Denemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Denemeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2025 Pazar

Badem Ağaçları

    Napolyon, Fontanas’a şöyle demiş: "Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kuvvetle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey dünyaya hükmeder: Biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir."
    Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fatihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü. Eskiden o korkunç Flandres savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyordu. Yüzyıl savaşı da çoktan unutuldu gitti. Ama, Silezyalı mistiklerin vaazları belki bazı kalplerde hala yaşıyordur. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular: Bu dünyanın kaderine hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek imtiyazlar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği kuvveti, lanetlemekle kendini tüketmektedir.
    İyi insanlar, buna bir belâ diyorlar. Bunun belâ olup olmadığını bilmiyoruz ama, bu böyle. Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de ne istediğimizi bilmemiz gerektir. İstediğimiz şey ise, artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman hak vermemektir.
    Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiç bir tarih felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar kaderlerinin farkına varmakta durmadan ilerliyorlar… Biz insanlar kendi kaderimizin üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz. Özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak. Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir hale sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış milletlerin anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabiî, insanı aşan bir iştir bu. Ama insanı aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece.
    Şu halde ne istediğimizi bilelim, kuvvet bizi çekmek için bir fikir veya rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor. Lawrence, "Trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme olmalıdır" demiş. İşte hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.
    Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, çünkü bilirdim ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’ler vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o nârin karlara şaşardım. Ama yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadara dayanırlardı.
    Bu bir sembol değildir. Mutluluğumuzu sembollerle kazanacak değiliz. Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu: "Felaketle zehirlenmiş olan şu Avrupa’da bazen hayatın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları. Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli taraflarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Felâketlerle zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche’nin katı kafalılık dediği derdin tâ kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım. Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım elverir.
    Ama düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, "dünyası", akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.. Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.

Albert Camus, Denemeler, Çan Yayınları, 1962, S.41-45

Çeviri: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol


19 Temmuz 2024 Cuma

Tembelliğe Karşı

    İmparator Vespasien ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır ama o haliyle bile imparatorluğuyla ilgili haberlerin kendine iletilmesini ve yataktan da olsa önemli işleri ara vermeden düzenleyebilmeyi ister. Doktoru sağlığına zarar verdiği için ona sitem ettiğinde: "Bir imparatorun ayakta ölmesi gerekir" diye cevap verir. İşte bir prense yakışır, güzel bir söz. İmparator Adrien de daha sonra benzer koşullar altında aynı sözü kullanmıştır. Bu söz, kendilerine verilen bu büyük sorumluluğu hissettirmek, bu sorumluluğun aylaklara göre olmadığını hatırlatmak için krallara sık sık hatırlatılması gereken bir sözdür. Çünkü hizmet ederek canını tehlikeye atan halk, buna karşılık kralın boş işlerle uğraştığını görürse cesaretini ve isteğini yitirecektir.
    Eğer biri çıkıp da savaşların krallar tarafından değil de başka biri tarafından yönetilmesinin daha iyi olacağını söylerse, tarih ona yararlı olmaktan çok zarar veren birçok kral yardımcısı örneği verebilir. Ama hiçbir değerli ve cesur prens böyle utanç verici bir deneyimden geçmek istemez. Devletini koruma bahanesiyle bulunduğu konuma bağlı servetini korumaya çalışıyorsa askeri değeri düşer ve yetersiz biri olarak kabul edilir. 
    Adamları kendisi için çarpışırken uyumaktansa çıkıp yenilmeyi tercih eden, yokluğunda büyük işler başaran askerlerini kıskanan bir Kral* tanıyorum. Birinci Selim, önderi olmadan kazanılan zaferlerin eksik zaferler olduğunu söylerken bence haklıydı. Birinci Selim, "Düşüncesinden ve sesinden başka bir şey kullanmadan bir zaferde payı olduğunu düşünen bir önder utanmalıdır" diye devam eder. Bu çok doğrudur. Çünkü bu tür işlerde onurlu fikirler ve emirler savaş alanında düşünülenlerdir. Hiçbir önder kendini sağlama aldığı yerde rolünü iyi oynayamaz! Savaşta başarı konusunda dünyada ilk olan Osmanlı padişahları bu fikre sıkı sıkıya bağlıdırlar.
    İngiltere Kralı III. Edward Kralımız V. Charles hakkında: "Onun kadar az silah kuşanıp da bana bu kadar iş çıkaran başka bir kral olmadı" der. Bu durumu tuhaf bulmakta, akıldan çok şansa bağlamakta haklıdır.
İmparator Julien, bir felsefecinin ve kusursuz bir adamın nefes almakla, yani bedensel gerekliliklerle yetinmemesi, ruhunu ve bedenini sürekli olarak güzel, yüce ve asil şeylerle meşgul etmesi gerektiğini söyler. Toplum içinde yere tükürmekten ve terlemekten de utandığı söylenir. Çünkü sürekli çalışmanın, alıştırma yapmanın ve kanaatkârlığın bütün bu gereksiz tepkileri kurutması ve yok etmesi gerektiğine inanır. 
    Portekiz Kralı Sebastian'a karşı zafer kazanan Fas Kralı Abdülmelik, Portekizliler ellerinde silahlarla ülkesine girdiğinde ağır hastaydı. Ölüme doğru giderken imparatorluğunu sürdürmesi gerektiğini biliyordu. Hiç kimse bulunduğu yeri göz önünde bulundurarak onun kadar cesurca ve var gücüyle uğraşmamıştır. Askerlerinin görkemli bir şekilde savaş alanına girişlerini görmeye gidemeyecek kadar hasta olduğu için bu onuru kardeşine devreder ama komutanlığını başkasına bıraktığı tek görev bu olmuştur. Daha önemli ve gerekli olan işlerin hepsini titizlikle ve canla başla çalışarak yerine getirir. Yataktadır ama zekası ve cesaret son nefesine kadar ayakta kalmıştır. Topraklarına düşüncesizce yayılmış düşman güçlerini silip süpürebilirdi ama az bir ömrü kaldığı ve yıkılmış bir ülkeyi ve bu savaşı emanet edebileceği kimse olmadığı için hızlı bir zafer kazanmak zorunda olduğunu görmek çok canını sıktı. Çünkü yaşayacak olsa savaşı çok kan dökmeden halledebilirdi. Bu durumda yaşamak için direndi, düşmanın gücünü tüketmek için onları Afrika kıyılarında bulunan karargahlarından dışarı çıkarıp ülkenin içlerine doğru çekti. Ve ömrünün son gününe kadar bu savaşa hazırlanmak için çalıştı. Kendi birliklerini bir çember halinde yerleştirip Portekiz ordusunu kuşattı ve çemberi gittikçe daraltarak düşmanın savaşmasını yalnızca engellemekle kalmadı, kaçmalarını da engelledi. Tüm yolların tutulmuş ve kapalı olduğunu gören Portekizliler yuvarlağın içinde yığılmaya başladılar. Fas ordusu ezici ve büyük bir zafer kazanmıştı. Fas Kralı ölüm döşeğindeyken yardımcıları tarafından ona ihtiyaç duyulan her yere taşınıyordu. Kral böylece askerlerin arasında gezinip onları cesaretlendirmiş oluyordu. Ordusunun bir yerde yenik düşme tehlikesi altında olduğunu duyunca, kılıcı eline alıp savaşın içine girmeye çalıştı, yardımcıları elbisesinden, atının dizginlerinden ve üzengisinden tutarak onu durdurdular. Bu gayreti de kalan son yaşam gücünü elinden almıştı. Kıpırdayamaz halde yatarken birden sıçrayıp ölümünden kimseye bahsedilmemesini istedi, savaşçıları bu haberle ümitsizliğe kapılmasın diye o anda verilecek en iyi emri vermişti. Son nefesini verdiğinde parmağı kapalı dudaklarının üzerindeydi: Sessizliğin işareti. Kim tam ölümünden önce bu kadar uzun süre yaşamıştır? Kim bu kadar ayakta ölmüştür?
    Ölüm karşısında en cesur en doğal duruş, korkmadan, endişelenmeden ölüme bakarak durmak ve hayatını sürdürmeye devam etmektir. Caton kalbindeki kanlar içindeki yarayı eliyle kapatmaya ve uyumaya çalışarak ölümü bekledi.

* Montaigne burada IV.Henri'den bahsetmektedir.

Montaigne, Denemeler


21 Şubat 2024 Çarşamba

Duvarlar

Toplum/Devlet ahlaken muhafazakârdır; tekil yalnızlığına saldırırken çoğul yalnızlığa mahkûm eder, gelenekçi ve gardiyandır.

Toplumların kendine özgü sınırları vardır. İlk bakışta görünmeyen, içinde yaşadıkça deneyimleyerek öğrenebileceğiniz sınırlar. Sınırlar mesafeler çizer aynı zamanda. Bireylerin özgünlüklerini korumak amaçlı, karakteristik ve istemli mesafeler değildir bunlar. Ortalama toplum modellemesi sonucu belirlenmiş ve ahlak, gelenek/görenek, dinsel ve kültürel algılardan beslenen klişelerdir bu söylediklerim. Tartışmasız ileri sürülen, sığınılan, üzerinden yargılar üretilen, mazeret edinilen, kalkan yapılan türden suni yapılardır aslında. Suni yapıları, tanımlanıyor olmalarından gelir. Tanımlanan, tanımlayana doğrudan bağlı olması nedeniyle aynı zamanda hesapçıdır. Hesap özneye bağlı olarak sonuçlanır ve genelleşir. Özne toplumsal yapının güç dengelerini gözetir. Kantarın topuzu önemlidir. Oysa kitapları, marangozun kendine göre belirlediği tek tip aralıklı raflara sığdırmaya çalışmak olur bu. Her kitabın içeriği, yazarı, forması, amacı vb. nasıl farklılaşırsa ve hazır kütüphane modeline göre kitapları yeniden ölçüp / kesip / biçerek raflara sığdırmak ne ise; bireyleri toplumsal eğilim ve eğitimlere göre yeniden yoğurmak muhtelif sosyal genetiğe uymayabilir.

Toplumsal sağlık denilen düsturlar, eğitsel yanlışlar, dayatmalar, formalar, kalıplar, klişeler sonuçta toplumun hastalıklı bireylerle dolup taşmasına sebep olur. Bireyde, ailede, evde, okulda, sokakta, işyerinde sonuçları olumsuza örnek binlerce yaşanmışlığa şahit oluruz.

Yapıların kendi ürettiği duvarların neden olduğu hastalıkların tedavisi maalesef başka duvarlar örülüp/yalıtarak, ötekileştirip/ yabancılaştırılarak tedavi amaçlanır. Toplumsal rehabilite devreyi tamamlar!

Psikolojik şiddet, korku duvarları, işkenceler, ötekileştirmeler, düşmanlaştırmalar, sürgünler, yalnızlaştırmalar... Rehabilite merkezleri, açık ve kapalı cezaevleri, hücreler, hastaneler, okullar, üniformalar, siyaset, sorgulanamaz devlet otoritesi...

Mehmet Ali Canikli, Volkanik Sancılar 1, Bir İpek Böceğiydim Ben de, Denemeler, S.97-98

Alone in a Crowd in Grand Central Station #3 © William McCloskey

5 Ocak 2024 Cuma

Kaç çaba eder ki yaşam?


Canlı türü olarak insan, yaşamsal hareket yeteneğine kavuştuğu andan itibaren, diğer hareketlerine itki gücü oluşturan "çaba" ile karakterize olur. 

"Çaba" iradi hareketlerimizin başlangıç nedenidir. Çaba, bir amaca yönelik kurgudur ve önce doğal tatmine yönelir; arzu ve korunma. Arzu, canlı varlıklarda fiziksel bir iştah ile kendini açığa vurur ki; açlık, susuzluk, cinsellik, uyku bu tür iştahlardır. Diğer tür çaba ise, sakınma, kaçınma vb. korunma halleridir ve doğal tatmin gibi yaşamı devamlı kılmaya, tutunmaya, hayatta kalmaya yöneliktir. Buradan hareketle, canlı organizmayı çabaları anlatır diyebiliriz. Yeni doğan bebeğin annesini emme gayreti bir çabadır. Yerde, kucakta, beşikte çabaları vardır. İki nokta arası devinir önce, emekler sonra, oturumuna gelip o halde durabilir zamanla. Başını omuzları üzerinde, vücudunu ayakları üzerinde dengede tutması çabalayarak olur. Oyun oynar zamanla, sizin ona öğrettiğiniz veya gördüklerinden esinlendiği oyunları olur. Mahallesindeki, varsa oyun alanlarında, boş sahalarda, kırlarda, parklarda, bahçelerde buluşarak edinir ilk deneyimlerini. Okula gitmesi gerektiği söylenir, okumanın başarılı olmanın, diplomanın önem ve erdeminden bahsedilir. Okursa adam(!) okumazsa odun olacağından örnekler verilir. İş bulup çalışması gerektiği anlatılır. Para kazanmalı ve ailesine iyi bir gelecek sunabilmelidir. Kariyer yapmalıdır mutlak! Lider olmalı, başa güreşmelidir. Rakipleri olacaktır. Yırtıcı olması, herkesi geçip geride bırakması öğretilir. Yaşam bir yarış kulvarıdır! Ama her oyunun da kendine göre kuralları vardır. Oyunu kuralına göre oynamalıdır. Kural varsa uymalıdır. İyi çocuk olmak iyidir. Haylazlığın lüzumu yoktur. Evlenip çoluk çocuğa karışmalıdır mesela... Çocuk gelecektir! Aynı zamanda toplumun da geleceği sağlam nesiller ister! Vatana millete hayırlı olmalıdır! Mümkünse en az üçlemelidir ki, bir yalnızlık, iki de her an denge bozulabilirse de, üçte karar vermek ve yönetimi belirlemek daha kolaydır. Bir elin nesi var, iki elin sesi vardır. O mu? Bu mu? Diye taraf belirlemek gerektiğinde ikiye bir verilir kararlar ne de olsa. Azınlığa hâkim çoğunluktur değil mi?

Çabalarımız çıplak karakterlerimizdir. 

Çabalarımıza neden olan ereksel durumlarımızın bir tarafı güdüsel, diğer bir tarafı ise kazanımsaldır. Yani elimizde doğuştan gelen varlıksal amaçlarımız ile kurgusal, öğretim/eğitim ile edimsel ve deneyim yolu ile edinilmiş sonuçlar vardır. Elimizdeki bu verili kazanımlarla yol almaktayız. 

İnsan birey olarak, yolculukta kullanmak üzere heybemize koyacağımız değerlere gerek duyarız. Değerlerimizi, ihtiyaçlarımız belirlerken; ihtiyaçları mızı arzularımız tetikler. Bir insanın arzularının yöneldiği şeyler hoş, yararlı, iyi; kaçındığı, korunduğu şeyler nahoş, zararlı, kötüyken; tepkisiz ve kayıtsız kalacağı tüm şeyler ise onca değersizdir. 

İnsan, var olduğu andan itibaren tekil hali olan vücudu ve dışarısı arasında tanımsız, belirsiz, renksiz, kokusuz, karanlık ve sessiz vb. durumlardan başlayan ama hissetmeye, anlamaya, tanımlamaya ve yönelmeye doğru bir hareketler silsilesinin içine girer. İlk andan, olmaya doğru adımlarımıza, öncelikli güdülerimiz rehberlik eder. Güdüler, bir zaman sonra yok olmadan, varlığını devam ettirmekle birlikte, yerini algı mekanizmasına bırakır.

Yaşamsal ilişkilerimiz algısal gerçekliğimizle, hakikatin gerçekliği arasında bir ömürlük salınımlardan ibarettir.

İkili açmazlarımızı görünür hale getirebilmek, onları sadeleştirmek yolu ile anlaşılır kılmak, sorunlu yanların çözümlerine erişmek; toplumsal yaşamların özgün esaretinde her birey için mümkün olamamaktadır. Ne yazık ki bu durum başlı başına bir farkındalık sorunudur.

Toplumsal yaşam bütünü ile algı karmaşası üzerinden kurulu labirentte yol almak gibi gelir. Bu girift süreç insan bedenlerinin biri birleri ile bilinçli/bilinçsiz karşılaşmaları, paylaşımları, zıtlıkları, çarpışmaları, yan yana gelmeleri sosyo-psikolojik kaosu oluşturur. Bu durum kaçınılmaz olduğu kadar, çözümsüz de değildir tabii... 

Algı, birtakım nedenlere bağlı gelişen, dışsal olandan zihinsel olana yönelen ve doğrudan ya da dolaylı yollarla zihinde sonuçlanan görsel veya duyusal oluşlardır. Işık, renk, şekil, ses, koku, lezzet, ısı, sertlik, yumuşaklık vb. durumlar ile diğer, duygu dediğimiz durumlar algısaldır; nedenleriyse dışsal ve nesnel hareketlerdir. Özünde algı; nesnelerin, zihnimizde oluşan imgeleri, hayalleridir. 

Algısal olanın, gerçeklik üzerindeki payı ile hakikatin kendi gerçekliği arasındaki farkı bir örnek üzerinden açıklamaya çalışayım.

Ay, ışık kaynağı değildir. Güneşten kaynaklı ışığın ay yüzeyinden yansımasının sonucu onun nesnel varlığı zihnimizde nasıl görüntüye dönüşüyorsa; ay, nesne toplamı olarak görüntüsü başka şeydir. Ay'ın görünen yönü onun imgesidir; ayın kendisi değil. Şöyle ki; Ay'ın her hareketinden bize ulaşan imgeler toplamı zihnimizde bir ay hayali oluşturur, bize yansımayan yönlerinin varlığından dolayı algısal durumumuz eksik hakikatten ibarettir. Ay'ın nesnel varlığı algılarımız kadardır ve görelidir; salt gerçek değildir. Gerçek, bilinçten bağımsız, somut ve yapısal olarak var olan (Ay'ın görmediğimiz yanları da dâhil, orada, yerinde olması durumu); hakikat ise gerçeğin zihinde yansımasıdır. Hakikat ancak birebir şeye uyduğu zaman gerçek olur. Zihnimizin birtakım hakikatleri algılamış olması ve bellekte tutması gerçeğin bilgisine yol almak demektir; gerçeği bulmak değil! Gerçeğin bilgisine ulaşmak mümkün olup, ona, gelişkin ve diyalektik düşünen akıl ile bilim ve bilimsel yöntemlerin kullanılması halinde varılabilir. "Algıda ve bellekte olan, olmuş bitmiş ve geri döndürülemez bir olgunun bilgisi olduğu halde; bilim, sonuçların ve bir olgunun bir başka olguya bağımlılığının bilgisidir." (2)Akıl, düşünme yeteneği olarak bu bilgi süreçlerini kullanır ve kendisi de bir bilgi olan dil yeteneği olmaksızın bunu başaramaz.

Dil, bilginin işaretleridir. 

Çok uzun soluklu süreçler sonrası bir an gelmiş ve işte o an insan konuşmaya başlamıştır! Tarihin hangi dönemidir? İnsanlık hallerinden hangisindedir? Teorileri olsa da nedenleri kesin olmayan ne tür zorunluluk ve süreç sonrası oluşmuştur tam olarak bilmiyoruz.

Varlık olarak insan bedeni denilen tekil dünya, beden dışı dünya ve iki dünya arası yegâne köprü olan dil; anlamlar ve değerler dünyasıdır. 

İnsanlığın bugüne uzanan asıl yolculuğu dil yeteneği ile başlar ve devam eder. Dil yeteneğinden önce ve konuşmaya başladıktan sonra...

Dil, kendimize, başkalarına, nesnelere ve ilişkilere bakış açılarımızı oluşturmada; anlamada ve anlatmada kullandığımız araçtır. Herkes dışarıya kendi kabuğunun penceresinden bakar; yine de bakışlarımızın ortaklaşmasına neden olan, canlı varlığımızın temel karakteristiğinin belirlediği, kendi olmamızdan kaynaklanan durumlarımız vardır. Bu durumlar aynı zamanda insanlığın temel gerçekliğiyken, diğer yandan hem sorunsalı hem çözümüdür. Nedir bunlar?  

(2) Thomas Hobbes. Leviathan. 2016. Yky. S.46.

Mehmet Ali Canikli, Volkanik Sancılar 1, Bir İpek Böceğiydim Ben de, Denemeler, S.43-47

İkaros Kimin Umurunda!

 


Yunan mitolojisinde bir İkaros söylencesi vardır: «Labirent» sözü sık sık kullanılır ya, doğrusu «labyrinthos» tur onun, Girit adasında, içine girenin kolay kolay çıkış yolunu bulamadığı büyük bir yapıydı. İşte bu yapının özelliğinden ötürü, içinden çıkılamaz sorunlar için de kullanılır o sözcük, Girit kralı Minos yaptırmıştı labyrinthos'u. Bir gün oraya Daidalos ile oğlu İkaros'u hapseder kral Minos. Daidalos yontucu ve mimardı, labyrinthos'u da o yapmıştı. Yontuları canlı idi. Yaptığı inek yontusunun içine kralın karısı Pasiphae girmiş de kendini kutsal boğaya vermiş. Ondan kızmış kral Minos, onu oğlu ile kapatmış Labyrinthos'a. Baba oğul ne yapacaklarını şaşırırlar, odalar koridorlar, gir çık gir, başlarını döndürür. Fakat kralın eşi Pasiphae onları kurtarır labyrinthos'tan. Baba ile oğul omuzlarına balmumu ile tutturulan kanatlarla uçarlar. Babası, İkaros'a çok yükselmemesini öğütlemişti, fakat İkaros meraklı bir çocuktu, babasının bu öğüdünü dinlemedi, daha yükseklere çıkmak tutkusu bürümüştü içini. Böyledir insanoğlu, yerinde, sırasında durmasını bilmez çoğun. Timur ölürken, Tanrıların göklerini fethetmek istediğini söylemiş derler ya, onun gibi işte. Derken ikaros güneşe çok yaklaşınca balmumu erir, kanatsız kalan genç, Sisam adasının orada denize düşer, boğulur.

Eski ozanların bütün işleri söylenceleri (mitosları) dillendirmek olduğu için, bu öykü de onların gözünden kaçmamıştır. Ünlü Lâtin ozanı Ovidius «Değişmeler» adlı yapıtında İkaros'un şiirini de yazdı. Denebilir ki bu öykü Ovidius'un yapıtından yayıldı en çok. Herkes ona çeşitli anlamlar yükledi. Takma kanatlarla havalarda yükselen İkaros, uçak buluşunun ilk deneyimi sayılır bugün.

Çünkü bütün mitoslar gibi, labyrinthos söylencesi de çok yanlı yorumlara elverişli bir yapıdadır. Ama İkaros'un başından geçenler, nedense en çok ressamların ilgisini çekmiştir. Eski çağ sanatından beri bu konuyu işleyen, birçok yapıt kalmıştır günümüze. Albani'nin Roma'da bulunan Helenistik kabartmasından tutun da, Donatello gibi büyük yontucular, Tinteretto gibi, Rubens gibi büyük ressamlar bu konuyu işleyen yapıtlar bırakmışlardır. Ama bunların içinde en ünlüsü, Bruegel'in yaptığı, şimdi Brüksel’de bulunan «İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj» adlı tablodur. Resimlerinde ayrıntılara çok büyük önem veren bu büyük, eşsiz usta, İkaros'un düşüşünü de yine o biçemle (üslûpla) işlemiştir. Onun resimlerine bakmak, bilindiği gibi, kişinin çok vaktini alır; bir izlenimle, bir duygulanma, bir düşünce ile yetinemezseniz. Merakla bir köşeden öbür köşeye nerdeyse santim santim gözden geçireceksiniz tabloyu. Neler bulur insan, neler! Bu resimde de öyle işte, İkaros bir limanda denize düşmüş, yeni düşmüş daha, bacakları suyun üstünde... O sırada bir gemi kalkıyor limandan; kıyıda, bir tepede, bir çoban, sopasına dayanmış, koyunlarını otlatıyor, arkası dönük İkaros'a, daha beride bir köylü tarlasını sürüyor... Saymakla bitmez derler a, kısacası, bildiğimiz dünya, herkes kendi işinde gücünde, İkaros kimsenin umurunda değil...

Derken konu, modern bir İngiliz ozanında yepyeni bir yorumla kendini gösteriveriyor. W.H. Auden (öleli birkaç yıl oldu) çağdaş İngiliz şiirinin en büyük temsilcilerinden biri sayılır. İngilizler, Eliot'tan sonra genellikle onun adını ileri sürerler, öylesine severler onu. Amerikan ve İngiliz ozanlarından derlenme şiirlerle oluşturulmuş «Modern Verse» adlı antolojide. Auden'in «Musée des Baux Arts» adlı şiirini görünce çok ilgilendim. Geçen yıl sinemalarda gösterilen «Dünyaya Düşen Adam» adlı filmde de sözü geçmişti bu şiirin. Düşündüm, demek dedim kendi kendime, eski çağdan beri bu konu elden ele geçiyor. Auden, şiirini Bruegel'in resminden çıkarmıştı, resimde görünenleri anlatıyordu ve düşündüklerini başka örneklerle veriyordu. Bu şiirin üstünkörü bir çevirisini vereyim:

“Hiç yanılmadı acı konusunda / Eski ustalar: Ne iyi anladılar / Acının insandaki yerini; nasıl oluşur /Biri yemek yerken, açarken pencereyi, ya da dolaşırken dalgın; / Nasıl yaşlılar saygı ile, tutku ile beklerken / Şaşırtan doğumu, hep bulunur bunu umursamayan / Çocuklar, kayarlar ormanın kıyısındaki buz tutmuş gölde, / Hiç unutmadı eski ustalar / Bir yanda korkunç işkenceler sürüp gider / Bir köşede karmakarışık bir yerde / Köpekler köpekliğini sürdürür ve işkencecinin atı / Vurur saflığının çiftesini bir ağaca.”

“Bruegel'in İkaros'unda da örneğin; Nasıl her şey sırt çevirir / Kayıtsızca kedere; çiftçi duymuş olmalı / Sudan çıkan sesi, acı çığlığı / Ama bu önemli bir başarısızlık değildi ona göre, güneş parlıyordu / Yeşil suda yiten beyaz bacaklarda; / Ve pahalı zarif gemi görmüş olmalı / Çok şaşırtıcı bir şey, gökten düşen bir çocuk, ama gideceği bir yer vardı geminin, sessizce çekip gitti.”

Önce şunu belirteyim, bir mitosun yontucudan ozana, ozandan ressama, ressamdan yine yontucuya, ondan yine ressama, ressamdan yine ozana yeni yorumlara uğrayarak geçişi bana çok ilginç gelmektedir. Yeni bir konu yaratmak sanatçı için ille de gerekli sayılmamalı. Masal, ona bakışımıza göre, bize istediğimizi verir. Göklere yükselme mitosunun Bruegel'deki ayrıntıları, bakın, bir İngiliz ozanına neler esinlemiştir. Auden, gökten düşen çocuğa o görüntü içinde kimsenin aldırmamasından ürkmüş gibi; bunca önemli bir olay vız geliyor oradaki çobana, köylüye ve kalkan güzel gemidekilere. Ama burada durmuyor ozan, yine resimlere bakarak (ama hangi resimler olduğunu söylemiyor onların), bir işkenceci, işkencesi başında işini görürken, atının, köpeğinin nasıl kendi dünyalarında olduğunu söylemek zorunluluğunu duyuyor. İşte insanlar da çoğu zaman o atla, köpek gibidirler. Burunlarının dibindeki işkenceyi, zulmü, baskıyı görmezler, görmek istemezler, başlarını çevirirler, kendi işlerine dalarlar. Alanı daha genişletirsek, daha büyük karşıtlar bulup şaşırırız; Bir yanda savaş, kıyım, kırım; öte yanda düğün dernek. Yaşam, kuşbakışı, bakılınca, Bruegel'in resimlerinde gösterdiği gibidir. Bu yüzden değil midir onun kalabalıkları resme sokması? Ve bunu, bu inceliği yakalamakla İngiliz ozanı Auden ne büyük bir acıya parmak basmıştır! “Hiç yanılmadı acı konusunda eski ustalar!”

Resme bir daha, bir daha bakıyorum; zavallı İkaros'un yalnızca bacakları görünüyor. Gökten bir çocuk düşmüş, değil mi? Kimse umursamıyor. “Bencillik” mi diyeceksiniz? Yoksa onun yerine, “İnsanlık işte budur” sözlerini mi koyacaksınız? Benim asıl merak ettiğim şu: Baba Bruegel'in ve ondan esinlenerek acıyı olağanüstü bir ustalıkla ortaya çıkaran Auden'in bu sorulara verecekleri yanıt ne olurdu? Onlar bize gerçeği göstermekle mi yetindiler? Başka bir deyişle, yaşamın gerçek panoramasını?

Cahit Sıtkı Tarancı, bir şiirinde, “Tek şikâyet ölümden olsun” demişti. Öyle bir toplum düşlüyordu ki, orada kimsenin yaşamdan bir yakındığı olmayacaktı. Ama ölümü niçin bir yana ayıralım? İkaros boğulurken umursamamayı olağan mı göreceğiz? Yalnız başımıza öldüğümüz doğrudur, biz ölürken en sevdiklerimiz bile yanımızda bulunmak istemezler. Peki, yaşarken de öyle değil mi? Acılara da tek başımıza katlanmıyor muyuz? İş böyle iken “insanın insana ilgisini beklemek düş olmaz mı? Resimdeki çoban düşüp ölseydi, gemi yolundan kalmayacaktı. Herkesin işi var, gücü var.

Ama biz yine de iyimserliği elden bırakmayalım; bencilliği anlayalım, ama onu insancıllaştırmayı onaylamayalım.

Melih Cevdet Anday, 20 Mayıs 1977, Yasak (Mayıs 1978) S.198-203

Resim: Bruegel, İkaros'un Düşüşü ve Peyizaj

(...)


İkaros'un Ölümü


Doğum çoğuldur, ölüm tekil
Mumdandı aç tutkumun kanatları
Uçuyordum sevinç içinde.

Herkes işinde gücündeydi
Yok olmuş damlar ki unuttum.

 

Ve güneşin basamağından döndüm geri
Üfür üfürü uçardı yalnızlık
Zamansızlığın kanadı yalnızlık.

Hiç yıldız doğmadı ben gökte iken
Ne düşlediğimi unuttum.

 

Çift sürüyordu bir köylü iki büklüm
Kalkmak üzereydi ak bir gemi limandan
Denize düşeni kimse görmedi.

 

Herkes işinde gücündeydi
Ve acı çekmeği unuttum.

 

Belleğimde hâlâ gökyüzü dünya
Yüreğin yaban arısı yalnızlık
Yaşantısız daldı yalnızlık.

 

Tükenmiş tutkumun neşeli ağırlığı
Göksel erincimi unuttum.

 

Ölmeden bütün sabahlarımı unuttum
Denize düşeni kimse görmedi
Gökten indiğimi kimse görmedi.

 

Ak bir gemi kalkıyordu limandan
Görmediklerini unuttum.

 

Bölünmemişti tarihsiz gün
Varlığın kanatsız adı yalnızlık
Sudan dışarda kalmış ayaktı yalnızlık.

 

Soyağacına tırmanmıştım putsuz tanrının
Ölümün dilini unuttum.

 

Düşüncem yavaş yavaş giriyordu varolana
Tam bir uygunluk yoktu aramızda
Saydam yağmur gibiydi canlandıran ölüm.

 

Herkes işinde gücündeydi
Olanı biteni unuttum.

 

Yaşadığıma inanılmaz benim
Masal kahramanı gibiyim
Kimse görmeden yittim gittim.


Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yayınları 


 


12 Aralık 2010 Pazar

Keder Üzerine

Bu duyguyu hiç bilmiyorum, ne seviyorum, ne de değer veriyorum. Oysa insanlar sanki her şeyi önceden biliyormuş gibi bir tavırla kedere özel bir yer ayırmayı alışkanlık haline getirmişler. Kederi, akılla, erdemle, bilinçle donatıyorlar. Ne aptalca ve çirkin bir süsleme ! İtalyanlar akıllıca düşünüp ona "kötülük" demişler. Çünkü kederli olmak, her zaman zararlı, her zaman delice bir var oluş tarzı. Stoacılar da kederi alçakça ve korkakça buldukları için öğrencilerine bu duyguyu yasaklamışlardır.

Mısır Kralı Psammenite (1), Pers Kralı Kambiz (2) tarafından yenilgiye uğratılıp esir düştüğünde hizmetçi kıyafetleri içinde su taşımaya gönderilen kızını gördü. Yanındaki bütün arkadaşları sızlanıp ağlarken o gözleri yerde, sakince oturuyordu. Oğlunun işkenceye götürüldüğünü gördüğünde de aynı şeyi yaptı. Ama tutsaklar arasında hizmetçilerinden birini görünce korkunç acısını göstermek için kafasını duvara vurdu.

Bu durum geçenlerde bizim prenslerden birinin başına gelen olayla karşılaştırılabilir. Önce aile içinde şerefli bir yeri olan ağabeyinin, ardından da küçük kardeşlerinden birinin öldüğünü öğrendiğinde örnek bir tavır sergiler, çok sabırlı davranır. Ama birkaç gün sonra adamlarından biri ölünce kararlılığını bırakıp kendini acıya ve kedere verir. Prensin özellikle talihin bu son darbesinden etkilendiğini düşünenler var ama aslında prens öyle kederliydi ki en son gelen küçücük bir darbeyle bir çırpıda yıkılmıştı.

Başka bir karşılaştırma yapmak için bir önceki hikâyeye ekleme yapmam gerekiyor sanırım. Cambyse, Psammenite' e kızının ve oğlunun başına gelenlere neden hiç şaşırmadığını ama arkadaşını o halde görmeye dayanamadığını sorunca Psammenite şöyle cevap verir: "Yalnızca bu son acı, gözyaşlarıyla gösterilebilir, kızımın ve oğlumun acısı ifade edilebilecek herşeyin ötesindedir."

İşte bu yüzden şairler, önce yedi oğlunu, hemen ardından da yedi kızını kaybeden zavallı Niyobe'nin (3) böyle bir acıya katlanamayıp sonunda, başımıza gelen kazalar dayanma gücümüzü aşarak bizi bunalttığında kapıldığımız o sağır, dilsiz, donuk aptallığı ifade etmek için "acıdan taşlaşmış" bir kayaya döndüğünü söylerler.

Aslında acının en uç noktasına ulaşmak için, acının bütün ruhu kaplaması ve ruhun hareket özgürlüğünü elinden alması gerekir. Çok kötü bir haber aldığımızda bu yüzden felç olmuş gibi en ufak bir hareket yapmadan yerimizde kalırız. Hemen ardından kendimizi gözyaşlarına ve yakınmalara bıraktığımızda ruh kendini özgürleşmiş, bağlarından kurtulmuş ve rahatlamış hisseder.

"Acısı en sonunda ses verdi." Virgilius (4)


1) Firavun Amasis' in oğlu. Amasis' in yönetiminden sonra hemen hemen bütün Asya, Perslerin eline geçmiştir. Lidya ve Babylon' u da ele geçirdikten sonra Pelusium' da Mısır ordusuyla karşılaşan Pers ordusu burada da galip gelir. Pers ordusunu engelleyemeyen Psammenite esir düştükten sonra kendini öldürür. Mısır bu tarihten sonra Pers imparatorluğunun basit bir sınır eyaletine dönüşür.

2) Mısır' ı da ele geçirerek (M.Ö. 525) doğudaki fethini tamamlayan büyük Pers kralı.

3)Yunan mitolojisinde Tebai kralı Amfiyon' ın karısı. Homeros' un efsanesine göre Niyobe, doğurganlığıyla övünür, altı kız ve altı erkek çocuğa sahip olduğu için Apollo ve Artemis' in annesi ve Zeus' un karısı olan Leto' dan üstün olduğunu düşünür. Niyobe' nin kibrini cezalandırmak için Apollo erkek çocuklarını, Artemis de kız çocuklarını öldürür. Niyobe çok üzülür, çok gözyaşı döker. O kadar ağlar ki sonunda kayaya dönüşür. Sözü geçen bu kaya Manisa' nın Spil Dağı eteklerinde bulunmaktadır. Uzun saçlı bir kadın başına benzeyen kayada, gözleri andıran bölgeden su sızar.

4) Latin şair (M.Ö. 70-19). Doğayla uyumu ve çalışmayı öven felsefi destan Georgiques ile çağının en büyük şairi olduğunu kanıtlamıştır. Homeros' un İlyada' sından etkilenerek yazdığı Aeneas en önemli eseridir. Eserleriyle bütün Batı edebiyatını etkilemiştir.


Montaigne (Denemeler)
Resim : Velaquez (İspanyol Ressam 1599-1660)

İzleyiciler