Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Can Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2023 Cumartesi

"Düzen, ölüme yakın bir bitkinlik üzerine kurulur"



"(...) Dönüşün bir noktasında bazı atomlar, kapıldıkları anafordan bağımsız hareket etmeye başlarlar. Çünkü bazı atomlar diğerlerine göre daha çabuk yorulur, yavaşlarlar. Düzen dediğimiz şey, bu yorgun atomlarla kurulur. Dönmeye, hareket etmeye devam edenler çekirdeği oluşturur, yorgun atomlarsa kabuğu. İşte binalar, hayat, köprüler, sistemler, bankalar, evlilikler, aklına ne geliyorsa işte, bu kabuk üzerine kurulur. Düzen, ölüme yakın bir bitkinlik üzerine kurulur Dedektif !"

Ece Temelkuran , Devir (Roman), S.279  

18 Ekim 2022 Salı

"Umut Tarlaları"


"(...) En büyük ve belirleyici silah, bilgisizliktir. Çok güzel, dedi Sigisberto doğum günü akşamında sofrada, bilgisiz olmaları çok güzel, okuma-yazma, hesap-kitap bilmemeleri, düşünmeyi bilmemeleri, dünyanın değiştirilemeyeceğine alışmaları, başka türlüsünü gözlerinde canladıramamaları, ölümden sonra cennetin geldiğine inanmaları, siz bunları daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes; onur ve para getiren tek şey çalışmaktır, ama onlardan daha çok kazandığımı düşünmemeliler, toprak bana ait, vergi ve öteki harcamaların ödenmesi gereken gün geldiğinde, onlardan borç para almayacağım, bu hiçbir zaman olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak; ben onlara iş vermeseydim kim verirdi, ben ve onlar, ben toprağım, onlar da iş, benim için iyi olan, onlar için de iyidir, Tanrı böyle düzenlemiş, bunu siz daha iyi açıklayabilirsiniz Rahip Agamedes, onların kafalarını daha da karıştırmayacak basit sözlerle; rahip de yetmezse, sahneye kraliyet taburu çıkar, köylerde şöyle bir tur atar, yalnızca kendini göstermek için, hemen anlayacakları bir mesajdır bu. Söylesene anne, toprak sahipleri de kraliyet taburu tarafından dövülüyor mu; Tanrı aşkına, bu çocuk normal değil, böyle bir şey nerede görülmüş, kraliyet taburu, çocuğum, halkı cezalandırmak için yaratıldı; bu nasıl olabilir anne, yalnızca halkı dövmek için bir kraliyet taburu kuruyorlar, peki halk ne yapıyor, toprak sahiplerini cezalandıracak kimsesi yok, ama onlar kraliyet taburuna halkı cezalandırmasını buyurabiliyorlar, ama bence halk, kraliyet taburundan toprak sahiplerini dövmesini rica edebilir. Maria, bence bu çocuğun aklı başında değil, çevrede dolaşıp böyle şeyler anlatmasına izin verme, bir de kraliyet taburuyla başımız belaya girmesin.

Halk, pis ve aç yaşaması için yaratıldı. Yıkanan bir halk, çalışmayan bir halktır, kentlerde başka türlü olabilir, ona bir şey diyemem, ama burada, arazide üç ya da dört haftadan fazlası için anlaşma yapılır ve evden çok uzakta geçer bu süre, Alberto'nun canı isterse bazen aylar sürer, bu süre boyunca ne yüzü ne elleri yıkamak ve sakalı uzatmak, erkeklik onurunun gereğidir. Çok düşük bir olasılık, ama olur da bunun tersini yapan çıkarsa, patronun ve kendi arkadaşlarının alaylarıyla karşı karşıya kalır. O zamanın lüksü budur, acı çekenler acılarıyla, köleler kölelikleriyle övünür. Yeryüzündeki bu canlının gerçekten yalnızca bir canlı olması gerek, sabah kalktığında gecenin uykusu kirpiklerine takılıp kalmış, sırada başka geceler; ellerindeki, yüzündeki, koltuk altlarındaki, ayaklarındaki ve bedeninin son deliğindeki kir, arazi işinin saygınlığını simgeliyor; insanın hayvandan aşağı olması gerek, çünkü hayvan kendini yalayarak temizler; ne kendini ne de kendinden sonra gelenleri umursaması için, insanın kendini alçaltması beklenir.

Bu da yetmez. İşçiler tarlada çalışırken ellerinde çıkan nasırlarla övünürler. Meyhanede övünürken her bir nasır madalyaya dönüşür, Berto ve Humberto için şu kadar kazandım, denir bardaklar dolarken. Bunlar yararlı işçilerdi, kırmızı kırbaç izlerini gururla gösterirlerdi, kanıyorsa daha iyi; kentlerdeki alt tabakaya eşit olan ve erkekliği kiralık bir koğuş yatağında kapılmış bel soğukluğunun ve frenginin sıklığına bağlayan tantanacılar. Ah, ağzına bir parmak bilgisizlik balı çalınan halk, seni gücendirenler hiç eksik olmadı. Çalış, çalış, ölene dek çalış, gerekirse sakat kalana dek çalış, ancak o zaman kâhyanın ve patronun gözüne girersin, adın işe yaramaza çıkmaya görsün, bir daha kimse seni istemez. Meyhanenin kapılarına, dert ortaklarının karşısına dikilirsin, onlar bile seni küçümser, kâhya ya da patron tiksinerek süzer seni, işsiz kalırsın sana söyleyeyim. (...)"

Jose Saramago, Umut Tarlaları, S.62-63

Çeviri: Ayça Sabuncuoğlu
 

Cam Kırıkları


Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın bir ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. Dumandan gözlerim yanıyor.

Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; “Küçük Bilmemne Kulüp”te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, –böyle şeyler işte– sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı...

Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:

“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”

“Bana mı söylüyorsunuz?” 

“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.” 

“Siz mi?” diyorum. 

“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı bir savcıydım, bilmem anlatabildim mi. Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.” 

Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Tiyatrodaki kızlardan ikisi çok güzelmiş. 

“Taze badem gibiydiler,” diyor. 

Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: “İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz,” diye. 

“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi,” diyor. 

Bir sigara yakıyor. 

“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Kasabanın eşrafı da orada. Herkes canım. İçiyoruz...” 

Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular. 

“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.” 

Bakmış. “Baktık” demiyor, “baktım” diyor. 

“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.” 

“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş “keltoş” toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi.” 

“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu. 

“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor. 

Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum, bana sövdüğünü sanmasınlar diye ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş, bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle, “Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına.” 

Oysa bana ne. 

“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.” 

Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri. 

“Öyle olsun,” demiş. 

Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum masanın öbür ucuna, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha. 

Savcı bozuntusu anlatıyor: 

“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor. 

Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış. 

“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda...” 

Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor. 

“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş. 

“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor, –elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu–

“iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.” 

Gülüyor. Keyifle gülüyoruz. 

“Ama nasıl?” 

Elimde olmadan, “Nasıl?” diyorum. 

Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor: 

“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o dantelli incecik zımbırtıya, değil mi?” 

Masada birkaç ağızdan “evet” çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor. 

“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor. 

Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri, “Eee?” diyor. 

“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı, Sunay mıydı neydi. Sabaha kadar... Hem içtik, hem...”

 Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor. 

“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek....” 

Hıyar gibiymiş memeleri. 

“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor. 

Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. Her yer tıklım tıklım. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. 

Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum birden. Charlie Chaplin’in Sahne Işıkları filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum. 

Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız... 

“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.” 

Emniyet müdürü oyalamış onları. 

“Ulan Cumhuriyet’in savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikâyetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.” 

Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi... Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı. 

Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.” O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze sokulup kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla... 

“... Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi.Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.” 

Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez masanın öbür ucundan. 

“Vay anasını!” diyor karşısındaki. 

“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi. 

Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum. 

Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,” diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorumonu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üstdudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum. “Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek misin?” diyor. “Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,” diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken... 

“... İçsene!” 

Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum. “Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor. Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum. 

“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.” 

Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum. 

Mavi gömleklisi atılıyor öteden: 

“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

Eğilip bana soruyor mavi gömlekli: 

“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?” 

Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne? “Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.” 

“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli. 

“Olsun,” diyorum karşımdakine, –bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum– “yaşamışsın ya, sen ona bak.” 

“Orası öyle,” diyor karşımdaki.

 Orası öyleymiş. 

Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara... Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim. 

“Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses. 

Başımı sallıyorum.

“Yahu bu saatte nereye?” 

Bir elim havada, “Bozdoğan Kemeri’ne,” diyorum.


Erdal Öz / Cam Kırıkları

4 Ocak 2017 Çarşamba

İki Arkadaş


İlk gençlik çağında iki arkadaş, kentin en büyük caddesi olan caddede dolaşırken, başları öne eğik yürüyorlar. Cumartesi kalabalığı var caddede. Büyük, kurşun rengi yapıların gölgeleri vurduğu için, cadde alacakaranlıkmış gibi görünüyor. Sonbahar bitiyor. Ama kış bir türlü yaklaşmıyor. Hava serinler gibi oluyor, sonra gene ılınıyor.
Birinin okuduğu kitap var elinde. Deriden bir kılıf içine konulmuş. Parmakları kolayca terliyor çünkü. Öteki, kalabalığın daha da arttığı postanenin giriş kapısı önüne varmadan önce, Tünel alanına yakın olan bir kitabevine girdi. Orada “Maldoror'un Şarkıları”nın yeni bir baskısı var. Pahalı bir kitap. Kitabı tezgâhın üzerine koyarak sayfalarını araladı: “Susun ! Bir cenaze alayı geçiyor yanınızdan... Gideceği yolu bilir tabut ve ağıtçının savrulan harmanisinin ardı sıra yürür,” diyor şair. Dışarıda sonbahar güneşi var. Adaya uzanma zamanı değil. İngiliz Sarayı'nın duvarının karşısındaki köşede küçük bir şaraphane var. Akşam yaklaştığında oraya uğrayacaklar.

Arkadaşlardan biri kalkıp Paris' e gidiyor. Orada, Montmartre' a tırmanan sokaklardan birinde küçük bir evi var. Tahta merdivenlerle tırmanırken evine, İstanbul' da kalan ötekine ne yazacağını düşünüyor. Kırmızımtırak bir çini mürekkebi aldı. Onla mı yazsa mektubunu?

Öteki iki yıl sonra gidebiliyor Paris' e. Grenelle' e yakın bir otelin, iç avluya bakan odasında kalıyor. O odada, küçücük masasının başında oturup da iç avluya bakarken, öteki çini mürekkeple salonunda bir şeyler çiziktiriyor. Hayır, oda değil orası. Evin her şey için kullanılan genişçe bir bölümü. Bir kapı mutfağa açılıyor. Öbürü odasında “İyinin ve Kötünün Ötesinde” den birkaç paragraf okuyor. Arkadaşını düşünüyor. Çoktan beri iyinin ve kötünün ötesinde değil mi onlar ? Bu düşünür onlara zaten yaşadıklarını söylüyor. Zaten sert değil mi bu yaşam denen şey? Yalnızlığın baş döndürücü kıyısında değil mi onlar ? Ya deliliğin ? Öteki küçük dairesinin salonunda “gerçek” denilen şeye, imge yaratmayan satırlarla yaklaşılabileceğini düşünüyor. Resim çizmeyen sözcükleri yan yana getiriyor. Sonra bakıp düşünüyor: sözcükler söyledikleri şeyi anlatıyorlar mı, diye. Bundan da kuşkusu var onun. Bu “dil” kaygan bir şey. Anlamlandırdığı şeyleri bütün bütüne anlamlandırmıyor. Yazıyı daha az sözcüklere indiriyor. “Belki, daha az sözcük, daha iyi anlatır,” diye düşünüyor.

Gençlik yılları böyle geçiyor. İki arkadaş birbirlerini arayarak –görüşmedikleri zaman mektuplarla– hiç de mutlu bir gelecek imgelemeksizin, ama mutluluğu –kimbilir ?– bu küçük uğraşlarla araştırarak, gene de yollarına eksiksiz bir karanlığın basmadığını düşünerek, biri orada, öteki öte yanda yaşamadılar mı? Gene de öyle yaşıyorlar işte. Düşüncelerinde bir o yana, bir bu yana sallanarak. Ama gençliklerinde rastladıkları düşüncelerin yörüngesinden çıkmayarak. Dolaştıkları belirsiz yollarda birbirlerine rastlayarak ya da –birbirlerine rastlamadıkları vakit– bunun eksikliğini duyarak. Böylece biri ötekine, öteki ötekine bir şeyler yazarak. Biri işyerinin, biri evinin penceresi önüne oturup birkaç satır yazdıktan sonra, bir posta kartını da doldurarak. Masalarının başında otururken gene başları eğik değil mi onların? Klee' nin koyu kahverengi renklerle yaptığı bir suluboya resimdeki gibi. Varlık sallanıyor onda, ardından Tanrısal bir can sıkıntısıyla dolu düşsel bir dünyaya açılıyor. Somut varlığını göstermeyen bir dünya. Bazen bir karabasana dönüşen. Ardından toparlanan, gene gölgeli caddeye çıkan. Susun! Kendi izlerinin ardında onlar. Sırtlarında kendi diktikleri harmanileri. Başları öne eğik dolaşıyorlar. Biri o yanda, Pera' da, Markiz Pastanesi' nin ölü camları önünden geçerek, öteki kuzeyde bir kentte, taş döşeli bir sokakta yürürken, elle tutulamaz bir yalnızlığın Robinsonları olduklarını düşünmüyor bile.

Demir Özlü, Stockholm Öyküleri, Can Yayınları, İstanbul, Genişletilmiş 2. basım: Mayıs 2007.

İzleyiciler