28 Eylül 2023 Perşembe

Karanlığı Zaptetmek


Kurtlar yine penceremin önünde dolanıyor. Everard sabrımı taşırmak için koydu onları oraya. Gün içinde insan oluyorlar; ağaç gövdelerine yaslanıp dişlerini karıştıran kaba saba insanlar ve bu dünyadaki hiçbir güç, kaçmak için bile olsa beni onların arasına çıkaramaz. Fakat gece olunca... Gece olunca gölgelere ve keskin dişlere dönüşüyorlar. Cesur kalabilmek için, rahibelerin bana öğrettiği gibi tespih çekerken bile iniltilerin boğazımdan yükselmesini durduramıyorum.

Hiç kapıya veya pencerelere saldırmadılar. Henüz değil. Hala Everard’ın hakimiyeti altındalar... Ama bu uzun sürmeyecek.

Beni bu yıkık dökük kulübede bıraktığında bana “Bir ay” dedi. Everard babamı öldürdükten sonra, sığındığım manastırda beni bulup kaçırmıştı. Ancak ona ne ölüm tehditleriyle ne de tecavüzle ağzımdan evlilik yeminlerini alamayacağını söyleyince, farklı bir yola başvurdu. “Yaratıklara anlayacakları şekilde ödeme yaptım. Bir ay boyunca, buradan çıkmadığın müddetçe sana zarar vermeyeceklerine söz verdiler. Ama bir ay sonra verdikleri sözün geçerliliği de kalmayacak.” Kibirle gülümsedi. Üzerinde kanı titizlikle temizlenmiş babama ait mantoyla ışıl ışıl duruyordu. “Umarım o zamana dek fikrini değiştirecek kadar aklın vardır.”

Yarın bir ay dolacak. Everard her geldiğinde, yeminimi bozmadım ve onu reddettim. Ancak yarın sabah tekrar gelecek. Ve yarın akşam...

Mumlar, duvarın çatlaklarından aniden giren soğuk bir rüzgârla titriyor. Sert ahşap zemine diz çöküyorum ve sanki beni sonsuza dek güvende tutacakmış gibi parmaklarımı tesbihin taşlarına sarıyorum.

Ama şimdiye kadar kimse beni koruyamadı. Her zaman çok güçlü gördüğüm babam, beni Everard’a gelin vermediği ve düğün hediyesi olarak gelecek zengin toprakları reddettiği için gözlerimin önünde öldürüldü. Manastırın kutsallığı bile Everard’ın adamlarını dizginleyecek kadar güçlü değildi.

Yarın gece de, bu ahşap duvarlar kurtları uzak tutacak kadar güçlü olmayacak.

Gençken bakıcımın anlattığı bazı eski hikâyeleri anımsıyorum. Ama Everard hatırladıklarımın gerçek olduğunu kesinleştirdi.

“Onların evleri yok; onları en tiksinç zorbalıklardan ve sapkınlıklardan alıkoyacak toprakları veya dinleri yok. Gündüz gözüyle insan gibi görünebilirler, ama gerçek benliklerinde kalpleri hala kurt kalbidir. Kendilerinden olmayana sadık değillerdir. Ve dişlerinin en ufak bir sıyırmasıyla...”

Kendimi ürpermekten alıkoyamadım. Sırıtırken Everard’ın dişleri görünüyordu. “Küçük manastır kızı,” diye fısıldadı, “O zaman geldiğinde ben bile seni karanlıktan kurtaramam. Bu ay bitmeden kaçabilmek için bana yalvaracaksın.”

Pençeler kulübenin dışındaki buz tutmuş zeminde yankılanıyor. Birbiri ardına gelen sert nefesler ince pencereleri buğulandırıyor.

Everard’ın nasıl bir insan olduğunu anlayınca beni ondan koruması için babama yalvarmıştım. Babam öldüğünde kalacak yer için rahibelere yalvardım. Geçtiğimiz ay ise her gün, yardım etmesi için Meryem Ana’ya yalvardım.

Ama hiçbir zaman, hiçbir şey için, babamın katiline yalvarmayacağım... Ruhum için bile.

Oturduğum yerden doğruldum ve tesbihin parlak taşları arasından parmaklarımı çözdüm. Tesbihi; küçük kızlara ilahlarının gücü ve koruyuculuğu hakkında anlatılan hikâyeler kadar asılsız diğer gölgelerle birlikte, dikkatle köşeye yerleştirdim.

Bir kurdun uluyuşu, gecenin havasını yırtıcı ve yabani bir edayla delip geçiyor, omurgamdan aşağı süzülüyor. Küçük bir kızın iniltisi boğazımdan çıktı çıkacak. Dişlerimi sıkıp korkumu yutuyorum.

Bakıcımın hikâyeleri gözümün önünde canlanıyor: göz kamaştıran keskin dişler, kürk ve açlık ve uçsuz bucaksız bir karanlık...

Ama o karanlığın içinde güç de barınıyor.

Zarif yetiştirilmiş tüm kızların olması gerektiği gibi küçük ve yumuşak parmaklarımı esnettim. Yarın gece, uçlarında pençeler olduğunda bu parmaklar nasıl görünecek, merak ediyorum. Umarım, Everard benden merhamet dilediğinde, yüzündeki ifadenin tadını çıkaracak kadar kendim kalabilirim.

İlerledim ve kapıyı açtım.

Kapıda bekleyen bir çift altın rengi göze, “Sana bir teklifim var,” diyorum.

Ve karanlığı içeri davet ediyorum.

Stephanie Burgis, Holding Back The Darkness

Çeviri: Özgür Onat Çinkılıç



15 Eylül 2023 Cuma

Sıyrılıp Gelen

Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece 
Her gece bilge bir gezgin 
tavrıyla adımlıyor yolunu 

Güz yanığı bir durgun 
sessizlikle örtülü her şey 
ve yırtılmış bir tül gibi 
savrulup duruyor zaman 

Suların sesini dinle şimdi 
ormanın fısıldayışlarını 
usulca yarılıyor dağların göğsü 
bir aşkı dinlendirmek için 

Ve gözleri uzak yamaçlarda 
aranıp dururken bir şeyleri 
sessiz ve sakin beklemekte 
bekledikçe bileylenen yürek 

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden 
sıyrılıp gelmektedir seher 
Belli ki yakındır 
doğayı ve hayatı sarsacak saat 
 
Ahmet Telli


2 Eylül 2023 Cumartesi

Berlin Üzerindeki Gökyüzü


"Neden çocukken yerdeki ve gökteki geçişleri, kapıları, geçitleri göremiyoruz. Eğer tarihte cinayet ve savaş olmasaydı herkes görür müydü acaba? On bin kez aklımdan geçirdim, ama bu defa yapacağım. Bu kadar sakin olmam çok tuhaf. Neden acaba bu siyah ayakkabılarla bu kırmızı çorapları giydim. Ne kadar salağım. Hava sisli, soğuk. Soğuk olacağını biliyordum, kazak giyseydim keşke. Aslında bu ceketim fena değil. Ucuzluktan almıştım. Yalnız çanta açılıp duruyor. O hediye etti. Neyse. Uçmayı çok isterdim. Ne kadar sürer acaba? Uçak Berlin'in üzerinde sürekli daireler halinde uçuyor. Birazdan düşer. Ne kadar da soğuk. Benim ellerim hep sıcak olurdu. İyi bir işaret galiba. Ayaklarımın altı gıcırdıyor. Acaba saat kaç oldu? Güneş batmak üzere. Herhalde batı burası. Neyse en azından artık batının nerede olduğunu biliyorum. Trenle eve giderken hep doğuya gitmişim. Onluk kart alıp bir mark kazançlı oluyordum. Güneş arkamda, yıldız solumda. Fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Küçücük ayakları. Nasıl da hep bir ayağından diğerine sıçrardı, ne hoş dans ederdi. Baş başaydık. Mektubumu aldı mı acaba? Umarım henüz okumamıştır. Berlin, benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Havel nehir miydi yoksa göl mü? Bunu hiçbir zaman kavrayamadım. Arka tarafa da Wedding mi diyorlardı? Peki doğu? Aslında her taraf doğu. Tuhaf insanlar. Bağırıyorlar. Bırak bağırsınlar. Bana ne, bana ne. Tüm bu düşünceler. Aslında artık düşünmek istemiyorum. Gidiyorum. Peki neden? Hayır!"


Berlin Üzerindeki Gökyüzü, 1987 -Almanya Fransa ortak yapımı şiirsel fantastik filmdir. Özgün adı Der Himmel über Berlin olan film ABD'de Wings of Desire (Arzunun Kanatları) adıyla gösterilmişti. Film Türkiye'de Nisan 1989'da 8. Uluslararası İstanbul Film Festvalikapsamında gösterildi. 2006 yılında ise filmin Türkçe seslendirilmiş videoları DVD ve VCD formlarıyla Arzunun Kanatları adıyla Türkiye'de piyasaya verildi.

Filmi "Yeni Alman Sineması"nın öncü yönetmeni "yol filmlerinin kralı" olarak da anılan ödüllü Alman sinemacı Wim Wenders yönetmiştir. Wenders bu filmini 7 yıl ABD'de kaldıktan sonra döndüğü ülkesinde yapmıştır. Filmin yapımcılığını da üstlenen Wenders senaryoyu gedikli senaristi Peter Handke ile birlikte yazmıştır. Avusturyalı yazar Handke daha çok senaryonun diyaloglarını ve şiirsel bölümlerini yazmış, aynı zamanda filmde sıkça tekrarlanan Çocukluk Şarkısı adlı şiir de onun kaleminden çıkmıştır. 20.yüzyıl Alman şairi Rainer Maria Rilke'nin şiirleri de kısmen filme ilham kaynağı olmuştur.

Filmin çoğunlukla siyah beyaz, kısmen de renkli görüntülerini Fransız görüntü yönetmeni Henri Alekan çekmiş, özgün müziğini ise daha önce de Wenders'in birçok filminin müziklerini yapmış olan Jürgen Knieper bestelemiştir. Başrollerini Bruno Ganz, Otto Sander ve Solveig Dommartin'in paylaştıkları filmde Amerikalı aktör Peter Falk'un da önemlice bir rolü vardır.

1980'lerin sonunda Berlin şehrinde insanların görüp işitemediği Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) adlı iki melek sürekli olarak çevrelerini ve insanları gözlemektedirler. Bu melekler zamanın başlangıcından beri oradadırlar ve çağlar boyunca doğanın ve insanların geçirdiği bütün değişimlere tanık olmuşlardır. Bu gerçeküstücü naif filmde her şeyi gören ama hiçbir şeye müdahale edemeyen bu meleklerden birisi ölümsüzlükten bıkarak insanların arasına karışmayı dener.

"Berlin Üzerindeki Gökyüzü", 17 Mayıs 1987'de ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülüne aday gösterilmiş, Wim Wenders bu festivalde "en iyi yönetmen" ödülünü almıştı. BAFTA ödülüne de aday gösterilen film çeşitli yarışma ve festivallerde 15 ödül daha kazanmıştır.

Film Konusu:

Damiel (Bruno Ganz) ve Cassiel (Otto Sander) Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilegelen melek görüntüsünde değillerdir, sıradan iki erişkin adam görüntüsündedirler, kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir (bir keresinde de Amerikalı bir aktör (Peter Falk) meleğin varlığını hisseder). Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Zaman 1980'lerin sonlarıdır ve Almanya (ve Berlin) halâ doğu ve batı olmak üzere iki parçaya bölünmüş haldedir. Oysa bu iki melek zamanın başlangıcından beri buradadır. Aradan geçen yüzbinlerce yıl boyunca doğanın ve insanların geçirdiği her değişikliğe tanıklık etmişlerdir (örneğin Damiel beton köprünün üzerinde dururken buzulların eridiği ve aşağıda akan nehrin oluşmaya başladığı yılları anımsar). İstedikleri her mekâna rahatlıkla girip çıkabilen ve hangi dilden konuşuyor olurlarsa olsunlar insanların düşüncelerini de okuyabilen bu iki görünmez varlık sürekli olarak sakin tavırlarıyla çevrelerini ve insanları incelerler ve notlar alırlar. Çevrelerini değiştirecek müdahalelerde bulunamayan bu melekler birçok şeye kayıtsız gibi durmaktadırlar, olaylar karşısında ne üzüntü ne de sevinç duyarlar, ama bazen de varlıklarını küçük işaretlerle belli ederler. Onlar için herhangi bir engel ve bir sınır yoktur, kâh havadaki bir uçağın içindedirler, kâh bölünmüş Berlin'in öteki tarafına geçerler. Genelde yüksek yerlerde durmayı ve şehre tepeden bakmayı seçerler, bazen bir katedralin en tepesinde, bazen yüksekteki dev bir heykelin omuzunda otururlar. Bazen bir kaza kurbanını teselli etmeye çalışırlar, bazen de intiharın eşiğindeki bir genci vazgeçirmeye çalışırlar (ama olaylara dahil olma ve etraflarını değiştirme yetkileri olmadığı için onları duyan olmaz, genç adam yine de intihar eder.).

Damiel Bir gün gittiği küçük pejmürde bir Fransız sirkinde Marion (Solveig Dommartin) adında bir trapez cambazına sırılsıklam tutulur. İflasın eşiğinde olan bu sirkin kapanmak üzere olduğunu öğrenince artık ölümlü bir "insan" olup Marion'la yaşamaya karar verir.

Damiel artık bir ölümlüye dönüşünce, daha önce uçakta karşılaşmış olduğu Amerikalı aktörü (Peter Falk, kendi rolünde oynuyor) çalıştığı film setinde ziyaret eder. Aslında onunla bir kez de bir sandviç büfesinde karşılaşmış, o zaman Peter Falk göremediği melek Damiel'in varlığını sezmiş gibi davranmıştır. Bu kez sette Damiel'i karşısında "insan" haliyle gören Peter Falk hiç şaşırmaz. Bu kez de şaşırma sırası Damiel'e gelmiştir. Falk durumu açıklar: O da bir zamanlar Damiel gibi bir melekken ölümlü olmayı seçerek insanların arasına karışmıştır. "Bu dünyada bizlerden çok var." diyerek sözlerini tamamlar.

Wim Wenders filmini tüm eski meleklere, özellikle de Ozu, François ve Andrey adlı meleklere ithaf edilmiştir ibaresiyle bitirir. Böylelikle sinemanın üç önemli yönetmeni Yasujirö Ozu, François Truffaut ve Andrey Tarkovski'ye selam duruşunda bulunur. Sonra da ekranda devam edecek yazısı belirir. Buradan da Wenders'in 6 yıl sonra 1993'te çekeceği devam filmi Öylesine Uzak, Öylesine Yakın (In weiter Ferne, so nah!)'ı daha o yıldan planlamış olduğunu anlarız.


Kaynak: Wikipedia

İzleyiciler