20 Ağustos 2016 Cumartesi

Gülen Ada


Kimi insan, para pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da musiki âşığı. Deli Davut ise adalar kara sevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar titrerdi. Tan yeri ağarırken adalarla beraber uyanacağım diye çok geceler göz yummazdı. Gecenin loşluğuyla örtülü duran deniz, rüyasına dalmış derin derin uyurken tan ışığını yüksekten kapan adalar, Arşipel’in o kopkoyu çelik mavisinde sanki şafak parçaları gibi parlar ve Davut’a da uzaklardan göz kırparak koyunlarında bir yeni gün daha yaşayacağını ona, gün doğmazdan müjdelerlerdi. Bunu gören Davut, dünyaya yeni gelmişe dönerdi. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında gerili duran telgraf tellerine rüzgâr değince tellerin uzun uzun “viinggg!” diye inlemesi gibi Davut’un da gönlü, titreye titreye ışığa ve açıklıklara uyanır, gözleri yüreğinde vuran sevinçle harlardı.
Ne var ki Deli Davut, Arşipel’in sayısız adaları arasında -yol uğrağı olmayan, ücra bir yerde- asıl Gülen Ada’nın vurgunuydu. Deli Davut, Gülen Ada’ya doğru fırlarken ada sanki onu karşılamak için denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı sarar hem köpükleri hem de çırpıntılarıyla onu gıdıklardı. Salınan ağaç, savrulan dal ve yapraklarla şakrak ada, delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi. Ne var ki kendi ışığı içinde gizlenen güneş gibi ada parlayan ışığında kaybolur, koca enginde ufuktan ufuğa çınlayan gülüş olurdu.
Adanın ta açıklarından çınlayan gülüşü ile Deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi. Zaten her şey… deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, gök, ne varsa… pembe bir camdan geçen bir bakış gibi o gülüşten geçerek hep şenlenir gülerdi.
Gülen Ada’nın nerede başlayıp nerede bittiği hiç bilinmezdi. Çünkü adanın kıyıları ve bağrı denizaltı mağaraları ve dehlizleriyle oyuk oyuktu. Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, koyun koyuna fırıl fırıl girdaplaşırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar; sonra birdenbire, çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş çağlayanı fırlatırlardı. Sular iç içe gökkuşakları yaparken ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan atarlardı. Sanki edepsiz Pan, su perilerine sataşıp çimdiklemişti ve sanki duyulan çığlıklar onların çığlıklarıydı.
İzmir’in büyük Kaliferni şirketinin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a, “Bana bak! Gülen Ada’yı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sordu.
Deli Davut’un cevap olarak kolay ve geniş bir kavisle havada gezdirdiği eli, sanki adanın sınırlarını dört bucağa fırlatıyor ve adaya, bulunduğu yerden tamamen özgür ve soyutlanmış bir varlık veriyordu. Eksper, “Ada ne yapar? Güldüğünü söylüyorlar. Gerçekten güler mi?” diye sordu.
Deli Davut, “Fırlattığı topu ata tuta yapayalnız oynayan bir çocuk gibi gülüşünü fırlatıp tutarak denizlerde tek başına oynar.” dedi.
Eksper bir motor kiraladı. Kılavuzluk edecek olan Davut’un kayığı da yedekte çekilecekti.
Kocadağ’ın tavrında ve sesinde sahip olduğu otomobillerin, mal ve paraların büyük toplamı sırıtıyordu. İnsan onunla görüşürken bir insanla değil ama otomobillerle, mal ve toprakla ve para kasasıyla konuşmakta olduğunu sanırdı.
Adanın asıl tuhaflığı, adamın adayı değil fakat adanın adamı seçmesi idi.
Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce ada yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saati saatine uymazdı. Burası kararır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır, mavileşir, serap gibi ufka yaslanır, bulut olur yayılır, buğu olur uçar giderdi. Oraya bütün gönül gözlere ve kulaklara toplanarak patırtı yapıp adayı ürkütmemek için usul usul ayakucuna basılarak gidilirdi. Oysa Kocadağ, otomobilinin parasını sayınca otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına, adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyor. Gönül değil, şaka değil, para veriyordu. Ada, Kocadağ’ı görünce tepesine doladığı koskocaman kara bulutu, başına davul kadar kavuk edindi ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesildi.
Motor, adayı kıyılarken adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek Kocadağ’ın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanıyla şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuş tüyü kesileceklerine kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu. Sudan kaçmak için çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Sandal çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. Adanın bağrı hava dolu bir gayda kesilmişti. Her deliği; dağı dağa kavuşturan, diş kamaştırıcı bir cayırtı koparıyordu. Adanın siniri tutmuştu. Ada, yapyalın sertliğiyle sipsivri sokuculuğuyla, kapkanca tırmalayıcılığıyla Kocadağ’ı tekmeledi, tokatladı, tokatladı, tartakladı ve daldı.
Eksperle birlikte gelen ve adayı göklere çıkarırcasına öven badi badi bacaklı iki yazman (kâtip) bu edepsizlik ve terbiyesizliği ada değil fakat kendileri ediyorlarmış gibi sıkılıp büzülüyor; Kocadağ, düştükçe yerden temennalar sallıyorlardı.
Deli Davut, “Ah efendim, bugüne dek hiç de böyle anırmamıştı.” dedi.
Kocadağ, “Ne zoruma? Bu zırıltıyı niye dinleyeyim? Gider de oteldeki fonogramımı çalarım.” dedi. İki yazman da yerden temenna ederek “İsabet buyururlar efendim!” dediler. Bunun üzerine Kocadağ motora binince Davut’u, kayığı ile adada bırakarak çekilip gitti.
Deli Davut şaştı kaldı. Rüzgâr dindi. Sular karardı. Ada geceye kaydı. Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fısıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya sessizlik serpiyordu. Titreyen yağmurun her damlası, ay ışığında ince bir gümüş tel oluyordu. Ay ışığı, buğuda bir ebemkuşağı sallandırdı. Sanki ada, milyarlarca gümüş tellerle gökkuşağına asılı salınıyordu. Ada, gelin kuşağının kavisiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş, gülümsüyordu.
Deli Davut, uykusundaki gülümsemenin halesiyle gökkuşağının çemberini tamamlıyordu. Denize düşen çiğ tanesinin ayrılığını denizde kaybetmesi gibi Deli Davut da adanın ayrılığını yitiriyordu. Gündüz, gülüşe gülüşe gelmişlerdi. Ay ışığında ise aynı gülümseme onları birbirlerine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlar da düşlerinde, döne döne gidiyorlardı…
Cevat Şakir Kabaağaçlı
(Halikarnas Balıkçısı)

Zevrak'la Ebru


Bir makalede kıymetli bir kalemden şu sözler çıkıyordu: «Bir eserin, hayatımızın filan veya filan zamanında okunmuş olması ne kadar mühimdir!» Bence bu kaideyi hayatımızın bütün vak'alarına tatbik etmek îcâbeder. İşte bende de öyle hâtıralar var ki, ancak hayâtımın filân veya filân zamanına ait oldukları için ehemmiyet alırlar.
Zevrak'la Ebru'nun o kadar ehemmiyetle hatıramda kalmış olmaları galiba bu hikmetin neticesidir. Zevrak'la Ebru!.. Bu iki isim bende Leylâ ile Kays isimlerine benzer bir teessür, belki daha samimî, daha derin bir teessür uyandırıyor.
Onları hayatımın en büyük mateminden sonra henüz matemin yarasından akan kanlar taze iken tanıdım. Beni tedaviye muhtaç bir hasta gibi hısımlardan birinin sayfiyesine göndermişlerdi, benim için burası şefkat ve rikkatin tesliyet veren hararetleriyle bir nekahet yeri hükmündeydi. Etrafımda göz yaşlarıma iştirak eden kalblerin arasında acımı uyuşturan bir deva vardı.
Burası, dağ üstünde, büyük bir bahçe ortasında bir sayfiye idi ki, sabahtan akşama kadar güneşin mebzul ziyaları içinde çalkanarak, yahut geceleri berrak bir semâdan üzerine dökülen ziya çağlayanı altında yıkanarak aşağıda mâi sularını dar ufuklara, koyu yeşil dağ eteklerine kadar seren denize karşı, uzun bir hulyâ ile düşünüyor zannolunurdu.
Henüz yirmi yaşındaydım. Henüz aşk ve şiirin insanı dâima aldatan iki yalancı dost olduklarını tecrübe etmemiştim; Lamartine'in ve Musset'in şiirlerini elimden düşünmüyordum ve bunları, Zevrak'la Ebru'nun, bütün dîğer refikleriyle beraber en ziyâde bu iki sevdâlının yanında okuyordum.
Sayfiye sahibinin büyük bir merakı vardı: Güvercin... Bu güzel, zarif, dâima âşık, minimini mahlûklar! Onların yarım saat aşklarına ve saadetlerine şâhid olduktan, bu küçücük mahlûkların küçücük kalbleriyle nasıl sevdiklerini, yaşamak lezzetini ne güzel bir şiir dersiyle etrafındakilere gösterdiklerini görüp hissettikten sonra onların dostu olmamak mümkün değildir.
Sabahleyin, erkenden, henüz sayfiye derin derin nefeslerle uyurken, ben, ayağımda terliklerle yavaş yavaş iner, bahçeye çıkar, henüz üzerlerinden şebnemleri uçmamış otların üzerinden geçerek, ta yukarıya, güneşe tamamıyla maruz olarak yapılmış kümese kadar giderdim.
Güvercinlerin zarif, pek hoş bir evleri vardı: Bir oda kadar, etrafı minimini hücrelerle memlû bir kümes, önünde parmaklıkla çevrilmiş ve tel kafesle örtülmüş, küçük bir bahçe kadar bir tenezzüh yeri, ötesinde berisinde etrafı delikli, ufak kıtada birer havuza benzeyen su kaseleri...
Sayfiyenin uykucularına mukabil kümesin minimini halkı da güneşten evvel uyanmış, dışarıya çıkmış, bahçelerinden, sabah güneşinin feyziyle beraber, küçük havuzlardan yavaş yavaş, dinlene dinlene su içmeğe başlamış bulunuyorlardı. Bütün kümes ferih, mes'ud, şatır bir hayat teranesiyle dolu idi: Gu! Gu!..
Yalnız bu terane zengin bir sevda neşîdesi kadar bütün aşk ihtiraslarına ve heyecanlarına tercüman olacak bir talâkat kesbederdi: Gu!.. Gu!.. O renk renk ipek göğüslerden, o yüzlerce âşık kalbinden çıkan bu garâm ve sevda teranesi kümesi büsbütün inleyen, her teli bir aşk kasîdesiyle terennüm eden azîm bir erganun haline getirirdi. Bununla o minimini yüreklerden ne samimî sadakat yeminleri çıkar, ne müessir sevda lâhinleri dökülürdü! Ben bir köşeye çekilir, bu kümes ahalisinden bazı saygısızlarının tecavüzünden masun tutulmak için parmaklıkta asılı duran iskemleyi alır, otururdum. Onlar artık bu sabah ziyaretlerine alışmışlardı, beni sevinçle dolu gözlerle istikbâl ederlerdi. Daha ben içeri girmeden mesrur bir kanat şakırtısı bütün kümesi bir heyecana boğardı. Onlar, ilk önce biraz uzakça, sonra yavaş yavaş küçük kanat darbeleriyle ince bacaklarının üstünde seke seke yaklaşarak, boyunlarının lâtif inhinasıyle mahabbetli ve niyazlı gözlerini bana dikerek etrafımı alırlardı. Benden her sabah bekledikleri lûtfun yine tekrarını rica eden bu saf gözlerden müteşekkil önümde bir halka irtisam ederdi. O zaman ben, elimi uzatır, yanı başımda yem kutusunun kapağını açar, avuç avuç darı atardım.
Muvakkat bir zaman için beni unuturlar, basmaktan korkar gibi muhteriz adımlarla, o çakşırlı ayaklarının bir buseye benzeyen temâsıyla oradan oraya koşarak taneleri toplarlar, kursaklarının ilk hırsı biraz sükûn bulduktan sonra, esas düşüncelerine, o bitmek tükenmek bilmeyen aşklarına avdet ederlerdi. Gu!.. Gu!.. Erkeklerde ufak bir çapkınlık, sadakate pek muvafık olmayan hafif bir sarkıntılık vardı. Fakat az süren bu karışıklıktan ve hiç bir zaman muayyen haddi aşmayan sırnaşıklıktan sonra çiftler ayrılır, ikişer ikişer karı koca herkes kendi aile saadetine avdet ederdi. Asıl bu ailelerin saadet sahnesi kümesin içinde hücrelerde idi. O zaman çok münâkaşa eden bu mes'ud mahlûkların hücreleri hemen her vakit dolu idi. Kimisinde henüz yatılmaya başlanmış yumurtalar, kimisinde henüz kanatlarına itimat olunmayarak yuvada doyurulan yavrular vardı. Bu çocuk babalarıyla analarını, rikkatten ağlamak arzuları hissederek, uzun uzun seyrederdim. Yuvalarda babalık ve analık silinir ve bu iki sıfat aynı vazifede imtisaf ederdi: Yuvaya hayat vermek... Ana, yemek serpildiğini haber alınca babaya biraz müsaade ettikten sonra yuvasını terk ederek gelir, baba kalabalığın içinde onu hemen fark eder, açlığını unutarak acele bir pervâz ile yuvaya gider, boş kalan yeri işgal eder, ara sıra fedakârlıkta ikisinin arasında bir müsabaka cereyanı görülür, ama yuvadan ayrılmakta gecikirse baba gidip onu çıkmağa zorlar, baba orada lüzumundan ziyade kalmak isterse ana müsaade etmeyerek gelir, zorla yumurtalarının üstüne yatardı. Bana her şeyden ziyade tesir eden bu baba ile ananın yavrularını doyuruşlarıydı, bir dakika kaybetmek istemeyerek acele yerler, koşarak bir iki yudum su içerler, birbiriyle müsabaka ederek yuvaya uçarlar, kendilerini bekleyen minimini pembe gagalara kendi gagalarını takarak kursaklarını, kursaklarıyla beraber bütün canlılarını, bütün mevcudiyetlerini yavrularının kursaklarına boşaltırlardı.
- O! Bu beliğ müessir aile şefkati! Bu aşk, sadakat, babalık analık duygusu, vazife levhaları! Bunlar insanlar için ne güzel dersler teşkil ederler. Aile saadetinin yüksekliğini ne müessir bir lisan ile söylerler!..
Ben burada, bu mesut köşede, hayatı, kendimi, husûsiyle insanları unutarak saatlerce seyreder, düşünür, ruhumun taze elemiyle, insanlıktan çıkarak işte böyle mesut bir güvercin olmak isterdim.
Mesut? Fakat her vakit değil. Onların da insanlar, bedbaht insanlar gibi matemleri, ölüm matemleri, sevda matemleri vardı. İşte Zevrak'la Ebru'nun hatırası benden böyle bir sevda matemi uyandırdı.
Güvercin sahibinin, önüne geçilmez, galebe çalınamaz bir merakı vardı: İkide birde tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden ayırır, Sami'nin erkeğini Kesme'nin dişisine, ötekinin dişisini berikinin erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalarıyla mahfî ve mestur birer zifaf yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebru hedef oldu. Çırpınarak itiraz ettim. Onlar, kümesin en genç, en âşık, en mesut hatta en güzel çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki, bana mağlûp olmak lâzım geldi. Ebru gök mâi bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana bu aşk faciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilan eden bir sesle: «Bakınız, ne güzel yavrular alınacak!..» diyordu.
Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul oluyor, şu hicran devresinde onların biçare mecruh kalblerini hisse çalışıyordum. Zevrak'la Ebru'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin mahremiyeti dairesine tahsis olunan yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek gayretine düştüler: Gök mâi, Ebru'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, yarı, muhteriz taşkınlıklarla Zevrak'ın boynunu gagalıyordu. Fakat ötekiler güya ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile düşünmeyerek, mateme uğramış bedbaht sevdalarına sâkit yaşlar döküyorlardı.
Bir sabah. Ebru'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebru yeni âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebru, sen de, ah, minimini kadın, sen de o sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?
O gün güvercin sahibine anîf bir sesle haber verdim: «Şimdi artık Ebru'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O güldü, ötekini sordu: «Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şüpheli bir sesle: "Şimdilik hâlâ düşünüyor!" dedim.
Bunu şüpheli bir sesle söylediğime ne kadar hata etmişim! Zavallı Zevrak! İşte senin hatırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl hükmedebilirdim ki yeni mâşukanın bütün teslîyetleri, bütün okşayışları neticesiz kalacak, sen haftalarca o sevda faciasının, o hıyanetin matemleriyle yüreğinin yaralarını zehirleye zehirleye, her dakika bir parça daha ölecek, bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan, aldatan saadetlerinden kaçarak, eriyeceksin, biteceksin?..
Evet, Zevrak, teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hatta kafesin ters tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmaya çalışan Ebru'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek hep o köşesinde ıslanmış bir kuş mazlûmiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son nefesiyle gagasını açtı. Bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!.. bile çıkarmadan öldü.

Halit Ziya Uşaklıgil

Sözcükler:
teessür: Üzülme, üzüntü.
hısım: Akraba.
sayfiye: Yazlık ev.
rikkat: İncelik, naziklik.
nekahet: Hastalıktan sonra iyi duruma geçme.
mebzul: Bol, çok.
refik: Arkadaş, eş.
memlû: Dolu.
tenezzüh: Gezinti.
mukabil: Karşılık olarak.
terane: Ezgi, nağme, şarkı.
neşide: Şiir.
talâkat: Düzgün söz söyleme.
kesbetmek: Kazanmak, elde etmek.
garâm: Aşk.
müessir: Dokunaklı.
lâhin: Şarkı.
masun tutulmak : Korunmak.
istikbâl etmek: Karşılamak.
inhinâ: Eğilme, bükülme.
mütüşekkil: Meydana gelmiş, oluşmuş.
irtisâm: Resmi çizilme, resmi çıkma.
muvakkat: Geçici.
muhteriz: Çekingen.
çakşır: Kuşların ayağında bulunan ve süs gibi görünen tüy.
bûse: Öpücük.
avdet etmek: Dönmek, geri gelmek.
muayyen: Belli, belirli.
rikkat: İncelik, naziklik.
beliğ: Anlaşılır.
galebe çalmak: Yenmek, üstün gelmek.
mahfî: Gizli.
mestur: Kapalı, gizli.
mecruh: Yaralı, incinmiş.
tahsis: Ayırmak.
ihsas etmek: Sezdirmek, ima etmek.
bedbaht: Mutsuz, talihsiz.
sâkit: Sessiz, susmuş.
anîf: Sert, kaba.
mâşûka: Sevilen, aşık olunan (kadın).
tesliyet: Teselli verme, avutma.
teverrüm: Verem olma.
fütursuz: Çekinmez, umursamaz.
nigâh: Bakış.



19 Ağustos 2016 Cuma

Ellerimiz Gibi


Hayvanlar konuşmadıkları için
Kimbilir ne güzel düşünürler,
Tıpkı ellerimiz gibi.

Ah, okumaya başlamadan önce
Çiçeklere su vermek lazımdır.
Melih Cevdet Anday

18 Ağustos 2016 Perşembe

Muhacir Kerim Ağa

Beş altı yıl içinde üst üste beş altı kere muhacir olduktan sonra nihayet Orta Anadolu'nun bu ücra köyünde karar kılabilmişti. Aslen Manastırlı idi fakat Üsküp civarı dâhilinde "C..." kariyesinde, çift çubuk sahibi olmuş; orada evlenmiş, orada çoluk çocuk mürüvveti görmüştü. Kerim Ağa, o havalide en geniş arazi sahiplerinden biri idi; ayrıca bir hayli de hayvanatı vardı. Haddizatında gayet açıkgöz, çalışkan ve tutumlu bir adam olduğu için varidatının fazlasıyla bir taraftan da kasabada ticaretle meşgul oluyordu; bu yüzden ta Üsküp'te bile emlak ve akar edindi.

İki kızı ve üç oğlu vardı. Kızlarını kendi gibi iki zengin adama verdi; oğullarının birini tahsil için İstanbul'a göndermiş; diğer ikisini yanında alıkoymuştu. Kendisi henüz ellisine basmadan iki üç kere büyük baba olmak saadetine erdi. Rumeli istilaya uğradığı vakit Kerim Ağa epeyce büyük bir tantana ile oğullarından birinin düğününü yapmak üzere idi. Lakin...

Ah, ne lazım o günleri tekrar tekrar hatıra getirmek; olan oldu, giden gitti. Kerim Ağa ateş ve duman arasında uzun ve meşakkatli bir seyahatten sonra günün birinde kendini İstanbul'da buluverdi. Karısı, kızlarından biri ile damadı ve iki oğlu yanında idi. Diğerleri askerde ve nerede olduğu belli değildi. Damatlarından birisi de zabitti. Ve harp patladığı zaman Selanik' te bulunuyordu.

Askerde bulunan oğlunun şehadeti ve Selanik'te kalan kızının doğurma esnasında vefatı... Ve henüz bu iki darbenin sersemliğinden kurtulmadan harbi-umumî zuhur etti. İki oğlu ile damadı askere gittiler; bunların ortada bıraktığı evlat ve ailenin yükü de ihtiyarın omuzları üstüne çöktü. O bu yükü, harbin sonuna kadar senelerce hiç sesini çıkarmaksızın kemali sükûn ve tevekkülle taşıdı fakat vaktaki o büyük haile diğer damadının ve iki oğlundan birinin daha şehadetiyle nihayet buldu; ihtiyar adam ilk defa olarak bütün mukavemetinin sarsıldığını; bir an içinde on sene daha ihtiyarladığını hissetti.

İşte tam bu sırada idi ki İzmir'i düşmanlar işgal ettiler.

Kerim Ağa evvela yerinden kımıldanmamayı düşündü fakat vaktaki, düşman Manisa'ya doğru uzanmaya, vaktaki Menemen faciaları ağızdan ağıza dolaşmaya başladı; Kerim Ağa, sebebini pek iyi tayin edemediği bir telaşla nesi var, nesi yok yüz üstü bıraktı; karısını, kızını ve kızının çocuklarını aldı, üçüncü bir hicret yoluna düştü. Evvela Balıkesir'e uğradı, sonra Bursa'ya çekildi. İşte son muhacereti Bursa'dan Orta Anadolu'nun bu ücra köyünedir. 

Biçare Kerim Ağa'nın da buraya vasıl olduğu vakit, artık, ağa denilecek bir tarafı kalmamıştı. Riyaset ettiği aile paçavralar içinde idi ve kendisinin ayağında çorap yoktu. Lakin, cebi büsbütün boş değildi. Nitekim, bu köye gelir gelmez ilk işi bir ev ve bir tarla satın almak oldu. Fakat bu artık o büyük servetin en son damlaları idi.

Onu yanan köyün harabeleri içinde ilk gördüğüm zaman sırtını yarı yıkık bir duvarın taşlarına dayamış, dizlerini dikmiş ve gözlerini meçhul bir noktaya saplamış oturuyordu. Bizim yanına yaklaştığımızdan haberdar görünmemiş gibi durdu. Beyaz fakat temizlenmemiş tiftik gibi beyaz saçları, rengi atmış, kenarları yağlı bir fesin altından ensesine doğru sarkıyordu; kıldan örülmüş dizliklerinin yarım yamalak örttüğü bacakları sanki yanmış ta derileri yüzülmüş gibi gözüküyordu:

"Merhaba!..." diye sesleniyoruz. Derin bir uykudan uyanır gibi silkiniyor "Merhaba; safa geldiniz" diyor ve ayağa kalkmaya hazırlanıyor. Biz. "Otur, otur rahatına bak." diyoruz. O, kül rengi ile mavi arasındaki gözlerini bize doğru çeviriyor, hazin bir tebessümle gülümsemeye çabalıyor: "Rahat mı?... Ne rahatı? Zaten kalkacaktım İşim başımdan aşkın!" diyor.

Birden yanımızdaki köylülere sordu: "Bizimkiler nerede?"

Köylülerden biri, eliyle viran köyün taş yığınları üstünden ovayı gösterdi;

"Deha, oradalar... Harman yerinde yanmış buğdayları ayıklıyorlar... "

Bu bahsi geçenler onun karısı ve torunları idi. Kızı, işgal esnasında birçok vahşetlere marûz kaldığı için köyün diğer genç kadınları gibi günlerden beri bir köşede hasta ve bitap yatıyordu. Kerim Ağa kalktı; havaya baktı:

"Allahuâlem, bu gece yağmur yağacak... Mutlaka damın üstünü kapayalım." dedi ve bize dört beş günden beri yaptığı işi gösterdi. Yanmış evinin enkazından dört duvar yapmıştı ve bu duvarların üstüne yan yana henüz kesilmiş kavak sırıkları dizmişti:

"Şimdi," dedi, "Bunların üstüne biraz çalı çırpı koydum ve daha üstüne de biraz toprak ve çamur döktüm mü artık yağmurdan korkmam. Bunları söyleyerek yavaş yavaş bizden uzaklaştı. İşte, bunun üzerinedir ki bize mihmandarlık eden köylülerden biri onun sergüzeştini anlattı, hikâyesinin sonuna doğru:

"Ne oldu ise, buna oldu." dedi; "Hiçbir şey bırakmadılar. Karısının altınlarını, kızının mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını; neleri varsa hep aldılar... Kendisini de caminin önünde 'Çıkar paraları!' diye bir iyi dövdüler; herkes gibi biraz davarı, beş on tavuğu vardı, (...) harmanındaki buğdaylarını yaktılar. Hiçbir şeyini, kurtaramadı. Allah'ın yazısı bu... Herif düşman şerrine uğramayayım diye kalkmış, bilmem nerelerden buralara kadar kaçmış... "

En sonunda bir diğer köylü hakimane başını salladı:

"O senin benim gibi değil..." dedi; "Başını kurtarır. Urumelli bu... Urumelli bu..."

Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Fil Hamdi Nasıl Yakalandı

İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:
“Otuzbeş yaşında, uzun boylu, ikiyüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş ablak çehreli, kahverengi gözlü, “Fil Hamdi” adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük bir dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polis memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahkikat, takibat ve tetkikat sonunda Fil Hamdi’ nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetiniz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yolunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmayarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi’ nin fotoğraf ilişiktir.”
***
Taşra vilayetlerinin birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:
Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi. 
Hııı... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.
Bir resim çıkarır, arkadaşına gösterir.
O değil be Ramazan. O senin resmin ! 
Hıı... Bayramda çektirmiştim. Nasıl! 
İyi ama, acık gülseydin be!... Şu Fil Hamdi’nin resmini bul...
Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır:
Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut? 
O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali... 
Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan !
Mahmut’la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi’nin resmini ararlar.
Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak... 
Bak nasıl bakıyor etrafına? 
Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi !
Şüphelendikleri adamın yanına giderler.
Hemşerim, şöyle dursana...
Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.
Bir de yan dur bakayım.
Ah, benzemiyor bu Ramazan.
Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.
Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.
***
Başka bir taşra vilayetinin Pazar yerinde iki memur konuşuyor:
Ayıp oldu be Şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi’yi yakalayamadık. 
Şu adam olmasın ? 
Belki de odur. Soralım.
Adamın yanına giderler:
Bayım senin adın ne? 
Mustafa...
Birbirinin kulağına:
Mustafa, diyor. 
Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor. 
Aklı sıra bizi kandıracak. 
Bayım, biraz gelir misiniz ?
***
Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor:
Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiç birini beğenmedi. 
Şu bizim komiser de ama müşkülpesent haaa... 
Hişşşt! Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak ! 
O be... Ta kendisi ! 
Ama gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif... 
Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı ? 
Öyle ya... Ama bu esmer, Fil Hamdi kumralmış. 
Dağda, bayırda gezmekten rengi atmıştır. 
Haklısın. Yalnız birader, bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi’nin saçları dökülmüş diye yazıyordu. 
Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peruk takmıştır. 
Ne duruyoruz ? Yakalayalım.
Adama yaklaşırlar.
Adın ne senin ? 
Hamdi...
Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.
Yürü bakalım karakola... Haydi ! 
Ne var ? Ne oldu ? 
Fazla sorma ! Karakolda öğrenirsin.
***
Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis, yoldan geçen bir adam yakalarlar.
Aç ağzını ! 
Ağzımda bir şey yok ki benim. 
Madem bir şey yok, açarsın.
Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar.
Polisin biri öbürüne sorar:
Baksana şu evraka kaç dişi yoktu ?
Öbürü evrakı okur:
Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama..
Polis memuru, adamın dişlerini sayar:
Bir, iki, üç... dört... Oynama be. Şaşırttın... Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi dört... yirmi dört dişi var. 
Yirmi dört mü? Kaç dişi eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun ? 
Sekiz... 
Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektirmiştir. 
Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok... 
Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu ? 
Yazmıyor, unutmuşlardır. Bu canım, bu... Ta kendisi... Köpek dişine baksana, altın kaplama... Bayım, gel bizimle beraber. 
Nereye ? 
Karakola ! Yürü !...
***
Taşra vilayetleri Emniyet müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu.
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın yeter olup olmadığının, araştırmaya devam edip etmeyeceğimizin emir buyrulmasını saygı ile rica ederim.”
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi’ler sevkedilmiş olup, gözden ve peyderpey sevkedileceğini saygı ile arz ederim.”
***
İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:
“Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi’lerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim.”

Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.

Aziz Nesin,  Fil Hamdi adlı kitabından


Asfalt Yol

Bir köy öğretmeninin notlarından

İstasyondan kalkıp vilayet merkezine giden kamyon, iki saat kadar sarstıktan sonra, beni gideceğim köye ayrılan yolun başında bıraktı. İki adım bile atacak hâlim yoktu. Çantamı yanıma koyarak, kenarlarından otlar fırlayan bir taşın üstüne oturdum. Kafamdaki uğultuyu dinlemeye başladım.


İçi tozla karışık ter kokan kamyon dünyanın bu en bozuk yolunda bizi birbirimize vura vura sersem etmişti. Birdenbire duraklamalar, bir çukura yuvarlanır gibi sarsıntılar, bana nerede olduğumu bile unutturmuş ve beni karanlık bir rüya dünyasına atmıştı. Şimdi oturduğum taşın üzerinde bu rüyadan silkinmeye çalışıyordum. Gideceğim köyü şoför göstermişti. Burası oturduğum yerden yarım saat kadar uzakta, külrengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine külrengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.

Belki bir saat oturduğum yerde kaldıktan sonra yavaşça ve sallanarak doğruldum. Küçük çantamı yerden alıp yürümeye başladım. Kendim köylü olduğum ve bizim köylülerimizi iyi tanıdığım için içimde yabancı bir yere gidiyorum hissi yoktu, ilk vazifemde muvaffak olacağıma emindim.
Akşam olmaya başlamıştı. Köye yaklaşınca ortalığı büsbütün bir kızıllık kapladı. Kırmızı bir deniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkır otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.
Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün önünde, sac üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleşen yalınayak çocuklar canlandı.

Sokaklarda daha evlerini bulamamış birkaç inek kuyruklarını kalçalarına çarparak yürüyor ve ara sıra böğürüyordu. Bu öyle bir böğürüştü ki uzun uzun düşündükten sonra söylenen derin manalı bir söze benziyordu.
Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy yaşayan, çalışan bir mahluktur ve bu koku onun ter kokusudur. Dünyada hiçbir koku beni bu kadar saramamış, kafamdan birbiri arkasına bu kadar çok hatıralar yuvarlayıp geçirmemiştir.

Kahvenin önünde birkaç ihtiyardan başka kimse kalmamıştı. Beni görünce yerlerinden kalkmadan baktılar. Yanlarına gidip oturdum, kim olduğumu anlattım. İçlerinden biri muhtarmış. Benden önceki öğretmen gideli altı ayı geçtiğini, o zamandan beri okulun kapalı durduğunu söyledi:

"Daha harmanların hepsi kaldırılmadı. Çocuklar okula falan gelmezler. Beş on gün oturup dinlenirsin!" dedi.

Çocukları toplamak, dersleri yoluna koymak pek güç olmadı. Köylüler kendi dilleriyle konuşanları anlamakta gecikmiyorlar. Şimdilik hiçbir şeyden şikâyetçi değilim. Yalnız bir yol meselesi var ki bunu kendime iş edindim ve aylardır uğraşıyorum. İlk geldiğim gün kamyonda canımı çıkaran o yol, meğer bütün vilayetin en büyük derdiymiş. Herkes mahsulünü, yolcusunu bunun üzerinden geçirmeye mecbur. Başka yol yok ve buna da yol demek için pek bol keseden atmak lazım. İşin garibi, vilayet merkezini altmış kilometre uzaktaki demiryoluna bağlayan yol da bu!.. Herhâlde daha mühim işler bunun yapılmasını bu kadar geri bırakmış. Ben hem bizim köyden hem de başka köylerden vilayete müracaat ettirdim; yolun yaptırılmasının ne kadar lazım olduğunu dilim döndüğü kadar anlattım. Uzun dilekçeleri hükümet memurları pek okumazlar diye her fikrimi ayrı bir dilekçeye yazarak bunları ayrı ayrı köylerden verdirdim. Böylece hepsi okunmuş olacak. Yolun yapılmasında köylünün nasıl yardımı olacağına dair de birçok fikirler ileri sürdüm. 

Geçenlerde şehre gittiğim zaman maarif müdürü bana biraz tuhaf muamele etti. Kızıyor da kızdığını belli etmeyip alay etmeyi tercih ediyor gibiydi. Neden diye merak ettim. Sonra laf arasında:

"Siz okul dışındaki işlerle de uğraşacak vakit bulabiliyorsunuz galiba, talebeniz pek mi az?" dedi.

"Az değil ama o da vazifem değil mi?" diye cevap verdim. Alaycı gözlerini üstümde gezdirdi. Bir şey söylemedi. Sonra dışarıda, kahvede arkadaşlardan duydum. Maarif müdürü bana kızgınmış. Ben köylülere Teşkilatı Esasiye Kanunu'nu okumuş, anlatmıştım. Kadastro'da işi olan bir köylü bir dilekçe vermiş, bir müddet sonra da cevap istemiş. Ne cevabı, denince: "Basbayağı cevap vereceksiniz! Mecbursunuz! Kanun var!" diye dayatmış. Sormuşlar, araştırmışlar, kanunu benden öğrendiğini anlayınca maarif müdürüne şikâyet etmişler.

Hele bu yol işiyle bu kadar uğraştığıma kızanlar pek çok. Bir alakaları olduğundan değil, iş olsun diye kızıyorlar. Benim öğretmen olduğum köyde oldukça zengin bir Rüstem Ağa var. Şehirde arabacı dükkânı işletiyor, yaylıları, kağnıları tamir ediyor. Bunun dilekçe veren köylere gidip benim aleyhime sözler söylediğini duydum. Pek şaşmadım. Bütün teşebbüslerden henüz bir şey çıkmadı. Ara sıra bu işin arkasını bırakacak oluyorum. (Çünkü hükümetteki, hele nafıadaki memurlar benimle açıktan açığa alay ediyorlar.) Fakat akşamları köyde, istasyondan dönen arabaların, kağnıların ve zavallı hayvanların hâlini görünce içim acıyor. Kendi kendime: "Başladığın işi yarıda bırakma iki gözüm, sana yakışmaz !" diyorum.

Ne de uzun muameleleri varmış böyle şeylerin. Vilayet konağında bizim dilekçelerin girip çıkmadığı oda kalmadı. Köylüler bile benim bu gayretime şaşıyorlar. Onlarda da bu işin sonu çıkacağına dair bir ümit yok.

Hâlâ bir şey çıkmadı... Galiba bu yolu yapmayacaklar. Köylü de bana yardım etmiyor. Pek ölü mahluklar... Belki de pek akıllı mahluklar da boşuna yere uğraşmak istemiyorlar, içimde hiç şevk kalmadı. İnsana birkaç kelime ile cevap verseler yine neyse fakat ne evet ne hayır!.. Sanki bu dilekçeleri ses vermez bir derin kuyuya atmışız.

Akşamları köyün yanı başındaki sırta çıkarak uzakta tozlara bulanıp uzanan yolu seyrediyorum. Bazen tozdan bembeyaz olmuş ve üstüne sepetlerle denkler sarılmış bir kamyon görünüyor, bir bataklıkta dizlerini kaldırıp indirerek yürüyen bir insan gibi ileri geri sallanarak, yıkılacak gibi olarak ağır ağır ilerliyor. Bu o kadar üzücü bir manzara ki tekniğin en son ifadelerinden biri olan bu makine ile dünyanın bu en iptidai yolunun mücadelesini görmemek için insan gözlerini kapıyor. Bazen koşup yolu avuçlarımla düzeltmek, orada hiç olmazsa beş on metrelik bir yeri bir "yol" hâline koyarak kendi hisseme düşen vazifeyi yapmış olmak istiyorum.

Bizim iş birdenbire canlandı. Geçenlerde şehre büyüklerimizden biri gelmiş. Otomobili ne kadar rahat da olsa bu yol yine kendini hissettirmiş olacak ki bir laf arasında valiye bundan bahsetmiş, vali de hemen atılarak: "İlk düşündüğümüz şeylerden biri de budur, hemen bu sene yaptırmak istiyoruz, projeleri hazırlanıyor. Hatta asfalt yaptırmayı bile düşünüyoruz... Acaba bu yol asfalt olsa şehrimizi sık sık şereflendirir misiniz?" demiş.

O büyük zat da:

"Gelirim tabii... " diye cevap vermiş.

Bunun üzerine asfalt meselesi aldı yürüdü. Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor... Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.

Fakat bu sessizliğin aksine olarak bu sefer de iş pek yaygaraya verildi. Vilayetin, yemek listesi büyüklüğünde haftalık gazetesinin yarısını asfalt şose havadisleri dolduruyor. Köyde de itibarım artar gibi oldu. Bizim köylülerin insana muamele edişleri zaten barometre gibi.

Bence bu yolu asfalt yapmaya şimdilik hiç lüzum yoktu. Üç dört misli fazla masraf edileceğine, bu para daha lüzumlu yerlere harcanabilir ve buraya, kendimize göre bir yol, temiz bir şose yeterdi. Fakat belki başka bir düşündükleri var. Belki her şeyin son derece mükemmel olmasını istiyorlar. Bu kadar büyük işlere aklım ermez. Bir yol olsun da paramız varsa isterse halı da döşetilsin...

Vali Ankara'ya gitmiş. İnceleme yapan mühendisler yolun yarım milyona çıkacağını söylemişler, hâlbuki vilayet bütçesi 350 bin lira... Bu parayı bulmak için bankalara müracaat edilmiş, onlar da Maliye Vekâleti'nin kefaleti olmadan para vermemişler, Maliye Vekâleti de Meclisten izin almadan kefil olamazmış, özetle karışık işler vesselam. Vali bütün bunları yoluna koymak için gitmiş... Adamcağız bu yol meselesini kendine iş edindi. Meclisi Umumiden tahsisat almak için bir nutuk vermiş, vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Kendisini bu yol işine dört elle sarılmaya sevk eden, o büyük zatın işareti olduğunu söylüyor ve onun yol yapıldıktan sonra daima geleceğini vaat ettiğini hatırlatıyor. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için. Her ne ise bu yol işinde bir damlacık tesirim olduysa ne mutlu bana.

Yolun yapılmasına başlandı bile. Bankalardan borç alınmış, bilmem kaç senede ödenecekmiş. Borç taksitlerine karşılık olmak üzere hastane tahsisatından biraz kırpılmış ve önümüzdeki sene maarif kadrosu biraz kısılacakmış. İşin buraya varacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha ortada bir şey yok. Vakitsiz telaş etmeyelim. Para bulmak isteyince maariften önce akla gelecek çok şeyler var. Mesela vali çok alakadar olduğu bu yol meselesi için şimdilik vali konağı yaptırmaktan vazgeçebilir...

Yol ilerliyor, bizim köye ayrılan köşede de hararetli çalışmalar var. Silindirler gelip gidiyor ve alacalı bulacalı bir sürü köylü amele karıncalar gibi çalışıyor. Bu çalışma akşam geç vakte kadar sürüyor, sonra kenardaki çadırlara çekilip yatıyorlar. Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş. Şafakla beraber tekrar faaliyet başlıyor. Bizim köyden de amele yazılanlar var. Beş on kuruş kazanıp vergi borcunu ödeyecekler. Bunlar geceleri köye dönüyorlar ama pek bitkin bir hâlde. Müteahhidin başlarına diktiği memur ekmek yemek için bile on dakika zor izin veriyormuş.

Bizim köylü önceleri pek lakayttı fakat taş döşenip asfalt işi başlayınca hepsini bir merak sardı. Kocaman kazanlarda kaynatılıp sonra yerlere dökülen bu kara şeyin üzerinde yürünebileceğini, hele kamyonların ve arabaların geçeceğini pek kabul edemiyorlar. Tarlaları bu tarafta olanlar akşamları dönerken yolun kenarındaki hendeğe çömelip silindirin ileri geri gidişine bakıyorlar ve tanıdıkları amelelerle aldıkları yevmiyeler hakkında konuşuyorlar.

Yol bitti. Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına ağaç da dikeceklermiş. Enfes bir şey doğrusu. Bütün vilayet halkının buradan nasıl akın akın geçeceğini, nasıl kolaylıkla, kayar gibi istasyona varacağını düşündükçe içimde bir şey hopluyor. Yolun sağlamlığı hakkında dedikodular var... Müteahhit adamakıllı vurdu diyorlar. Fakat herhâlde dedikodudan ibaret. Bu dehşetli güzel manzaranın karşısında insana nasıl fena düşünceler gelebilir, şaşıyorum.

Bugün ömrümün en mesut günü idi. Şehrin kenarında taklar kurulmuştu, bütün memurlar resmî elbiselerini giyip gelmişler. Hususi muhasebe müdürü bile, bej pardösüsünün üstüne silindir şapkayı oturtmuş, "1.55" boyu ile ön tarafta yer almış. Ben de bir kat elbisemi silip ütüledim ve öyle geldim. Maarif müdürü ters ters bakıyor ama, ne derse desin, bir gün köyden ayrılmakla kıyamet kopmaz ya... Bu yol bir parça benim eserim demektir... Halk ve köylü uzaktan seyrediyorlardı, yanlarına gittim, konuştum, sevincimden herkesi kucaklayacağım geliyor. Yerime döndükten sonra aklıma geldi, köylülere, yakına gelmeleri için işaret ettim. Bu yol herkesten evvel onların demektir. Birkaç tanesi ilerleyecek oldu, jandarmalar bırakmadı, ben de sesimi çıkarmadım ama neşemin yarısı kaçtı.

Vali uzunca bir nutuk verdi, sesi pek gür olmadığı için iyi işitemedim, yalnız kulağıma: "Cumhuriyet, bayındırlık... Rehberlerimiz... Her şey halk için..." sözleri geldi. Birkaç kişi daha, kısa sözler söylediler. Kurdele kesildi, önde valininki olmak üzere, bir otomobil kafilesi hızla ileri atıldı. Arkasından memurlar beş on adım yürüdüler, herkes ayağını asfalta alıştırır gibiydi. Köylüler belki acemiliklerinden, belki de bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar ve büyük gözlerle ortaya, üzerinde taze otomobil lastiği izleri ıslak ıslak parlayan asfalta bakıyorlardı.

Her şeye rağmen köye muzaffer bir kumandan gibi döndüm.

Yolun açılışının onuncu günü nafıanın fen memurları vilayete bir rapor vermişler. Kağnıların ve öküz arabalarının hatta diğer arabaların da asfaltı şiddetle tahrip ettiğini bildirmişler. Bunda yolun pek sağlam olmamasının de tesiri olacağını hiç ağızlarına almamışlar, hâlbuki yalnız kağnıların değil, biraz yüklüce kamyonların geçtiği yerlerde bile çukurlar kalıyor ve yer yer bozukluklar görülüyordu.

Vilayetçe telaşa düşmüşler. Daha parası ödenmeyen yolun, o büyük zat şehri bir kere bile şereflendirmeden on beş gün içinde eski hâline dönmesi tehlikesi karşısında hemen toplanmışlar ve lastik tekerlekli olmayan nakil vasıtalarının asfalt yoldan geçmelerini men etmeye karar vermişler.

Köyde bu havadise kimse inanmak istemedi fakat birkaç köylü jandarmalar tarafından durdurulup kağnılarını yoldan çıkarmaya, çamurlu tarlalardan geri dönmeye mecbur edilince herkes işin ciddi olduğunu anladı.

Bu yasak pek ağırdı. Yol iki dağ arasındaki bir boğazdan geçtiği için, şimdi istasyona gitmek isteyenler bu dağı dolaşacaklar ve tam altı saat ziyan edeceklerdi. Bir yere toplanıp bir çare düşündüler fakat ne jandarmalara karşı koymaya ne de kağnılara lastik tekerlek taktırmaya, şimdilik imkân yoktu.

Altı saat daha fazla süren ve eskisinden birkaç defa daha berbat olan bir yoldan gidecekler, dağın arkasından dolaşacaklardı...

Hiçbirisi artık benimle konuşmuyor, hepsi bana düşman gözlerle bakıyordu. Bir gün akşamüstü muhtar geldi:

"Oğlum!" dedi, "Biz senden şikâyetçi değildik ama bu yol meselesi işi değiştirdi. Köylü başımıza gelen bu derdi senden biliyor ve söz dinlemiyor. Birkaç keredir seni dövmeye hatta daha ileri gitmeye kalktılar, ben önüne zor geçtim... Başka köylerde de senin düşmanların çoğalıyor. Bir gün başına bir iş gelir. İyisi mi, güzellikle buradan git. Darılma, gücenme, hakkını helal et !"

Ben de bunu düşünmüyor değildim. Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgâr bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak çıktım yürüdüm.

Sabahattin Ali

Hallaç

Vapurdan çıkarken onu fark etmiştim. Omzundaki dikkatimi çekmişti. Her zaman yanılırım: O omzundaki şeyi bir musiki aletine, bir eski zaman okuna benzetirdim de... Hallacın kirişiydi. Yine öyle oldu. Görmediğim, bilmediğim bir musiki âleti ile hallaç kirişini birbirine karıştırıp eski romanlarda resimlerini gördüğüm seyyar mızıkacılardan hallaca, hallaçtan seyyar mızıkacılara bir saniyede gidip geldim... Yaz yeni başlamıştı. O gün ilk sıcaktı. Vapur bekliyorduk. Gelen vapurdan iskeleye öyle insanlar indi ki, her gün İstanbul kazan, ben kepçe dolaştığım halde onlara rastlamamıştım. Kimlerdir? Ne iş yaparlar? Nasıl yaşarlar? Nerede otururlar? Ne dertleri var? Şu, uzun saçlı bir keman hocasına benzeyen adam kim olabilir? Bu, Harbi Umumi ihtiyat zabiti halini muhafaza eden kıranta adam o zamandan beri ne yapmıştı ki, hiç değişmemişti? Üstünden başından, bıyığından, saçından hâlâ bir Enver Paşalık akıyordu.

Vapurdan benim alâkamı çekecek, üzerinde üç dakika meraklanacağım hiç kimsenin çıkamadığı günler olur. Ama böyle günler vapurdan çıkanların üzerinde düşünmek istemediğim günlerdir.. O gün öyle bir günümdü.. Hiçbir yüzde düşünemiyorken, hallacın kirişinden bir Orta Çağ ok atıcısına, oradan harp çalan mızıkacılara, oradan da bir ok hızı ile nur yüzlü kirişin sahibine kafam takıldı. Kısaca boyluydu. Ayağında lâcivert Karamürsel kumaşı bir potur vardı. Ceketini sırtına atmıştı. Sarı zeminli, küçük küçük kırmızı çiçekli gömleğinin yalnız boğazına tesadüf eden düğmesi ilikli, ötekiler açıktı. Aradan beyaz kıllı kırmızı göğsü gözüküyordu. Yanımdan geçerken öyle iki açık mavi göz gördüm ki, içim sevinç içinde kaldı. Şu dünyada daha tertemiz mavi gözlü bir Hallaç Baba vardı. Belki yetmişini aşmıştı. Çevik bir yürüyüşle yürüyor, geniş kocaman tırnaklı elleriyle hâlâ tokmak sallıyordu. Hâlâ dünyadan ümitliydi.. Akşam üstü güneş battıktan sonra tepemizde kalan gökyüzü renginde mavi gözleriyle dünyamızda namuslu Hallaç Baba masalını gezdiriyordu. O masalı hatırlamıyorum. Yalnız bir ses duyuyorum: Dız dız da, dız dız!.. Vapurdan çıkan ötekilerin, bütün vapur bekleyenlerin küçük büyük bütün günahları kimin başına olursa olsun, ben Hallaç Baba'nın hafifçe kambur uzaklaşıp gidişiyle hemen hemen birdenbire çocuklaşmış, günahsızlaşmıştım. O gün sıcak bir gündü ..

Pamuk, yün şilteler attırılacak; pamuk, tokmağı yiyip de kenara yığıldığı zaman, bulutları hatırlatacak. Akşam olacak, Hallaç Baba saçlarında pamuk kırıntıları, üstünde yün kokusu vapura binecek. Kasımpaşa'daki evine dönecek. Kuyudan su çekecek. İhtiyar karısı pırıl pırıl kalaylı maşrapa ile ona su dökecek. Hallaç Baba yüzünü yıkayacak. Bıyıklarını sıvazlayacak. Ağzını çalkalayacak. Allaha şükredecek... Yün şilteler, pamuk şilteler, yastıklar, pumba yastıklar... Her evde atıldığı gibi, arada bir sizin evde de şilteler atılır. Bir akşam yorgun, belki de canın sıkkın eve dönersin. Bir de bakarsın ki, yastığın davul gibi şişmiştir. Karyolan beyaz tombul, gebe bir kadın kadar iki canlıdır. Uyku nereden gelir bilinmez. fiu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor. Ama yatağın atılmış diye içinde hafif, kuş tüyü bir sevinç vardır.

O gün ne güzel bir gündü! Deniz ne serindi! Ne güler yüzlüydü sandallar, çocuklar, kadınlar!... Sanki kimse kimseye bütün gün sövmemişti... Dünya yüzüne bir tek kötü lakırdı, kötü hareket, kötü düşünce o gün için -o günün başı için- insan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamış gibi bir akşam oldu.

Ben her zamanki gibi kimsesiz pazarımı bitirmiştim. Hayatımdan memnundum. Hayattan da memnundum. Her şey ışıl ısıldı. Her şey mavi, akşama doğru kırmızı, sonra lâcivert oldu.

Bugün kimse ölmesindi. Bugün döğüş edilmesin, bugün kimse ağlamasındı. Akşama doğru vapur iskelesine gittim. Daha vapura vakit vardı.. İki çocuk iskelenin parmaklarında cambazlık yapıyor, bir adamla minimini bir kız çocuğu elleri balık pulu içinde, balık avlıyorlardı.. İskelenin, hiç çırpınmayan bina gölgeleri düşmüş denizi Monako Prensi'nin akvaryumu gibiydi. Güneş balıklarını lipsoslar, lipsosları mezit balıkları kovalıyordu. Köyden güneş çekilmişti. Yalnız iskelenin yarısını, yaldızlı bir ışıkla yakıyordu.

Onu tarifelerin asıldığı siyah tahtanın dibine çömelmiş gördüm. Yüzü kıpkırmızıydı. Bugün iyi çalışmış olacaktı. Yüzünde, iskeleye inerkenki pembelik kalmamıştı. Çok kanlıydı. Mavi gözleri uçuk, korkuluydu. Yanında durdum. Yüzüme baktı:

- Yorulmuşsun Baba, dedim.

- Yoruldum, dedi. Hiç yorulmazdım. Bilmem nasıl oldu ?

- Sahi mi Baba?? dedim. Hiç yorulmaz mıydın ?

- Tam 78 yaşındayım. Hiç yorulmamıştım.

- Allah daha ziyade etsin! Olur bazan insan.

- Yok, olmaz, dedi. Ben yorulmazdım.

- Ben hiçbir iş görmedim. Yine yoruldum. Olur böyle şeyler ?

- İşsizlik insanı yorar, dedi.

Mavi gözlerini yine gözlerime dikti. Hafifçe kanlıydılar. İhtiyar hallaç, çok derinden bir nefes aldı... Ben yine:

- Olur böyle şeyler, dedim.

- Evet, dedi, demek oluyormuş.

- Karadenizlisin değil mi baba ?

- Evet, Karadenizliyim.

- Bugün çok mu şilte attın ?

- Bilmem ki, dedi, çok da değildi. Sanki bir günah işlemiş gibi:

- Ama Allah bereket versin !

Bilmem daha ne sordum, o ne cevap verdi. Aradan günler geçti, unutmuşum. Çalışmaktan, Allah'tan, duadan, şilteden, pamuktan, yastıkla yorgandan, yorganına göre ayağını uzatamayandan, bir şilte bulamayandan, şiltede yatmaya alışık olmayandan söz açmıştık. Sonra o da yorulmuştu, ben de. En son:

- Vapura daha çok var mı ??... demişti.

- Altı buçukta, Baba.

- Saat kaç ?

Gitmiş, saate bakmıştım: Altıya yirmi vardı.

-Altıya yirmi var, demiştim.

Kafasını iskele binasının aşı boyaları ellere, elbiselere çıkan duvarlarına dayamış, şiltelerin, pumba gibi şişmiş yataklarında bu akşam için hafifçe uykuları kaçacak, yerlerini yapmağa, itiyatlarını bulmağa çalışacakların tozu, dumanı, kiri, mikrobu sinmemiş mavi gözlerine titrek, âdeta şeffaf, açık çürük renkli, damarlı bir göz kapağı indirmiş, Hallaç Baba uyumuştu.

Ben yürüdüm gittim. Rıhtımda bir aşağı bir yukarı dolaşanları seyre müsait bir iskemlede düşünceye daldım. Birdenbire iskele tarafından birtakım sesler geldi. Oraya bir kalabalık toplandı. Merak ettim. İskeleye vardım ki, Hallaç Baba, sarı, gömleğini yuvarlak, kocaman tırnaklarıyla koparıyor, kesik kesik soluyordu.. Etrafına insanlar toplanmıştı. Mavi gözleri korkudan büyümüştü. Yüzü morarmıştı. Gömleğini ara sıra bulamayan tırnakları, göğsünün beyaz kıllarını koparıyordu. Durmadan:

- Ölüyorum .. Ölüyorum .. Ölüyorum ... Allah! Allah!.. Diyordu.

Bir ara mavi gözleriyle yüzüme baktı. Bilmem tanıdı mı? Yoksa beni doktor mu sandı ?

- Doktor?. dedi.

Eczahaneye koştum. İhtiyar belediye doktoru ağır ağır, isteksiz beraber geldi. Yolda:

- Kalp krizi olacak, dedi, çok mu ihtiyar ?

- 78 yaşındaymış doktor, dedim.

- Öyle ise gidiyor, dedi...

Biraz adımlarını sıklaştırdı. Hallaç'ın yanına vardı. Nabzını tuttu... İhtiyar hâlâ kendindeydi. Mavi gözleri sanki susmuşlardı... Doktora ümitle, ümitsizlikle hâlâ insanca bakıyorlardı.

- Doktor ölecek miyim?? Ölüyor muyum?? İğne yap bana doktor... diyordu.

Birkaç defa daha Allah'ı andı. Sonra sustu. Mavi gözleri açıktı. Ama artık insancasına bakmıyorlardı. Yüzü şimdi yer yer sapsarı, soluk, yer yer mordu. Üç dört kişi karga tulumba, yakaladılar. Eczahaneye götürdüler.. Sanırım bir kâfur kokusu duydu. Büyük bir korku, bir ter alnını, gözlerini kapladı. Ben çekildim. Hallaç Baba on beş dakika sonra ölmüştü. Gittim baktım. İlâçların yapıldığı, sıra sıra kutular, etiketler dizili, yaz günü serin eczahane kokan imalâthanede gözleri küçük havanlara dikili yatıyordu. Mavi yüzü, âdeta korkusuzdu. Rum eczacı gözlerini kapadı. Bitmişti her şey. 78 senelik dız dız durmuştu.

İhtiyar belediye doktoru, sanki genç olsa kurtaracakmış gibi:

- Çok ihtiyardı, dedi.

Ertesi gün iki delikanlı gelip, babalarını eczahaneden aldılar. Pembe pembe yüzlü, kocaman başlı, maviş maviş gözlü çocuklardı. Küçüğü :

- Uyyyy baba! diye ağladı.

Şimdi her sene şiltelerimizin mikrobunu, tozunu bu al yanaklı, kocaman kafalı, kalın dudaklı çocuklar yutmaktadır. Vapurdan günlerden bir gün, bir harp, bir de köpekle seyahate çıkan iki öksüz çocuğun romanını bana hatırlatan Hallaç Baba'nın. bütün varını yoğunu babasının ölüsünü götürecek motore harcamış çocuklarından ikisi iner.

Sait Faik Abasıyanık 

17 Ağustos 2016 Çarşamba

Misafir

Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de çocuk... Dört can... Şimdi her gün iki okka ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sıkışmaya mecbur oldu.

Ne havsalası geniş, ne saygısız, ne vurdumduymaz misafirdi bunlar... Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuzdan, ne kinayeden... En açık istiskallere karşı ''sinik'' bir tebessümle mukabeleden hiç sıkılmıyorlardı.

Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Hane sahibi İzzet Efendi ise işretin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, musalli bir zat...

Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük bir şişe, ötekinde kâğıda sarılı birkaç zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara kadar ağır ağır ziftlenir. İzzet Efendi' yi yemeğe bekletir. İçtikçe zevzeklenir. Dinletir, dinletir. Zavallı adamcağızı bitahammül bırakır, sıkıntıdan öldürürdü.



Beş altı akşam bu işkenceye tahammülden sonra nihayet hane sahibi bir gece dayanamadı. Açık bir suratla

- Efendim, bu olur mu ? Her akşam cebinizde rakı ile geliyorsunuz... dedi.

Yüzsüz misafirin bu haklı itirazı hemen diğer suretle tefsire atılarak

- Efendim misafirperverliğinizin cidden mahcubuyum. Çoluk çocuk ailece efendimize kaç gündür bâr olup duruyoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de onu da mı size aldırtayım efendim ? Lütufkârlığın bu derecesiyle her türlü büyük bir cömertliğin fevkıne çıkıyorsunuz. Yok artık bu kadarcığına müsaade buyurunuz. İçki masrafımı olsun kendim edeyim...

Deyince, misafirin bu pek nikbinane tefsir ve telakkisine karşı hayretlere düşen ev sahibi maksadı böyle demek olmadığını izah için birkaç söz kekelemeye uğraşmış ise de birbirine taban tabana zıt bu anlatışla anlayış arasında hakikat zayi olup gitmişti.

Halil Efendi Anadolu Kavağı'nda ufak bir memurdu. Ailece düştükleri sıkıntıya bir çare bulmak için ırgat pazarında tasarruf ettikleri bir dükkânı vefaen devrederek biraz para almak üzere İstanbul'a gelmişlerdi. Gazetelere ''Nakidiniz varsa işletelim. Yoksa teminat üzerine pek ehven şeraitle istediğiniz kadar hemen para verelim'' tarzında ibareler ve türlü namlarla ilanlar vererek müşteri celbeden idarehanelere Halil Efendi hep birer birer başvurdu. Bu işleticilerden çoğunun borçluların canlarına işlettiklerini anladı. En uygun şartla işi bitirinceye kadar İzzet Efendi ailesi nezdindeki misafirlikleri zorunlu uzayacaktı.
***
Bir gün hane sahipleri bir odaya toplandılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra bu müziç misafirlerden kurtulmak çarelerini aralarında müzakereye giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki:

- Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum... Bin türlü sıkıntılar, fedakârlıklar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, sakladığım öteberiden tane kalmayacak... Böyle günde tencere doluları yemek pişiyor, yine doymuyorlar. Yarabbi şükür dediklerini işitmedim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden ziyade yiyorlar.

Zarafet -Nesine maşallah hanımcığım, boğazlarına kurt düşsün... Sakın kilere bakma yüreğine iner. Ne sağyağı kaldı ne zeytinyağı... Ne pirinç, ne şeker... Ne fasulye... Kiler tamtakır oldu. Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar, bu iki obur yumurcak doymaz. Tencereler daha ateşte iken karşıma dizilip de ''Dadı yemek pişti mi ? Acıktık. İçimiz bayılıyor. Körükle körükle de çabuk pişsin...'' deyişlerini bir işitseniz kendinizi zapt edemezsiniz. Bazen öfke benim de tepeme çıkar, bağırırım. Haydi bakayım oradan. Ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çekiniz arabanızı. Şimdi sizi bir güzelce körüklerim ha!.. Bir gün arkalarından ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat etti. A çekilir mi bu ? Kaç defa daha soğumadan imambayıldının içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor emiyor. Tekrar, yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tos tombay oldular. Anaları karı semirdi. Beti benzi yerine geldi. Odalarına çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin önünde türkü söylüyor... Bitişikte ağır hasta var... Ne saygısız maymun... Bütün sahanlara, tabaklara, rakı kokusu siniyor... Ben işret sevmem övvv... Ya onlar... Ya ben. Bunun bir çaresine bakınız...

Evin kızı Cezalet Hanım dışarıya kulak kabartarak

- Dadı yavaş söyle... Merdiven başında bir pıtırdı var... Karı geldi galiba bizi dinliyor...

Zarafet köpürerek

- Umurumda değil, dinlesin... Korkum yok. Ben ona taşlıkta kaç defa başa kaka söyledim de anlamamazlıktan geldi... Ben de olsam öyle yaparım. Hazır ev... Hazır yemek, hazır yatak.. İşret türkü.. Kekâ... Her zevkleri yerinde... Bu rahatı bırakıp da giderler mi hiç ?

Cezalet Hanım

- Dadı sus azıcık da ben anlatayım...

- Anlat yavrum... Anlat gulum, anlat elmascığım... Yedi mahalle bir araya toplanıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu dert yine bitmez... Sen anlattığın kadar anlat, ben de yine anlatırım.

Cezalet Hanım - Misafir hanım geldiğinin ikinci günü sokağa çıkacağını söyledi. Benden bir çarşafla bir ayakkabı istedi. Kendi potinleri ayaklarını sıkıyormuş... fakat kendi çarşafını niçin giymek istemiyor bilmem...

Zarafet - Aaa... sebebini anlamadın mı? Alacaklılar sokakta onu çarşafından tanıyorlar da onun için başka çarşafa giriyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor... Irz ehliliğinden değil çok bilmişliğinden... Kaltak...

- Dadıcığım bir parçacık sus...

- Sustum... sustum... Ha sen söylemişsin yavrum... Ha ben söylemişim... İkimiz canciğer... Birbirinden farkımız var mı?..

Cezalet Hanım - Artık her sokağa çıkışında âdet edindi. Çarşaf bizden... Ayakkabı bizden... Ah anneciğim yeni iskarpinlerimin ne hale geldiklerini görsen gözlerin dolar... İçi oyulmuş kavun dilimine döndüler...

Zarafet - Senden ayakkabı çarşaf istemiş... Ya benden ne istedi bilsen ?.. İç donu... Söyletme beni, kendininkini kirletmiş... Ta Kavaklar'dan buraya bir donla gelinir mi ?.. Benim de yok ayo... Küçük beyin yastık örtülerinin eski fistolarını söktüm de iki tane yaptımdı... Birini aldı. Kullandı, kullandı. Getirdi kiriyle pasıyla başıma attı... Söylemesi ayıp âdet kirlerini çitiledim, çitiledim de bir türlü çıkartamadım... Kokmuş karı...

Büyük Hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarını avuçlarının arasında sıkarak 

- Bu beladan ne vakit kurtulacağız? Başımızdan ne zaman defolup gidecekler ?..

Zarafet - Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar... Şimdi para nerede ?

Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalayarak birbirine bakarlar...

Büyük Hanım - Kim o ?

Zerafet - Kim olacak misafir hanım...

Büyük Hanım - Duyduysa pek ayıp oldu.

Dışardan

- Lütfen kapıyı açınız efendim...

Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltuğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamadan gözleri kızarmış mahzun bir çehreyle gözükerek

- Allahaısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, içtik. Misafirperverliğinizin şükrünü edadan aciziz hanımlarım. Helal ediniz efendim.

Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af dileyici mahcubane sözleri ev sahiplerine çok dokunur... Yufka yürekli Büyük Hanım

- A hanımcığım neye rahatsız olalım? Başımızın üstünde yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil kırk yıl otursanız vallahi yüksünmeyiz... Böyle birdenbire ne oldunuz efendim ?..

Cezalet Hanım - Bir kusur mu ettik ? Gücendirdik mi kardeş ? Böyle birdenbire niye kalktınız ?.. Vallahi salıvermeyiz. Haydi soyununuz... Bırakmayız nafile...

Zarafet büyük bir çığlık ile çırpınarak

- Olur mu hiç ? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum yağma yok... Gelmesi sizden gitmesi bizden... (Mendilini çıkarıp ağlayarak) A... canciğer gibi alıştım. Evin içi tısss... sessiz kalacak... Mümkün değil salıvermeyiz... (Çocukların yanaklarını okşayarak) Aha benim tontonlarım... Haydi geliniz mutfağa... Bakınız dadınız bugün size neler pişirecek...


Hüseyin Rahmi Gürpınar / Melek Sanmıştım Şeytanı, İstanbul 1943, s. 71-77.


"Yaşamak en sade tarifiyle istekleri değiştirmekten başka bir şey değildir. Şu kadar ki yer ve zaman değişikliği ve yaşla isteklerin türü de değişir. En isteksiz yaşamaya uğraşan filozofların şu kararlarında bile bir maksat, bir arzu gizlidir."

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Şıpsevdi, S.179

İzleyiciler