki örgütlü oluşumdan söz etmek mümkün. Birincisi Katolik Kilisesi’nin örgütlediği göçmen evleri, ikincisi de Las Patronas (Azizeler) olarak bilinen yoksul kadınların Veracruz’da göçmenlere yiyecek ve içecek dağıttıkları oluşumdur. Sonuncu belgesel, Arturo González Villaseñor’un yönetmenliğini üstlendiği, Llevate Mis Amores (2014) La Bestia’nın güzergahındaki aç ve susuz göçmenlere demiryolunda poşetlerle yiyecek ve içeçek fırlatan kadınların hikayesini anlatmaktadır. İnsan Hakları ödülü alan bu kadınlar, kendileri gibi yoksul olan göçmenlere yirmi iki yıldır karşılıksız, tüm sevgileri ve emekleriyle her gün yiyecek hazırlıyorlar.

Yukarıda sözü edilen film ve belgeseller birbirini tekrarlayan ve tamamlayan yanları ile, Orta Amerikalıların Meksika üzerinden transit göçünün karakteristik özelliklerini çıkarıyor. Buna göre, yük treni La Bestia göçmenlerin kuzeye erişimi için en önemli ulaşım araçlarından biridir. Meksika’da devlet demiryollarının özelleştirilmesi sonrası bölgede sadece yük trenleri işlemektedir. Karayolu taşımacılığının görece pahalı olması nedeniyle de göçmenler bu trenleri kullanmaktadırlar. La Bestia’da anlatıldığı gibi, yüzlerce göçmen Meksika’nın güney sınırından geçtikten sonra yaklaşık 275 kilometrelik yolu on günde yürüyerek katetmekte ve Arriaga’dan ya da hat üzerinde herhangi bir yerden trene atlayarak, tehlikeli bir yolculuk yapmaktadır. Yolculuğun tehlikesi yalnızca hareket eden bir trenin tepesinde olmakla kalmamakta, çetelerin ya da güvenlik kuvvetlerinin taciziyle yolculuk daha da tehlikeli hale gelmektedir. Demiryolu boyunca bekleyen çeteler, yolcuların ellerinde ne varsa almakta, giysilerine, ayakkabılarına el koymaktadır. La Jaula de Oro filminde ise yerli Chauk ile Juan’ın ayakkabılarına el koyan çeteler değil, güvenlik güçleridir. Ayakkabıları olmadan gitmelerine izin verilen bu gençler uzun bir yolu yalınayak gitmek zorunda kalmışlardır. Yürümekten ayak tabanlarının şişmesi, derisinin yüzülmesi ise hem Sin Nombre’de, hem de La Bestia’da işlenmektedir.

Çetelerin para ya da diğer eşyalara el koymasının yanında sıklıkla göçmenlerden ABD’ye gittiklerinde iletişim kuracakları kişilerin telefon numarası fidye için talep edilmektedir. La Jaula de Oro, bu gerçeğe değinirken, La Bestia’da görüşülen göçmenlerden biri çetelerin istenenleri vermeyen bir göçmenin burnunu kesip attığını anlatmaktadır. Saatler süren yolculukta aç, susuz, yorgun ilerlerken uyuyakalmak, çetelerin ve güvenlik güçlerinin tehditleri göçmenlerin trenden düşmelerine, uzuv ve can kayıplarına neden olmaktadır. Sin Nombre’de Sayra’nın babası, güvenlik güçlerini görüp telaşla bir vagondan diğerine atlarken hayatını kaybeder. Belgesel La Bestia’da yönetmen Ultreras ise, sıklıkla karşılaşılan bu olguyu aktarmak üzere, trenle ilk göç girişiminde kolunu yitirmiş Honduraslı Jose Guardado ve iki bacağını yitirmiş bir kadın göçmenle görüşme yapmış. Jose, altı çocuğuna tek başına bakmak zorunda olduğunu, ülkesinde otobüslerde dilencilik yaptığını, şimdiki hedefinin Los Angeles’ta kendisine bir protez kol almak ve çocuklarına para göndermek olduğunu belirtiyor. Ancak belgeselin çekim süresi içinde göçmenin yolculuktan vazgeçtiği ve ülkesine dönmeye karar verdiği bildiriliyor. Gece trenden düşerek iki bacağını kaybeden Eva Garcia Suazo ise saatlerce gün ağarana kadar demiryolunun kenarında bir başına kaldığını, sonradan yardımına gelenlerle hastaneye kaldırıldığını anlatıyor.

Los Invisibles ve La Bestia belgesellerinde görüşülen göçmenler, borçlar, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle göç kararı aldıklarını aktarıyor. Geride bıraktıkları ailelerinden, çocuklarından bahsederken göçmenlerin çoğunun duygusallaştığı gözleniyor. ABD’de kazanılacak para ile birikmiş borçlar kapatılacak, inşaatı yarım kalan evler tamamlanacak, çocukların okul masrafları karşılanacak… Honduraslı José, göç yolunda hayatını yitirenler ve haber alamayan ailelerle ilgili olarak “gitti, kendine yeni bir hayat kurdu, bizi de unuttu diye düşünüyorlar, oysa bilmiyorlar ki burada (Meksika’da) gömülüyüz.”

Kadın göçmenlerin kaçırılmaları, tecavüze uğramaları ve kendilerinden bir daha haber alınamaması da göç yolundaki zorlu gerçeklerden biridir. Los Invisibles, her on göçmen kadından altısının taciz ya da tecavüze uğradığı belirtiliyor. Gönüllü psikolog Maria, kadınların tecavüz sonrası hamile kalmamak için göç yoluna çıkmadan önce uzun süre etkili korunma iğnelerinden yaptırdıkları anlatıyor. Sayra’ya trenin tepesinde onlarca göçmenin şahitliğinde saldırmaya kalkışan çete lideri, yalnızca filme özgü bir kurgu değil, Meksika’daki gerçekliğin bilinen bir parçasıdır. Filmdeki anlatı, belgeseldeki bilgilerle birlikte düşünüldüğünde kız çocuklarının, kadınların maruz kaldığı şiddetin boyutunu çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. La Bestia belgeselinde, trene binmeye çalışırken bir kadının bebeğinin rayların arasında kalmasına ve başka bir kadına trenin tepesinde dokuz çete mensubu tarafından tecavüze uğramasına tanık olan bir erkek göçmen, kadınların bu yolculuğun kahramanları olduğunu belirtiyor. Göçmen kadınlara yönelik şiddet nedeniyle La Jaula de Oro filminde 16 yaşındaki kız çocuğu Sara saçlarını kesiyor, göğsünü düzleştirmek için bandaj kullanıyor, erkek gibi giyiniyor ve kendine bir erkek ismi belirliyor. Bir hayatta kalma stratejisi olarak cinsiyetini gizliyor.

Uyuşturucu kartelleri, yerel çeteler ya da örgütlü olmayan silahlı saldırganların hedefindeki göçmenler, Meksika topraklarından belgesiz geçtikleri için yetkililere karşılaştıkları saldırıları aktarmaktan kaçınmakta, dolayısı ile kayıtlarda saldırılar görünmemektedir. Ancak 24 Ağustos 2010 tarihinde Tamaulipas eyaletinde yetmiş iki belgesiz göçmenin uyuşturucu kartelleri için çalıştırılmak üzere kaçırılmaları ve ardından işkence ile öldürülmeleri, göçmenlere yönelik şiddetin katliam boyutlarına ulaştığını göstermektedir. Bu katliam sonrası, Meksika hükümeti transit göçü, ülke topraklarındaki yabancıların haklarını düzenleme amacıyla ülkenin ilk Göç Yasasını 25 Mayıs 2011 tarihinde yürürlüğe koymuştur. Seçilen her iki filmin kahramanları da reşit olmayan yoksul çocuklardır. Bu da göçün karakteristik özelliklerden birini yansıtmaktadır. 2014 yılında Orta Amerika’dan ABD’ye yalnız yola çıkan çocuk sayısındaki artış, Obama Hükümetini harekete geçirmiş, Meksika’dan gerekli adımları atması talep edilmiştir. Ulusal ve uluslararası kamuoyunun transit göçmenlerin insan hakları ihlallerine duyarlı olunması yönündeki baskısıyla, aynı yıl Meksika hükümeti Guatemala ile ortaklaşa, göçü düzenlemeye yönelik Güney Sınır Programı’nı (Programa Frontera Sur) uygulamaya başlamıştır.

Tüm bu sayılan olumsuzluklar içinde, kilisenin örgütlediği göçmen evleri göçmenlerin yaklaşık bir ay süren yolculuklarında dinlenebildikleri, güvende oldukları yerlerdir. En fazla üç gün konaklamalarına izin verilen bu evlerde, göçmenler dinlendikten sonra yollarına devam etmektedirler. La Bestia’da güneyden kuzeye katedilen yolda, yaklaşık on, on beş tren değiştirmeleri gerektiği belirtilen göçmenlerin güvenliklerini sağlamaya çalışan göçmen evlerinin devletin üstlenmesi gereken pek çok görevi yerine getirdiği bilinmektedir. Hermanos en Camino (Yoldaki Kardeşler) yurdunun direktörlüğünü yürüten rahip Alejandro Solalinde, Meksika’da göçmenlerin insan haklarını savunan önemli isimlerden biridir. La Bestia ve Los İnvisibles belgesellerinde görüşlerine yer verilen rahip, neoliberal kapitalizmin neden olduğu bu toplum sorunun önemini vurgulamaktadır.

Göçmenlere kilisenin örgütlediği göçmen evleri dışında kimi bölgelerde yerel halk da yardım etmektedir. Demiryolunda bekleyenler, hazırladıkları kumanyaları trendekilere fırlatarak aç susuz yola devam edenlere destek olmaktadırlar. Seçilen filmlerde de bu sahneleri görmek mümkün. Bunun dışında, Llévate Mis Amores, kumanyaları 1995 yılından bu yana her gün göçmenler için hazırlayan kadınların sevgisini, emeğini konu ediniyor. 2013 yılında İnsan Hakları Ulusal Komisyonu’nun İnsan Hakları Ödülü’nü alan bu kadınların hiç tanımadıkları göçmenlere gönülden verdikleri destek, göç yoluna ilişkin karanlık tablonun en aydınlık kısmını oluşturmaktadır. Norma Romero’nun evine süt ve ekmek götürürken trenden seslenenlere torbasındakileri vermesi ile başlayan ve bugün yaklaşık on beş kadının emeği ile devam eden yardımlar insanlığa dair umudu da canlı tutmaktadır. Göçmenlerin “sağol, anne” demeleri ya da yüzlerindeki mutluluğu görmenin onlara yettiğini belirten kadınlar, kolektif çalışmalarını Meksika dışında da duyurmayı başarmışlardır.

Göçü tamamlamak için kuzey sınırını rehbersiz, tek başına geçmek zor, neredeyse imkansızdır. Bu nedenle pek çok göçmen coyote (çakal) olarak bilinen insan kaçakçılarına ihtiyaç duymakta, onlarla yaptıkları pazarlıkla sınırın öbür tarafına geçmeye çalışmaktadır. Her iki filmde de kahramanların sınırı geçmek için coyotelerle anlaştıkları görülmektedir. Sınır güvenliğinin artması sebebiyle yıllar içinde insan kaçakçılarının talep ettiği ücret artmakta, kimi zaman parası olmayan göçmenler ABD’deki yakınlarından borç istemektedirler. Göç sürecindeki tehlikelerle mücadelenin bir yolu olarak göçün coyote/rehber eşliğinde sürdürülmesi kadın göçmenlerce tercih edilmekte, ülkeden geçiş süresini de kısaltmaktadır.[2]

La Jaula de Oro, “Amerikan Rüyası”nın göçmen işçiler için ne anlama geldiğini, tek bir sözcüğe yer vermeden Juan üzerinden gösteriyor izleyiciye. La Bestia’da El Salvadorlu Julio Monjibar ise öfkelenerek, köle gibi çalıştığını, evden işe, işten eve gittiğini, mahpus gibi yaşadığını söylüyor. Soygun, kaçırılma, tecavüz, yaralanma, öldürülme gibi şiddetin pek çok türüne maruz kalma, yük treninin tepesinde günler süren yolculuk, açlık ve sevdiklerini geride bırakmanın kederi, ABD’de kayıtdışı ekonomiye güvencesiz, ucuz işgücü olarak girebilmek için ödenen ağır bedeli özetler nitelikte.

DİPNOTLAR

[1] ITAM (2014) Migración Centroamericana en Tránsito por México hacia Estados Unidos: Diagnóstico y Recomendaciones, Hacia una visión integral, regional y de responsabilidad Compartida, Mexico: ITAM.

[2] Reyes Miranda,A. (2014) Migración Centroamericana Femenina en Tránsito por México hacia Estados Unidos, La situación demográfi ca de México 2014, Mexico: Consejo Nacional de Población.

Elif Tuğba DOĞAN

Ayrıntı Dergisi, 11 Ağustos 2017

https://ayrintidergi.com.tr/amerikan-ruyasi-icin-odenen-bedel-orta-amerikali-gocmenlerin-meksika-deneyimi/

20 Ekim 2022 Perşembe

"Televizyon olmadığı için..."


"Televizyon olmadığı için pencereden bulut seyretmeye başladım. Oradaki yayın çok iyi, haberleri daha güvenilir, gelip geçen bir iki uçak dışında pek reklam almıyorlar, ve asıl önemlisi akşamları gökgürültülü sürpriz programlar var. Filmler genellikle kırlangıçların hayatı üzerine ve belki biraz monoton, ancak oldukça realist."

Ulus Baker

Masa da masaymış ha


Adam yaşama sevinci içinde  
Masaya anahtarlarını koydu  
Bakır kaseye çiçekleri koydu  
Sütünü yumurtasını koydu  
Pencereden gelen ışığı koydu  
Bisiklet sesini çıkrık sesini  
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu  
Adam masaya  
Aklında olup bitenleri koydu  
Ne yapmak istiyordu hayatta   
İşte onu koydu  
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu  
Adam masaya onları da koydu  
Üç kere üç dokuz ederdi  
Adam koydu masaya dokuzu  
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında  
Uzandı masaya sonsuzu koydu  
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür  
Masaya biranın dökülüşünü koydu  
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu  
Tokluğunu açlığını koydu.  
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke  
Bir iki sallandı durdu  
Adam ha babam koyuyordu. 
Edip Cansever

19 Ekim 2022 Çarşamba


 "her sabah uyandığımda, kendi kendime soruyorum, yazsam mı daha iyi yoksa bir barajı uçursam mı daha iyi; çünkü kuzeybatı kıyılarındaki som balıkları sözcüklerin yokluğundan dolayı değil, barajın varlığından dolayı öldürülüyor. eylemle ne kadar öldürüyorsak eylemsizlikle de en az o kadar öldürüyoruz."

Derrick Jensen

Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum


Güneş cebimde bir bulut peydahladı. Taş, kördür diye yazdım. Ölüm, geleceksiz. Şeylerin yalnız adı var. Ve: 'Ad evdir.' (Kim söyledi bunu?) Dün dağlarda dolaştım, evde yoktum. Bir uçurum bize bakmıştı, uçurumun konuştuğu usumda. Buydu bizim kendine sonsuz olanı duyduğumuz. Nesneler ki zamanda vardır. Terziler çıracısı Hermüsül Heramise'nin pöstekisi her bahar ayaklanırdı. Yağmur yağmamazlık edemez. Taş,düşmemezlik. 

Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya.Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk dediğimiz budur. 

Nerden başlasam yine oraya geliyorum. Ben gidiyorum. Ölüme, o büyük tümceye, çalışacağım. 

                                                                dün dağlarda dolaştım evde yoktum. 

İlhan Berk

Önsöz / Toza Sor

 

Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. Daha çok Los Angeles Halk Kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne sokaklarla, ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. Herkes sözcük oyunları peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel addediliyorlardı. Yazıları beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. Herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir Dünya Kültürü ile karşı karşıyaydık. Biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim öncesi Rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. İstisnalar vardı, ama sayıları o kadar azdı ki bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini raflar dolusu can sıkıcı kitaba bularken buluyordun. Geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.

Raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini geçer. Neden kimse bir şey söylemiyordu. Neden kimse haykırmıyordu?

Kütüphanenin başka odalarını da denedim. Din kitaplarının bulunduğu oda devasa bir bataklıktı - benim için. Felsefeye girdim. Beni bir süre için neşelendiren iki sert Alman buldum, sonra o da bitti. Matemalik denedim ama yüksek matematik din’den farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu. Aradığım mevcut değildi sanki.

Jeoloji denedim; Bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.

Cerrahi üstüne birkaç kitap buldum, sevdim; sözcükler yeni, çizimler harikuladeydiler. Orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.

Sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük odaya döndüm. (Yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim. Kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibesinin kira yüzünden peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. Kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını görebiliyordun hiç olmazsa.) Kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.

Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan birkaç satır ya da birkaç sayfa okumaya devam ettim.

Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi.

Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı Toza Sor, yazarı ise John Fante'ydi. Fante'nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. Toza Sor'u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. İki tane buldum; Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini. Aynı üslupla yazılmışlardı; kolayca ve yürekten.

Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, "Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini!" diye bağırırdım.

Fante benim Tanrı’mdı ve Tanrı’ların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. Ama Angel’s Flight'ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hâlâ orada yaşadığını düşlemeyi severdim. Hemen her gün oradan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.

39 yıl sonra Toza Sor'u bir daha okudum. Fante'nin bütün kitapları bugün de tazeliğini koruyor. Ama benim favorim Toza Sor, çünkü sihiri keşfettiğim ilk kitaptı. Dago Kırmızı ve Bahara Dek Bekle, Bandini'den başka kitapları da var Fante' nin. Hayat Dolu ve Üzümün Kardeşliği. Şu anda Fante, Bunker Hill Düşü adlı yeni bir roman yazıyor.

Fante'yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. Fante'nin öyküsü bu kadarla kalmıyor. Şansızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin öyküsüdür onunki. Bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini hissediyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa hayatı da öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten. Yeter. Şimdi kitap sizin.


John Fante'nin Toza Sor Adlı Romanına Charles Bukowski Tarafından Yazılmış Önsöz

6/5/1979

18 Ekim 2022 Salı

"Umut Tarlaları"


"(...) En büyük ve belirleyici silah, bilgisizliktir. Çok güzel, dedi Sigisberto doğum günü akşamında sofrada, bilgisiz olmaları çok güzel, okuma-yazma, hesap-kitap bilmemeleri, düşünmeyi bilmemeleri, dünyanın değiştirilemeyeceğine alışmaları, başka türlüsünü gözlerinde canladıramamaları, ölümden sonra cennetin geldiğine inanmaları, siz bunları daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes; onur ve para getiren tek şey çalışmaktır, ama onlardan daha çok kazandığımı düşünmemeliler, toprak bana ait, vergi ve öteki harcamaların ödenmesi gereken gün geldiğinde, onlardan borç para almayacağım, bu hiçbir zaman olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak; ben onlara iş vermeseydim kim verirdi, ben ve onlar, ben toprağım, onlar da iş, benim için iyi olan, onlar için de iyidir, Tanrı böyle düzenlemiş, bunu siz daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes, onların kafalarını daha da karıştırmayacak basit sözlerle; rahip de yetmezse, sahneye kraliyet taburu çıkar, köylerde şöyle bir tur atar, yalnızca kendini göstermek için, hemen anlayacakları bir mesajdır bu. Söylesene anne, toprak sahipleri de kraliyet taburu tarafından dövülüyor mu; Tanrı aşkına, bu çocuk normal değil, böyle bir şey nerede görülmüş, kraliyet taburu, çocuğum, halkı cezalandırmak için yaratıldı; bu nasıl olabilir anne, yalnızca halkı dövmek için bir kraliyet taburu kuruyorlar, peki halk ne yapıyor, toprak sahiplerini cezalandıracak kimsesi yok, ama onlar kraliyet taburuna halkı cezalandırmasını buyurabiliyorlar, ama bence halk, kraliyet taburundan toprak sahiplerini dövmesini rica edebilir. Maria, bence bu çocuğun aklı başında değil, çevrede dolaşıp böyle şeyler anlatmasına izin verme, bir de kraliyet taburuyla başımız belaya girmesin.

Halk, pis ve aç yaşaması için yaratıldı. Yıkanan bir halk, çalışmayan bir halktır, kentlerde başka türlü olabilir, ona bir şey diyemem, ama burada, arazide üç ya da dört haftadan fazlası için anlaşma yapılır ve evden çok uzakta geçer bu süre, Alberto'nun canı isterse bazen aylar sürer, bu süre boyunca ne yüzü ne elleri yıkamak ve sakalı uzatmak, erkeklik onurunun gereğidir. Çok düşük bir olasılık, ama olur da bunun tersini yapan çıkarsa, patronun ve kendi arkadaşlarının alaylarıyla karşı karşıya kalır. O zamanın lüksü budur, acı çekenler acılarıyla, köleler kölelikleriyle övünür. Yeryüzündeki bu canlının gerçekten yalnızca bir canlı olması gerek, sabah kalktığında gecenin uykusu kirpiklerine takılıp kalmış, sırada başka geceler; ellerindeki, yüzündeki, koltuk altlarındaki, ayaklarındaki ve bedeninin son deliğindeki kir, arazi işinin saygınlığını simgeliyor; insanın hayvandan aşağı olması gerek, çünkü hayvan kendini yalayarak temizler; ne kendini ne de kendinden sonra gelenleri umursaması için, insanın kendini alçaltması beklenir.

Bu da yetmez. İşçiler tarlada çalışırken ellerinde çıkan nasırlarla övünürler. Meyhanede övünürken her bir nasır madalyaya dönüşür, Berto ve Humberto için şu kadar kazandım, denir bardaklar dolarken. Bunlar yararlı işçilerdi, kırmızı kırbaç izlerini gururla gösterirlerdi, kanıyorsa daha iyi; kentlerdeki alt tabakaya eşit olan ve erkekliği kiralık bir koğuş yatağında kapılmış bel soğukluğunun ve frenginin sıklığına bağlayan tantanacılar. Ah, ağzına bir parmak bilgisizlik balı çalınan halk, seni gücendirenler hiç eksik olmadı. Çalış, çalış, ölene dek çalış, gerekirse sakat kalana dek çalış, ancak o zaman kâhyanın ve patronun gözüne girersin, adın işe yaramaza çıkmaya görsün, bir daha kimse seni istemez. Meyhanenin kapılarına, dert ortaklarının karşısına dikilirsin, onlar bile seni küçümser, kâhya ya da patron tiksinerek süzer seni, işsiz kalırsın sana söyleyeyim. (...)"

Jose Saramago, Umut Tarlaları, S.62-63

Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
 

Cam Kırıkları


Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın bir ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. Dumandan gözlerim yanıyor.

Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; “Küçük Bilmemne Kulüp”te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, –böyle şeyler işte– sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı...

Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:

“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”

“Bana mı söylüyorsunuz?” 

“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.” 

“Siz mi?” diyorum. 

“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı bir savcıydım, bilmem anlatabildim mi. Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.” 

Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Tiyatrodaki kızlardan ikisi çok güzelmiş. 

“Taze badem gibiydiler,” diyor. 

Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: “İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz,” diye. 

“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi,” diyor. 

Bir sigara yakıyor. 

“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Kasabanın eşrafı da orada. Herkes canım. İçiyoruz...” 

Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular. 

“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.” 

Bakmış. “Baktık” demiyor, “baktım” diyor. 

“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.” 

“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş “keltoş” toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi.” 

“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu. 

“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor. 

Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum, bana sövdüğünü sanmasınlar diye ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş, bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle, “Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına.” 

Oysa bana ne. 

“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.” 

Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri. 

“Öyle olsun,” demiş. 

Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum masanın öbür ucuna, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha. 

Savcı bozuntusu anlatıyor: 

“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor. 

Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış. 

“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda...” 

Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor. 

“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş. 

“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor, –elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu–

“iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.” 

Gülüyor. Keyifle gülüyoruz. 

“Ama nasıl?” 

Elimde olmadan, “Nasıl?” diyorum. 

Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor: 

“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o dantelli incecik zımbırtıya, değil mi?” 

Masada birkaç ağızdan “evet” çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor. 

“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor. 

Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri, “Eee?” diyor. 

“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı, Sunay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik, hem...”

 Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor. 

“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek....” 

Hıyar gibiymiş memeleri. 

“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor. 

Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. Her yer tıklım tıklım. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. 

Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum birden. Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum. 

Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız... 

“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.” 

Emniyet müdürü oyalamış onları. 

“Ulan Cumhuriyet’in savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikâyetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.” 

Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı. 

Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.” O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze sokulup kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla... 

“... Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi.Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.” 

Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez masanın öbür ucundan. 

“Vay anasını!” diyor karşısındaki. 

“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi. 

Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum. 

Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,” diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorumonu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üstdudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum. “Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek misin?” diyor. “Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,” diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken... 

“... İçsene!” 

Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum. “Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor. Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum. 

“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.” 

Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum. 

Mavi gömleklisi atılıyor öteden: 

“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

Eğilip bana soruyor mavi gömlekli: 

“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?” 

Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne? “Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.” 

“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli. 

“Olsun,” diyorum karşımdakine, –bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum– “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

“Orası öyle,” diyor karşımdaki.

 Orası öyleymiş. 

Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara... Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim. 

“Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses. 

Başımı sallıyorum.

“Yahu bu saatte nereye?” 

Bir elim havada, “Bozdoğan Kemeri’ne,” diyorum.


Erdal Öz / Cam Kırıkları

İzleyiciler