Mizah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mizah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2025 Çarşamba

"Mizah topsuz tüfeksiz bir silahtır."

“Karşıtlığın olduğu yerde mutlaka mizah da vardır. İnsan ne için, niye güldüğünün ayırdına varmalıdır. Komiklik ayrı bir şey, mizah ise apayrı bir şeydir. (...) Mizah topsuz tüfeksiz bir silahtır. Vurdu mu yıkar! Her zaman diktatörler mizahın düşmanı olmuşlardır. Ama mizahçılar korkmaz. Korkmayan mizah, toplumlar için en önemli şeydir.” 

Muzaffer İzgü


7 Aralık 2022 Çarşamba

Birinci Gelen Öcü


Uluslararası yarışmada birinciliği ben aldım... Seçici kurul başkanı adımı soyadımı söylediğinde hiç mi hiç şaşmadım, hiç mi hiç heyecanlanmadım, ne adımlarım karıştı birbirine, ne dilim dolaştı, ne de kafam karıştı, gittim tıpış tıpış, seçici kurul başkanının elinden ödülümü aldım...

Şu Danimarkalının anlattığına bak, çıkmış sahneye bize hayalet öyküleri anlatıyor. Kocaman ak ak çarşaflara sarınırlarmış da, sonra başlarına puşuya benzer örterlermiş de, böyle kollarını kaldıra indire bir çıkıverirlermiş korkutacakları kişinin önüne, kişi bu hayaleti görünce ödü bilmem neyine karışırmış... Ama öyle hayaletle insanları korkutma deyip geçmemeliymiş, bu konuda ülkelerinde iki kitap yazılmış, "Hayaletler Var mıdır - Yok mudur?" İkinci kitap da "Hayalet Görenler." Bu ikinci kitap çok ilginçmiş, içinde yüzden fazla kişinin anıları varmış, bu kişiler gördükleri hayaletleri, yeriyle zamanıyla anlatıyorlarmış, bazıları da tanık gösteriyorlarmış, 'Falanca da yanımdaydı", "Karım da yanımdaydı" diyerekten. Bu bakımdan Danimarkalılar hayalet öykülerine bayıldıkları için birbirlerini hayaletle korkuturlarmış. Uyumayan çocuklara, "Bak şimdi seni hayalete veririm" derlermiş, o zaman çocuk şıp diye uyurmuş.

Sahnedeki Danimarka sözcüsü, ülkesindeki son hayaletle korkutma olayını anlattı, işin içine elektronik de girmiş artık, öyle yalnızca çarşaflara bürünme devri kapanmış, sözcünün dediğine göre, çarşafa bürünmek babasının zamanındaymış, oysa ki şimdi bir hayalet hazırlamak için çok önceden çalışmaya başlamak gerekiyormuş. Sesidir, devinimleridir, çıkardığı ışıklardır, insanın bir yığın zamanını alıyormuş, ama kim böyle elektronikle donatılmış bir hayalet görürse, mutlaka altına kaçırıyormuş.

Sahneden bir inişi var Danimarkalının, utku işaretini şimdiden veriyor taraftarlarına... Taraftarları da, salondakilerin sararmış yüzünden güç alarak bir alkışlıyorlar ki yarışmacılarını, "Sen salondakileri bile korkuttuktan sonra, birincilik ödülü senindir" diye bağıran bir Danimarkalı inek bile vardı.

Varsın bağırsın, ödül benimdir, bir sıra gelsin hele bana...

Şu Fransızın anlattığına bak, yok anlatmasına gerek yok zaten, kendi hortlak gibi... Belki de onun için katılmış bu yarışmaya. Adam hortlağa benziyor, salondakileri hortlakla korkutmaya çalışıyor. Yani korkutmaya çalışmıyor da, ülkesindeki korkuyu anlatıyor. Kim kimi korkutmak istese, hemen usuna hortlakla korkutmak gelirmiş Fransa'da. Ne de olsa teknolojisi gelişmiş ülke, onlarda da Danimarka gibi gelişmiş bir hortlakçılık varmış. Işıkta yanan sönen fosforlu boyalardan tutun da, mezarlık efektine dek hepsinden yararlanılırmış. Mezarlık efekti deyip geçmemeliymişiz, böyle kürek sesleri, çam hışırtısı, papazın sesi, arada bir baykuşun sesi puuuu diye girdi miydi efektin içine, işte hortlağı gören o anda edermiş şeyinin içine. Hele bir de hortlak birden böyle donuk donuk tabutun içinden doğrulup kalkmaya başlarsa, o zaman bunu gören kişinin ödü hopuna karışırmış... "Şimdi gözlerinizin önüne getiriniz sayın dinleyiciler, önünüzde bir tabut, yolun ortasında, böyle birdenbire önünüze çıkıveriyor ve sonra yavaş yavaş tabutun kapağı aralanıyor, içinden bir hortlak yavaş yavaş doğruluyor, sonra alev alev yanan gözlerini size dikiyor, düşünün ne olursunuz..."

Şu Fransıza bak, ne olacak, hortlağın ardına bir tekme takır tukur, yüklen tabutu kimse görmeden dosdoğru eve, al tahtayı eline, kır parçala, oh mis gibi sobalık, soba tutuşturmalık ki, bu hıyarın o tutuşturmalığın kilosunun benim ülkemde kaça olduğundan haberi yok.

Bilmem dinleyicileri ama, ben hiç korkmadım Fransızın anlattıklarından. Ama o da taraftarlarının alkışlarıyla çok böbürlendi, çok umutlandı, hatta sahneden inerken oradakilere önerdi, "Siz de birini korkutmak istiyorsanız, mutlaka hortlakla korkutun.

Olur beyim, emredersin...

Şu Maltalının anlattıklarına bak, çuvalla korkuturlarmış birbirlerini, kim kimi korkutmak istiyorsa, girermiş çuvalın içine, olurmuş bir eciş bücüş, yalnız çuval kara olacakmış, kara olunca şeytanı andırırmış, zaten korkunun adı "Şeytan Korkusu"ymuş. Böyle kara çuvallıyı görenin dili tutulur, çok sonra açıldığında "Önüme şeytan çıktı" dermiş, ama ancak kimi üç günde, kimi bir haftada bunu diyebilirmiş, çünkü gecenin karanlığında kara çuvallıyı görmek çok korkunç olurmuş, hele adamının elinde. Örneğin çuvalın içine giren balet, balerin yeteneğindeyse, eh artık korkutulan kişinin hapı yutması işten bile değilmiş... Kara çuval yerlerde eğiliyor, bükülüyor, kıvrılıyor, kısalıyor, uzuyor... Görenin kanı donar, yüz derecelik kaynamış suyu başından aşağı dökseniz kanı çözülmez, yılan görmüş eşekler gibi zınk diye durur, ne bir adım ileri, ne bir adım geri gidebilirmiş. Ola ki, korkutan insafa gele de, yumak yumak oradan uzaklaşa... Adamın tansiyonunu da, yürek atışını da yükseltirmiş bu korkutma...İşteymiş... Hemen ışıklar söndü, bir gösterici perdede kara şeytanı göstermeye başladı, aman ha korkmayaymışız, izleyicilerin içinde hamile kadın var mıymış, yok muymuş, bu kara şeytan aslında şeytan değil, kara çuvala girmiş, ülkenin en ünlü balerini Susan'mış mış mış...

Şu denli korktuysam; besbelli çuval, içinde de kıvrak mı kıvrak, civelek mi civelek bir kadın var, nerden anladım, çuvalın kıvrımlarından... Ah önüme böyle bir kara çuval çıkıverse şu gurbet elde tuttuğum gibi atsam omzuma, "Ah anam şeytan daha önceleri neredeydin?" desem ve...

Maltalı alkışlar arasında indi. taraftarları alkışa boğdu Maltalıyı, Maltalı öyle şımardı ki, yerine otururken, az önceki çuvallı gibi devindi, tombalaklar attı, hopladı zıpladı. Son sözü de, "Kara Şeytanla korkutun siz de insanları" oldu.

Hintli çıktı, "Yalancı Yılanlar"dan söz etti. Öyle ki, orada da teknoloji hayli gelişmiş, öyle yılanlar yapılıyormuş ki korkutmak için, bir sokması eksik, çıngırağı; hışırtısı, ıslığı, kıvrılması, açılması, yaylar çize çize kaçması, hatta soğukluğu bile... Kim kimi korkutmak istiyorsa, şöyle geçerken uzaktan boynuna yalancı yılanı atıverdi miydi, artık o kişi tamam, böyle yüreği selanik, beyni şok ve panik, hemen dili ve damağı kurur, olduğu yerde kıvranmaya başlarmış, yılan ha soktu ha sokacak... Öyle ki, teknoloji ilerleyince şimdi bu yılanların uzaktan kumandalıları bile yapılıyormuş... Salıveriyormuşsun kapının altından, yeter ki sen korkutmak istediğin kişinin ev yapısını bil, uzaktan kumandalı yılan merdivenleri çıkıyormuş, kapılarda bekliyormuş, zamanı gelince yatak odasına dalıp hanımın veya beyin koynuna giriyormuş... Eh o zamanı şöyle bir gözümüzün önüne getirmeliymişiz, karı koca mışıl mışıl uyuyorlar, yılan yavaş yavaş karyolaya tırmanıyor, kadının sıcacık ayaklarına bumbuz gövdesiyle yapışıyor, sarılıyor, sıkmaya başlıyor...

"İmdaaat!" Önümdeki bir kadın bağırdı, yahu yoksa birinciliği bu Hintli hınzır mı alacak, yılan anlatmıyor, yatak odasında zifaf gecesi anlatıyor, bir de ballandırıyor ki, bir de meddah yetenekli ki... Bir de alkış aldı ki, bir de taraftarları adamı omuzlarına aldılar ki...

Yoksa bizim birincilik gitti mi?

Yok canım, daha sen anlatmadın ki... Ama hak ver oğlum, bu Hintli gibi anlatamazsın, çünkü ondaki yetenek sende yok.

İkinci anlattığı "Yeni Evliler" ve "Yılan" sahnesi çok etkiledi dinleyicileri ve seçici kurulu...

Ama hayır, birinciliği ben alacağım, belki ikinciliği bu Hintli alır, birincilik benim. Ah biraz da taraftar olsa, şöyle sahneden inerken beni alkışlasalar, bir kişi bile yok ki, oracıkta, bir başıma ülkemi temsil ediyorum. Ama evelallah birinciliği hiç kimseye kaptırmayacağım, ülkemin alnına leke sürdürmeyeceğim... Ulan hangi pehlivan demişti, "Ben her güreşimde ardımda milletimi düşünürüm" diye? Neyse boş ver, pehlivanın biri demişti işte...

İngiliz çıktı, uuu bumbuz... Anlattıklarından bizim altı yaşındakiler bile korkmazlar; adam kendi anlatırken kendi korkuyor, dudakları titriyordu... Yo, adamın anlattıklarını bile baştan anlatmaya değmez.

İtalyan çıktı, öh hööö... Havada uçan kazıkmış da, bu kazık uçarmış da, bu kazık çok korkunç bir kazıkmış da, kazıkların elektronikleri varmış da, yok beyim yok, biz korkmayız ondan bundan...

İşte artık sıra bana geliyor; bir kişi kaldı önümde, vızvız mı vızvız, vezvez mi vezvez, ah be bitir be, yeter be, yeter sıra bana gelsin be!.. Adam uzattıkça uzatıyor, yo yo uzatsın, iyi, onun ardından benim, şöyle birkaç cümle ile anlatmam, iyi iyi... Aman anlat dayı anlat, hay senin o kır saçlarını seveyim, anlat neşemizi bulalım...

Çıt çıt, pıt pıt... Böyle adama, böyle anlatma, böyle korkuya, böyle alkış işte, havada iki sinek çarpışmış gibi, çok bile...

Sıra bende... Mikrofona yapıştım, adamlar selama saygıya öyle doymuşlar ki benden öncekiler selamlamışlar da selamlamışlar, hemen söze girdim:

"Baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak isterse, sabaha karşı, ama özellikle daha gün ağarmamışken kapısının ziline basar. Kimin kapısının o saatte ziline basılmışsa, o evdeki yaşlı kalp krizi geçirir, ilkokuldaki kızın dili tutulur, annenin nabzı iki yüzü bulur, baba beyin şoku geçirir, evde genç varsa, beşinci kattan kendini sokağa atar."

Salonda homurtular ki, salon değil aslan kafesi, ham hum hom... "Nasıl olur yahu, niye yahu, kapının ziline basmakla yahu, zil fobisi mi var yahu, zehirli zil mi yahu, elektromanyetik dalgalarla insanları etkileyen yeni buluş mu yahu?"

Yahu yahu yahu, yaaa!... Patlamayın, söyleyeceğiz nedenini, niye gün doğmadan olduğunu, niye karanlıkta olduğunu...

"Baylar bayanlar, çünkü o saatte ülkemde ancak polisler kapı çalar."

Aauuuu, yaaaayuuuu, buuuu buuuu!...

Noldu, yani polis istediği saatte insanın kapısını çalamaz mı, çalar...

"O saatte ülkemde kimse kimseye konukluğa gitmez, o saatte zil butonuna dokunan el, ancak polis eli olabilir..."

Vaaa yaaaa şaaaa baaaa!...

Şaştınız değil mi, hiç korkunç değil, değil mi, yo yo korkunç değil ya, niye korkunç olsun ki, o saatta polis kapınızın zilini çalmışsa, size herkesten önce günaydın demek içindir... Bayılır bizim polislerimiz herkesten önce birisine günaydın demeye...

"Söylüyorum baylar bayanlar, bizde polisin gözaltı süresi bellisizdir, sizi alıp götürdü müydü, ne zaman bırakacağı belli olmaz, bilinmez... Dayak atabilir, elektriğe tutturabilir, başınızı suyun içine sokabilir, sizi baş aşağı ipe asıp sallandırabilir, tuzlu suyun üzerinde parçalanmış ayakla yürütebilir..."

Aaa aaaa aaaa aaaa!

Tarzan mı kesildiniz, yaa işte, öyle yılan mılan, hortlak mortlak, hayalet mayalet, çuval muval ne ki?

"Onun için baylar bayanlar, bizim ülkemizde kim kimi korkutmak istiyorsa, sabah karşı gider onun kapısının ziline üç kez sert sert basar. Hele kapının önünde ayakkabısının topuklarını da takur tukur ettirdi miydi üç beş kez, anasının karnındaki çocuk bile korkar, oradan şap diye düşer, çıkar..."

İlkin bir iki alkış, ardından aman ne alkış, ne alkış, selam üzerine selam çakıyorum, alkışlar durmuyor ki, başımı sallıyorum alkış, kolumu kaldırıyorum alkış...

Birinciyim... Ah, bir de taraftarlarım olsaydı ya, birincilik ödülünü aldım, amma boynum bükük, hiç olmazsa bir tane taraftar... Amanın bir el, omuzuma dolandı, aha dilimden konuştu, aha kara kaş kara göz, benim gibi, amma niye kutlamıyor beni, niye kaşları çatık öyle, ben ülkemin yüzünü ağarttım, birinci oldum... Aboov, adamın kaşları çatıldıkça çatılıyor, adam oluyor ekşi koruk, sıkmış ki kolumu, mengene homurdanıyor, "Seninle ülkeye geldiğinde görüşürüz!" diyor böyle homur homur.

Muzaffer İzgü

'Azrail Nasıl Rüşvet Yedi'  adlı öykü kitabından

Bilgi Yayınevi, Olgaç Basımevi, Birinci Basım: Eylül 1986

16 Kasım 2022 Çarşamba

Hasan Beyin Kitabı Çıktı !..

 


Eğer işiniz yazarlık değilse, o akşamki sevincimi anlamanız zordur. O gün akşama kadar biyerlerden üç beş kuruş gelir diye bekledim, gelmedi. Romanımın tefrika edildiği gazeteye gittim. Bütün paraları kağıda yatırmışlar. Hikâye yazdığım dergiye gittim.

- Bugün para ödeme günümüz değil, dediler.

Fıkra yazdığım gazeteye uğradım.

- Bir sürü avans çekmişsin. Veremeyiz! dediler.

Kitabımı basan yayınevine uğradım. Orada da para yok.

Gün, Haliç'in batak kokulu sularında sönerken, benim de son umudum erimişti. (Şiir gibi laf ettiğimi lütfen kabul buyurun!)

Ankara caddesinden aşağı inerken,

- Hay şu parayı icat edenin... diye sövüp sayıp duruyordum kendi kendime.

Arkamdan biri,

- Hasan Bey! diye seslendi.

Adını, sanını, neyin nesi olduğunu bilmediğim biriydi ama sık sık görürdüm. Selâmlaşırdık da...

- Kaç gündür sizi arıyordum, dedi.

Arayan polis, savcılık, icra memuru, alacaklı olmazsa, aranmak güzel şeydir.

- Bir dergi çıkaracağız, sizden de yazı rica ediyoruz.

İçimde nasıl bir umut ışığı yandı anlatamam. Hemen yol üstünde, şişkin çantamı bir dizime dayadım. Çantamdan çıkardığım tomarla yazılarımı övmeye başladım.

- Nasıl bir yazı istiyorsunuz? Bunlar aşk üzerine... bunlar macera yazıları... bunlar oturaklı yazılar. Hikâye isterseniz, birkaç hikâyem var, "şaheser" vallahi... Yoksa şiir mi istiyorsunuz? Şiir de var. Eğer edebiyat dergisiyse eleştirme vereyim. Yok bir fikir dergisiyse inceleme yazılarım da var. Yoksa magazin mi çıkarıyorsunuz? Öyleyse size seksoloji üzerine bir yazı vereyim.

Malın bu kadar bolluğu karşısında adam şaşırdı. Akşam pazarı diye çantamı dolduran bütün yazıları on liraya verebilirdim. O bir mâcera hikâyesi seçti. Ayaküstü hikâyenin konusunu bir anlattım ki adam heyecanlandı. Bu anlattığımla hikâyenin ilgisi var mı, yok mu bilmiyorum. Ne olursa olsun ben on lirayı cebime koymuştum.

Beni asıl sevindiren iş bundan sonra oldu. Köprüye gelince, bir de baktım bütün gazete satıcıları bar bar benim adımı bağırıyorlar. Doğrusu bu, bir yazarın hoşuna gider. Bir yazarın adının bağırıla bağırıla kitabının satılması ne demek! "Satılması" mı dedim? Kitabı satmak için gazete satıcıları bağırıp duruyor ama, kimsenin bir tek kitap aldığı yok. Ne kitap alıyorlar, ne de aldırış ediyorlar.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı!

Köprünün Kadıköy iskelesindeki bütün gazeteciler böyle bağırıyorlardı.

Dudaklarımı tutamadım. Birden ağzım yayıldı, genişledi. Sonra, birisi beni böyle görür de tefe koyar diye kendimi toparlamaya çalıştım ama, elde mi? Kulaklarıma varan ağzımı bitürlü toparlayıp, dudaklarımı birleştiremiyorum. İki dudağım, sanki yedi beygir kuvvetiyle gerilmiş, birbirinden ayrılmış. Dudaklarıma söz geçiremeyince, hiç olmazsa ele güne karşı dişlerimi gizlemek için elimle ağzımı kapadım.

Beni kınar mısınız bilmem. Sizin de bir kitabınız çıksın, gazeteciler adınızla bağırıp kitabınızı satmaya çalışsınlar da bakalım ne oluyorsunuz? Hoşunuza gider mi, gitmez mi? Uzaktan bakıp insanlarla alay etmek kolay.

Gazeteci kulağımın dibinde direk direk bağırıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktıııı...

Sesi de beter mi beter ama bana dünyanın en yanık, en içli sesiymiş gibi geliyor.

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı.

Her yandan kendi adımın, kitabımın adının bağırıldığını duyuyorum. Sanki akşamın o saatinde Köprü iskelesindeki kalabalık arasında değilim de, ılık esintili bir ormandayım. Dört bir yanımdan altın sesli bülbüller şakıyor:

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı...

Durup dinliyorum, durup bakıyorum. Sarhoşluk diye işte ben buna derim. Ama yavaş yavaş şu insanlara kızmaya başladım. Şunca kalabalığın içinden biri, gazetecilerin çığlıklarına kulak asmıyor, ne dersiniz? Başlarına bile çevirmeden geçip gidiyorlar. İçimden ortaya fırlayıp

- Sağır mısınız? Duymuyor musunuz? diye bağırmak geliyor.

Bre Tanrı kulları, içinizden bir kişi de, "Şu Hasan Yazman neler yazmış bakalım..." diye bir kitap almaz mı!

Vallahi almıyorlar. Haydi Hasan Yazman'a acımıyorsunuz, demindenberi bağırmaktan damakları kuruyan gazetecilere de mi acımıyorsunuz? Kişioğlunun yüreğinde bir çimdiklik acıma duygusu kalmışsa yuh olsun bana. İnad etmişler, almıyorlar işte...

Gazetecilerin ağzından adımı, duymaktan büyülenmişim de oradan bitürlü ayrılamıyorum. Bir tanıdık beni böyle görüp, alay edecek diye de çekiniyorum.

Efendim, biz okumuyoruz. Okumayınca ne olur? Memleket ilerler mi? İlerlemez elbet... İşte ilerlemiyoruz. İskele öyle kalabalık ki bir adım bile ilerleyemiyoruz. Şurdan bir kitap alsanız ne olur sanki... Batar mısınız? Yok, yok, biz okumuyoruz. Okumayınca da sonumuz kötü. Neye ilerlemediğimiz şimdi anlaşıldı. Birtakımları, tutulan balıkları beceriksizliğimizden satamayıp denize döküyoruz da ondan bitürlü ilerliyemiyoruz, diyor. Üniversiteye muhtariyet verilmediği için ilerliyemediğimizi söyleyenler de var. Kimisi de çöpleri sokağa attığımız, yollara tükürdüğümüz için bitürlü ilerliyemediğimiz düşüncesinde. Bana kalırsa, ilerlemeyişimizin nedeni ne denize dökülen balıklar, ne üniversite muhtariyeti, ne de yollara tükürmemiz. Okumuyoruz da ondan. İnsan şuradan bir kitap almaz mı yahu?

Gazetecilerin bağırmalarına dayanamadım, içim acıdı. Yavaşça birine sokuldum, iki lirayı uzattım.

- Ver şu Hasan Yazman'ın kitabından, dedim.

Gazeteci,

- Bir tane mi? dedi.

Param olsa hepsini alırım ama, bende o şans nerede? Bir yazar, adının şöyle rezil olmasındansa, en iyisi kendi kitaplarını kendisi satın almalıdır.

Gazeteciden aldığım kitabı kimse görmesin diye hemen çantama attım. Bir bildik görürse, yarın Babıâli'de, "Kendi kitabını satın alıyor enayi!" diye davul çalar.

Ben bir kitap alınca gazeteci coştu. "Yangın var! İmdat!" diye bağırır gibi,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bar bar bağırıyor, iskeleyi çın çın öttürüyor.

Artık kendimi zor tutuyorum. Neredeyse,

- Yurttaşlar! diye bağıracağım. Şu gazetecilerin çığlık çığlık Hasan Yazman diye bağırdıkları adam, işte benim. Bu kitabı da ben yazdım!

İskeledeki gazete satıcılarının arkasından fırfır dönüyorum. Yanılıp da bir insanoğlu da benim kitabımdan alacak mı diye kolluyorum. Hayır, almıyorlar. Artık buna dayanılır mı? Bu sefer başka bir satıcıdan bir kitap daha istedim. O da,

- Bir tane mi? diye sormasın mı!

Şuna bak hele... Bulmuş da bunuyor. Şurda benden başka kitap alan var mı? Toptan kaldıracak değilim ya...

Ben kitabı alınca satıcı öyle bir aşka geldi ki, bağırmasından insan sağır olacak.

Derken iskelenin kapısı açıldı, vapura dolduk. Gazete satıcıları da bizimle birlikte vapura girdiler.

- Hasan Yazman'ın yeni kitabı çıktı... diye bar bar bağırıyorlar.

Dört bir yanıma baktım, tanıdık kimse yok, yavaşça bir kitap daha satın aldım. Hani ben kitap alırsam, gazete satıcıları büsbütün bağırınca başkaları da alacakmış gibi görünüyor. Ne gezer... Benimkisi avuntu.

Vapur bir kalksa, satıcılar da vapurdan iskeleye doğru atlarlar, ben de bu sıkıntıdan kurtulurum. 

Efendim, en iyisi yazar dediğin zengin olacak. Kitaplarını bedavaya dağıtacak. Okuyanlara da ayrıca para verecek, ya da birer hediye alacak. Şu gazete satıcıları da bu kadar bağırıp çağırdıktan sonra bir kitap satılmazsa, artık ne yapsan satılmaz.

Vapur bitürlü kalkmıyor. Ellerinde benim kitabım, salona gazete satıcılarının biri girip biri çıkıyor. Bir kitap daha alacağım ama, üst üste kitap aldığımı görenler kitabı benim yazdığımı çakacaklar. En iyisi yer değiştirip, başka bir yerde kitabı satın almak. Güverteye çıktım, Orada da,

- Hasan Yazman'ın kitabı çıktı! diye bağırıyorlar.

Her yerde adım geçiyor diye sevindim. İster satılsın, ister satılmasın, satıcılar adımı bağırıyorlar ya. Bir kitap da güvertede aldım. Hem ben neye kaygu çekiyorum kuzum? Bu benim kitabım hiç satılmasa gazeteciler boyuna adımı bağırırlar mı böyle? Elbette satılıyor. ama terslik olacak, satıldığını ben göremiyorum. Birisinin aldığını bir görsem, hemen atılıp,

- Satın aldığınız o kitabın yazarı benim, adınıza imzalayayım... diye elinden alacağım. Ama bitürlü kitabımı alanı göremiyorum.

Cebimde de sattığım yazıdan ancak bir kitap daha alabilecek para kaldı. Gazete satıcılarından birinin arkasına düştüm. Bakalım, bir tane olsun satabilecek mi diye izliyorum. Kimse görmesinde diye de köşeleri siper alıyordum.

Düdük öttü, vapur kalkmak üzere. Son paramla bir kitap daha alıp hiç olmazsa satıcıyı sevindirmek, hem de coşturmak için ona doğru giderken, iki gazete satıcısı karşılaştı. Ben makine bölmesini siper almıştım. Biri öbürüne,

- Sattın mı? diye sordu.

Öbürü de,

- Bırak yahu, dedi. Ben böyle cimri yazar görmedim. O kadar bağırdım da topu topu bitek kitap aldı.

- Benden hiç almadı ya...

- Ben yazar diye Rıza Bey gibisine derim. Kitabı çıkınca onar onar alır.

İskele çekilirken vapurdan atladılar.

Köprüdeki gazete satıcılarının bütün yazarları tanıdıklarını ben nereden bileyim? O günden sonra kitabım çıktı mı Köprünün Kadıköy iskelesine bir ay uğramam. Kendi kitabımdan onar onar alacak param olmuyor da ondan. Hiç olmazsa gazete satıcılarının yanında iki paralık olmayalım.

Aziz Nesin

Deliler Boşandı. S.57-63  (Tekin Yayınevi, 5.Basım, 1975)





18 Ağustos 2016 Perşembe

Fil Hamdi Nasıl Yakalandı

İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, bütün taşra vilayetleri Emniyet Müdürlüklerine şu telgraf çekilmişti:
“Otuzbeş yaşında, uzun boylu, ikiyüz kilo ağırlığında, kumral, üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol köpek dişi altın kaplama, çizgili kahverengi elbiseli, saçları oldukça dökülmüş ablak çehreli, kahverengi gözlü, “Fil Hamdi” adında azılı sabıkalı bir dolandırıcı, üç gün üç gece içinde oturdukları nöbet kulübesini büyük bir dikkatle bekledikleri için uykusuz kalan iki polis memurumuzun, yolda giderlerken uyuklamalarını fırsat bilerek ellerinden kaçmıştır. Yaptığımız tahkikat, takibat ve tetkikat sonunda Fil Hamdi’ nin kaçtığı kesin olarak anlaşılmıştır. Vilayetiniz ve vilayetinizdeki kaza karakollarından birine uğradığı veya bir polis memuruna yol, adres sorduğu takdirde, kendisine lütfen merakla yolunu beklediğimizi, bizi daha fazla intizarda bırakmayarak, münasip, boş bir zamanında İstanbul Emniyet müdürlüğüne gelerek teslim olmasını rica ettiğimizi söyleyin. Azılı sabıkalı Fil Hamdi’ nin fotoğraf ilişiktir.”
***
Taşra vilayetlerinin birinin istasyonunda iki polis memuru konuşuyor:
Ramazan, kardeşim, şu salep içen herif mutlaka Fil Hamdi. 
Hııı... Benziyor... Resmi çıkar bakalım.
Bir resim çıkarır, arkadaşına gösterir.
O değil be Ramazan. O senin resmin ! 
Hıı... Bayramda çektirmiştim. Nasıl! 
İyi ama, acık gülseydin be!... Şu Fil Hamdi’nin resmini bul...
Ramazan cebinden bir sürü resim çıkarır, karıştırır:
Bu benim oğlanın resmi... Bu askerlik hatırası. Bu kimdi Mahmut? 
O mu? Şey olacak... Eroin kaçakçısı Duman Ali... 
Bu da otel faresi Suphi... Resimler birbirine karışmış. Bul şu Fili be Ramazan !
Mahmut’la Ramazan resimleri karıştırırlar, Fil Hamdi’nin resmini ararlar.
Çabuk ol Mahmut... Herif salebi içti, kaçacak... 
Bak nasıl bakıyor etrafına? 
Buldum, şu resim olacak. Tamam, ta kendisi !
Şüphelendikleri adamın yanına giderler.
Hemşerim, şöyle dursana...
Bir resime, bir de adamın yüzüne bakarlar.
Bir de yan dur bakayım.
Ah, benzemiyor bu Ramazan.
Bir kere de komiser bey görsün Mahmut. Belki o benzetir.
Hemşerim, haydi yürü... Karakola kadar gideceksin.
***
Başka bir taşra vilayetinin Pazar yerinde iki memur konuşuyor:
Ayıp oldu be Şükrü kardeşim. Akşama kadar fır dolandık, şu Fil Hamdi’yi yakalayamadık. 
Şu adam olmasın ? 
Belki de odur. Soralım.
Adamın yanına giderler:
Bayım senin adın ne? 
Mustafa...
Birbirinin kulağına:
Mustafa, diyor. 
Hamdi diyecek değil ya... Adını saklıyor. 
Aklı sıra bizi kandıracak. 
Bayım, biraz gelir misiniz ?
***
Bir taşra vilayetinin kahvesinde iki memur konuşuyor:
Dün ben üç tane Fil Hamdi yakaladım, komiser hiç birini beğenmedi. 
Şu bizim komiser de ama müşkülpesent haaa... 
Hişşşt! Yavaş konuş, çaktırma. Şu çay içen adama yan gözle bak ! 
O be... Ta kendisi ! 
Ama gelen evrakta şişman diye yazıyordu. Bu zayıf, iskelet gibi herif... 
Zayıflamıştır birader, kaçak gezmek kolay mı ? 
Öyle ya... Ama bu esmer, Fil Hamdi kumralmış. 
Dağda, bayırda gezmekten rengi atmıştır. 
Haklısın. Yalnız birader, bunun sık siyah saçları var. Evrakta Fil Hamdi’nin saçları dökülmüş diye yazıyordu. 
Eh artık o kadarcık da olur. Herif tanınmamak için belki peruk takmıştır. 
Ne duruyoruz ? Yakalayalım.
Adama yaklaşırlar.
Adın ne senin ? 
Hamdi...
Birbirlerine manalı manalı bakıp gülerler.
Yürü bakalım karakola... Haydi ! 
Ne var ? Ne oldu ? 
Fazla sorma ! Karakolda öğrenirsin.
***
Bir taşra vilayetinin, bütün taşra vilayetlerinde olduğu gibi, bir iki kilometrelik asfaltı üzerinde iki polis, yoldan geçen bir adam yakalarlar.
Aç ağzını ! 
Ağzımda bir şey yok ki benim. 
Madem bir şey yok, açarsın.
Adam ağzını açar. İkisi birden adamın dişlerine bakarlar.
Polisin biri öbürüne sorar:
Baksana şu evraka kaç dişi yoktu ?
Öbürü evrakı okur:
Üç dişi eksik, üst çenede bir azı dişi dolgulu, alt sol çenede köpek dişi altın kaplama..
Polis memuru, adamın dişlerini sayar:
Bir, iki, üç... dört... Oynama be. Şaşırttın... Bir, iki, üç, dört, beş... yirmi dört... yirmi dört dişi var. 
Yirmi dört mü? Kaç dişi eksik? Senin kaç dişin eksik, biliyor musun ? 
Sekiz... 
Çektirmiştir. Delilleri ortadan kaldırmak için dişlerini çektirmiştir. 
Benim dişlerim takmadır. Ağzımda hiç kendi dişim yok... 
Evrakta takma olup olmadığını yazıyor muydu ? 
Yazmıyor, unutmuşlardır. Bu canım, bu... Ta kendisi... Köpek dişine baksana, altın kaplama... Bayım, gel bizimle beraber. 
Nereye ? 
Karakola ! Yürü !...
***
Taşra vilayetleri Emniyet müdürlüklerinden İstanbul Emniyet Müdürlüğüne günde yüzlerce telgraf geliyordu.
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı yüksek telgrafınıza cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde on dört tane çizgili kahverengi elbiseli, sekiz tane köpek dişi altın kaplamalı olmak üzere on dört Fil Hamdi yakalanmıştır. Bu miktarın yeter olup olmadığının, araştırmaya devam edip etmeyeceğimizin emir buyrulmasını saygı ile rica ederim.”
“Falan falan tarihli, filan filan sayılı telgrafa cevaptır:
Vilayetimiz dahilinde 180 kilo ile 220 kilo arasında iki düzine Fil Hamdi yakalanmış olup, aradaki kilo farkının, kantarların ayarsızlığından ileri geldiğini, hepsinin de gözlerinin kahverengi olduğuna göre, Fil Hamdi olduklarında en ufak bir şüpheye yer kalmadığını, yakalanan Fil Hamdi’ler sevkedilmiş olup, gözden ve peyderpey sevkedileceğini saygı ile arz ederim.”
***
İstanbul Emniyet Müdürlüğünden, taşra Emniyet Müdürlüklerine gönderilen telgraf:
“Koyacak bütün yerler dolmuş olduğundan, şimdilik eldeki Fil Hamdiler yeter görülmüştür. İkinci bir emre kadar Fil Hamdi’lerin yakalanmasına ve aranmasına ara verilmesini teşekkürlerimle rica ederim.”

Not: Firar eden Fil Hamdi yakalanmıştır.

Aziz Nesin,  Fil Hamdi adlı kitabından


4 Temmuz 2015 Cumartesi

Dayanın Yurttaşlarım


    Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ, ortası bağ, suları şırıl şırıl, gökleri pırıl pırıl bir ülke varmış. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış. Bunların arasında sürüngenler, zehirli böcekler, örümcekler de elbet bulunurmuş. Ama bunlar, başka yerlerdekinden ne çok, ne az olduklarından hiç kimsenin gözüne batmazmış.
    Bu ülkenin başında bir kişi bulunurmuş. Buna "Başbay" denirmiş. O ülkede başbaylık seçimle olurmuş. Başbay olmak isteyenler, adaylıklarını koyarlar, seçmenler de bunların içinden beğendiklerini Başbay seçerlermiş. Hangi adayın aldığı oy çoksa o, Başbay olurmuş.
    Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler, zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar, kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış. Yılanlar, kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar en almış. örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen kertenkelelerin yeni doğan yavruları bile timsahtan büyük olurmuş. Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış. Yarasaların kanatları çadır kadar genişlemiş.
    Aklı ergin, derin bilgin, erdemli kişiler, bu işin nedeni üstünde kafa patlatmışlar, düşünmüşler, ama bir türlü bu zararlı yaratıkların neden günden güne büyüyüp çoğaldıklarını anlayamamışlar.
    İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya, ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş. Bu öyle bir keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara kanını emdirtmeden duramazmış. Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş. Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar, her gün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini zehirletenler, giderek iki günde bir, her gün, daha sonra da günde bikaç öğün kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
    Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler, nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol aramışlar. Ama öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle düşünenlere karşı dururlarmış. Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
    Yarasalar, .örümcekler, akrepler, kırkayaklar durmadan insanları sokmaya hız verdiklerinden, zehire alışanlar günden güne çoğalıyor, öbürleri hergün biraz daha azınlıkta kalıyorlarmış.
    Gel zaman git zaman, bu zehire alışanlar o kadar çok zehirlenmeye başlamışlar ki, gitgide yüzleri gözleri, elleri ayaklan değişmeye başlamış. Kendilerini yılanlara sokturanların, her gün birer parça, birer parça derilerinin rengi yeşile kaçıyor, vücutları uzuyor, kafaları küçülüyor, bir zaman sonra büsbütün yılan olup çıkıyorlarmış. O zaman yılandan hiç ayrımsız, yerde sürünmeye başlıyorlar, başkalarını sokmaya, zehirlemeye çalışıyorlarmış. Bitakımlarının da parmakları, tırnakları, elleri, ayakları gitgide inceliyor, uzuyor, yeniden eller ayaklar çıkıyor, yavaş yavaş derken günün birinde iri bir örümcek oluyorlarmış. Ondan sonra başka insanların üzerine atılıyorlarmış. Böyle böyle derken, zehirlenen insanlar da, kanlarına karışan zehirin etkisiyle günden güne yılanlaşmaya, çıyanlaşmaya, yarasalaşmaya, solucanlaşmaya, sürüngenleşmeye başlamışlar.
    Ötekiler, insan kalmak için direnirlerken, her elveren yerde dillerinin döndüğü kadar,
    - Yurttaşlar!.. İnsanlığınızı koruyun, örümcekleşmeyin, akrepleşmeyin!.. diye bağırırlar, söylerler, ama dinletemezlermiş.
    Zehirlenip değişenler gitgide çoğaldıklarından, böyle söyleyenlere,
    - Hainler, alçaklar !.. diye bağırır, üzerine yürürlermiş.
    İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa, örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
    O ülkede aydın kişiler de varmış. "Başımıza gelenler nedir? Bundan yurttaşlarımızı nasıl kurtarırız, koruruz?" diye düşünmeye başlamışlar. Her aydın kendi kafasına göre buna bir yol bulmuş. Kimi,
    - Zehire alışa alışa sürüngenleşenler, örümcekleşenler, artık insan sayılmazlar. Onlarda insanlığın ne biçimi kalmış, ne özü... Bunun için de Başbay seçimine katılmasınlar!.. demiş.
    Her ne kadar biçimleri insan değilse de, ilk gelişleri, doğuşları insan. Çünkü, bunların çocukları yine insan doğarmış. Kanlarına zehir katılmazsa, hep insan kalırlarmış.
    O ülkedeki aydınların kimisi de,
    - İnsan kalmak için, çatalla yemek yensin!.. demiş.
    "Ütülü pantolon giymeli" diyen, "Her gün tıraş olmalı" diyen doluymuş. Ama bunların hiçbiri, insanların insanlığını korumaya yetmezmiş.
    O zaman, o ülkenin aydınları, "Bir de başka ülkelere bakalım. Oralarda da biçimini, kalıbını, içini, özünü değiştirenler var mı? Varsa, neler yapıyorlar? Bunu nasıl önlüyorlar, gidip görelim!" demeye başlamışlar. Dedikleri gibi de, başka ülkelere gidip, oralardaki insanları incelemişler. Sonra, oralarda görüp öğrendiklerini, kendi ülkelerine uygulayıp, yurttaşlarına yararlı olmak için, evlerine, çocuklarına dönmüşler. Yine eskisi gibi herkes kendince bir düşünce sürmüş ileri. Kimisi,
    - Evlere daha geniş pencereler açalım!.. demiş.
    Kimisi,
    - Başka ülkelerden örnek insanlar getirelim!.. demiş.
    Kimisi de,
    - Bizimkileri başka ülkelere gönderelim, oralardaki insanları görsünler!.. demiş.
    "Günde üç kere zıplamak gerek." "Yatakta sol yana yatmalı." diyenler bile varmış. Yalnız bunların aralarında kafası işleyen biri çıkmış.
    - Beni dinleyin, demiş, ben sürüngenlerin, böceklerin neden çoğalıp geliştiklerini anladım. Yeryüzünün başka ülkelerine bakıp, bunu öğrendim. Bir hava esiyor, bu hava sürüngenlere, böceklere o kadar yarıyor ki büyüyorlar, çoğalıyorlar. Şimdi iş, bu havanın esmesine engel olmakta. Bu hava da, doğu yönünden esiyor. Gezip dolaştığım yerlerde gördüm. Doğudan esen bu havayı kesen dağ dibinde kurulmuş ülkelerde, bizde olanlar olmuyor. Aklımızı başımıza toplayıp, büsbütün iş işten geçmeden, doğudan esen hava yolunu kapamalıyız. Yoksa hepimiz, günün birinde değişip insanlıktan çıkacağız, yılan çıyan olacağız.
    Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş. Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
    O, ülke düşmanlardan korunmak için çepçevre kale duvarlarıyla çevriliymiş, Bu kalın duvarların her biyana kapıları varmış. Ülkenin insanları, doğu kapısını kapamaya çalışırlarken, öbürleri de kapatmamaya çalışırlarmış. İnsanlar kapıyı içerden itmeye, öbürleri dışardan dayanıp kapatmamaya uğraşırlarken seller gibi kanlar akmış. Ama sonunda içerdekiler başarı kazanmışlar, doğu kapısını sıkıca kapamışlar. Öbürleri de kapının dışında kalmışlar. Bu düşünceyi ileri sürüp başarı kazanan kişi, o ülkeye Başbay olmuş. Yurttaşlarına,
    - Sakın, demiş, bu kapıyı aralamayın ! Bir kere aralarsanız, sonunu alamazsınız. Bu böyle bir kapıdır ki, bir parmak aralansa, günün birinde ardına kadar açılır.
    Bir zaman sonra bu akıllı kişi ölmüş. Onun yerine başkaları seçile seçile Başbay olmuşlar.
    Yine eskiden, her yerde, her zaman olduğu gibi o ülkede de sürüngenlerle öteki böcekler varmış ama, doğu kapısı kapalı olduğundan, doğudan hava girmediği için, bunlar olduklarından daha çok büyüyemez, üreyemezlermiş.
    Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek. O zamanın Başbayı, düşünmüş taşınmış, öbür adaydan üç oy daha çok alsa seçimi kazanacak.
    - Ben şu kapıyı üç oyluk aralarım!.. demiş.
    Dediği gibi de yapıp, Başbaylığı başkasına bırakmamış.
    Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar kapıyı aralamışlar. Biyandan da kapı temelli açılmasın diye, kendi adamlarına, kapıyı ardından ittirirlermiş. Kapı on oyluk, yüz oyluk, bin oyluk aralana aralana, gün gelmiş, ardına kadar açılmış.
    Gelgelelim Başbaylar, kapının hepten açık kalmasını istemediklerinden,
    - Dayanın, içerden itin! diye de kendi adamlarına emirler verirlermiş.
    İçeriden ite, dışarıdan ite, kapı kendi ekseni üstünde fır fır dönmeye başlamış.
    İşte o zamandan beri o ülkede doğu kapısı fır fır döner, ama Başbaylar da, hiç durmadan,
    -Dayanın yurttaşlarım, dayanın !.. diye bağırırlarmış.

Aziz Nesin

Memleketin Birinde adlı kitabından

Eski Roma'da Yaşayan Biri


    Anlatacağım olay, milattan önce 128 yılında geçti. Dikkat buyurun, geçmiş demiyorum, geçti diyorum. Ben bu olayı tarih kitaplarından almadım, kendi başımdan geçti.
    "Tenasüh" denilen ruh göçüne, yani şimdiki insanların çok daha önceki yıllarda başka kişilerin, hatta hayvanların kalıplarında yaşadıklarına inanır mısınız? İster inanın, ister inanmayın, bu beni ilgilendirmez. Ben dün gece, bundan ikibinseksendört yıl onceki hayatımı yeni baştan yaşadım. Daha "ruh-ül-kudüs" ebedi bakire Hazret-i Meryem'in karnına girmemiş, yani ortada Hazret-i İsa'nın ne adı, ne sanı var. Yıl, milattan önce 128... Ben Romalı bir yurttaşım. Plafium dağının eteğinde çok geniş bir bahçe içinde büyük bir villam var. Üç gece önce villama bir sürü konuk geldi: Valustus, Yulius Perus, Sompeius, Tiseron ve daha başkaları. Bütün dostlarım gelmişlerdi. Siz bunların hiçbirini tanımazsınız. Onun için kimler olduklarını kısaca anlatayım. Dostum Valustus, ünlü bir gladyatördür. Daha geçenlerde Kolesseum 'da çok tanınmış bir gladyatörle dövüştü. Bu sıkı dövüşü görmenizi çok isterdim. İki gladyatör ortaya çıkınca, Kolesseum' u dolduran altmışbin kişinin uğultusu insanı sağır edecek kadar yükseldi. Şimdiki zamanda parti toplantılarında, bir de milli takımların futbol maçlarında ancak bu kadar gürültü olur. Dostum Valustus, saygıyla Konsül'ün locasına döndü, Konsül' ü selamladıktan sonra,
    - Elveda saygıdeğer konsülümüz, Şimdi ölecek olanlar seni selamlıyor!.. diye bağırdı.
    Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz'e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı. Yerdeki gladyatörün, pınl pırıl parlayan tunç zırhlarının altında göğsünün kalaycı körüğü gibi nasıl inip çıktığı görülecek şeydi. Yenik gladyatör, elinin iki parmağını konsüle doğru uzattı. Öldürmemesi için af diliyordu. Coşan seyirciler,
    - Ölüm, ölüüüüüm!.. diye bağırdılar. Bu, tıpkı, futbol maçlarında seyircilerin,
    - Kovaaa! Kova! Ye onu!.. diye bağırmalarına benziyordu.
    Konsül, aslan pençesine benzeyen elini, locasının önünü örten, altın sırma işlemeli kadifeye uzattı, güldü. Başını yavaşça aşağı indirdi. Bu, Valustus'a işaretti. "Düşmanın işini bitir!..." diyordu. Valustus, mızrağını kaldırdı, yerdeki düşmanın kalbine sapladı.     İşte, dostum Valustus, böyle bir adamdır.
    Çağırdıklarımdan öbürü Yulius Perus benim savaş arkadaşım. Ünlü bir generaldir.
    Hellenizm krallığını yıkan ordunun başındaydı.
    Dostum Sompeius'e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici'ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.
    Dostum Tiseron gençliğinde Roma'nın en iyi araba yarışçısıydı. Şimdi şiirler, piyesler yazar.
    Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi. Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük. Şimdiki açılış törenlerindeki ziyafetler gibi bişeydi bu. Üç gün sonra kendimize gelebildik.
    Banyodan sonra vücuduma kokular sürdüm, harmaniyemi omuzuma alıp dışarı çıktım. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Komşum Plebius'un villasına gittim. Plebius,
    - Yarın ava çıkacağız, adamlarınla hazırlan!.. dedi.
    - Yarınki iş kolay, dedim, bugün ne yapacağız?
    Plebius parti arkadaşımdır. Bizim partiye büyük hizmeti vardır.
    - İstersen yarışlara gidelim, dedi, iddialı koşular var.
    - Yorgunum Plebius... dedim.
    - Öyleyse Büyük Amfi'ye gidelim, iyi oyun var.. dedi.
    Dostum Plebius'la Büyük Amfi'ye gittik. Hesapianus'un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus'a çatar yada Kuria Meclisine... Ya Konsül'ü yerer, yada Pretur'u. Kaç defa "Şu herifin işini bitirelim, şölende zehirli şarap verelim..." dedim. Bizim felsefeci Sompeius,
    - Roma cumhuriyettir. Bir cumhuriyette böyle şey olmaz. Herkes istediği gibi yazar da söyler de... dedi.
    Çok kızıyorum bu Hesapianus denen hergeleye. Ben Konsül'ün yerinde olsam, onu sirkte kudurmuş aç kaplanlara parçalatırdım. Onun leşini yiyen kaplanlar bile zehirlenirdi, pis herif..
    Halka da kızıyorum. Şu hergelenin yazdığı oyun oldu mu, Büyük Amfi'yi tıklım tıklım dolduruyorlar. Ama gelenlerden çoğu Pleb'ler. Patrici'lerden, yani öz yurttaşlardan pek az gelen var.
    Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu. Çok canım sıkıldı. Söve saya villama geldim. Ama ne o? Ne oluyor? Villamın önünde bir kalabalık. Kölelerim dışarı fırlamışlar.
    - Ne oluyor?.. diye sordum.
    Kölelerimden biri,
    - Efendimiz, dedi askerler oğlunuz Kabakius'u tutuklamaya geldiler.
    Oğlumu tutuklamaya gelen askerlerin başında dostum Yulius Perus vardı.
    - Bu ne iş bre Perus? Oğlumu neden tutukluyorsunuz?.. dedim. Perus,
    - Sebebini bilmiyorum ama, söylentilere bakılırsa, oğlun Kabakius bir şiir yazmış. Şiirin bir mısrasında "Roma'ya giden yollar kapalı" demiş.
    - E, bunda ne var? Lağım çukurları kazıldığı için yollar kapalı. Yalan mı söylemiş?
    - Belki de suçu bu değildir. Belki budur. Bilmiyorum. Herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemek bazan suç olur. Mercimekius'un neden öldürüldüğünü hatırlarsan. Roma'nın cumhuriyetle yönetildiğini herkes bildiği halde o, "Roma bir cumhuriyettir!" diye bağırdığı için öldürülmüştü. Ben tutuklama sebebini bilmem. Ama elimde tutuklama buyruğu var.
    - Yulius Perus, bu emri kim verdi? Çabuk söyle Jupiter hakkı için leşini sereceğim onun.
    Hançerimi kınından çıkardım. Yulius Perus elindeki kağıtları uzattı:
    - İşte senin düşmanın bu kağıtlar, dedi. Emir burada. Mars'ın üzerine yemin ederim ki, oğlunu ben kendiliğimden tutuklamıyorum. Sen de bilirsin ki ben ancak görevimi yapıyorum.
    - Evet, görev görevdir, dedim. Ama sana bu buyruğu veren kim?
    - Bucak Müdürü Polakius.
    Harmaniyemi savura savura Bucak Müdürü Polakius' e giderken yolda dostum felsefeci Sompeius'la karşılaştım.
    - Beberius, nedir bu telaşın, arkadan cehennem tanrısı mı kovalıyor?.. dedi.
    - Plüton beni çarpsın ki, bu Bucak Müdürü Polaikus'un canını cehenneme yollayacağım. Oğlum Kabaikus'un tutuklanması için buyruk çıkarmış.
    - Polakius kendiliğinden bişey yapmaz. 0 da biyerden emir almıştır.
    - Ben halis yurttaş patrici'lerden değil miyim Sompeius?.. diye sordum.
    - Evet, dedi, sen eski bir Romalısın. Romalı ana babadan dünyaya gelen soylu yurttaşsın.
    - Ben toprak, çiftlik ve köle sahibi değil miyim?
    - Evet Beberius.
    - Bu herifleri iş başına getirmek için oy vermedim mi?
    - Verdin Beberius.
    - Öyleyse bu iş bana yapılır mı? Bu haksızlık değil mi?
    - Haksızlık Beberius.
    - Öyleyse bu haksızlığı yapan bir suçlu var. Jüpiter hakkı için onu öldüreceğim.
    - Yemin etme Beberius. Eğer gerçek suçluyu bulabilirsen öldüremezsin. Hançerin suçlunun kalbine değil, kınına girer.
    - Büyük yemin ettim. Görürsün... dedim. 
    Harmeniyemin eteklerini uçura uçura, hançerim elimde, fırladım. Bucak Müdürü Polakius'a,
    - Doğruyu söylediği için oğlumu tutuklayan sen misin?.. diye sordum.
    - Benim suçum yok, işte kaymakamın verdiği yazılı buyruk... dedi.
    Kaymakama koştum. O da,
    - Ben aldığım emri yapıyorum, o kadar, dedi. İşte Roma Valisi Zıbarius'un emri. Valiye koştum.
    - Oğlumu sen mi tutukluyorsun?
    - Hayır Beberius. Doğru söylediği için bir gencin tutuklanmasına ben de üzüldüm.
    - Öyleyse suçlu kim? Bana bir sürü kağıt parçaları, dairelerin taş duvarlarını gösteriyorlar. Oğlumu, doğruyu söyledi diye bu kağıtlar, bu mermer duvarlar mı tutukluyor? Kağıtları mı hançerleyeyim ? Duvarları mı dişleyeyim ? Söyle, düşmanım kim?
    Zıbarius da bir sürü kağıt uzattı,
    - İşte Tribuna Meclisi' nin emri, dedi, üstünde üç tribün'ün imzası var. , Hemen soluk soluğa tribünlere koştum
    - Ben Roma için kanım döken Beberius değil miyim?
    - Kahraman Roma yurttaşı, partimizin en iyi üyesi Beberius' u selamlanz... dediler.
    - Selam da, kahraman da yerin dibine batsın! diye bağırdım. Oğlumu siz mi tutukluyorsunuz?
    - Biz bu işi nasıl yaparız? dediler. Konsül emir verdi.
    - Konsül mü? İsterse Konsül olsun, bu haksızlığın cezasını çekecektir.
    Hançerim elimde Konsül Oktamirus'un karşısına çıktım.
    - Söyle, benim düşmanım sen misin?.. diye bağırdım. 
    Konsül Oktamirus,
    - Çıldırdın mı Beberius, dedi, ben kral değilim, diktatör de değilim. Roma cumhuriyetle yönetiliyor. İşte oğlunun tutuklama emri burda.
    - Yine mi karşıma kağıtlar çıktı? Oğlumu bu kağıtlar mı tutukluyor? Birisi çıksın karşıma!
    - Bu emri Senatus verdi, Beberius. Senatus üyelerinin kararıyla oluyor.
    Rüzgar gibi fırladım. Mutlaka düşmanımı bulacaktım. Yolda o uğursuz herife rastladım, hani Şu Senatus aleyhinde yergiler, taşlamalar, alaylar yazan oyun yazan Hesapianus'la karşılaştım.
    - "Roma'ya giden yol kapalı" dediği için oğlumu tutukluyorlar Hesapianus, dedim. Bu haksızlık değil mi?
    - Evet, haksızlık... dedi.
    - Bu haksızlığı yapan kim? Düşmanım kim? diye soruyorum, bana üstünde emirler yazılı bir sürü kağıt gösteriyorlar. Söyle, ben kağıtları mı parçalayayım? Bu haksızlığı yapan suçlu nerede?
    - Suçluyu ne yapacaksın?
    - Jupiter hakkı için leşini akbabalara yem yapacağım. O da tıpkı dostum felsefeci Sompeius gibi.
    - Suçluyu bulsan bişey yapamazsın... dedi.
    - Yapamaz mıyım? Görürsün. Büyük yemin ettim. Bu kağıtları ilk çıkaran yeri arıyorum.
    - Hiç şüphesiz Senatus... dedi.
    - Evet... dedim.
    - Senatus üyeleri kimler?
    - Bizim partililer.
    - Onları kim seçti?
    - Ben!
    - Öyleyse daha suçluyu mu arıyorsun?
    Hançerimi kaldırdım, göğsüme sapladım. Beyaz harmaniyem ala boyandı. Suçluyu öldürmüştüm..
    İnsanın, eskiden hangi çağda, hangi kalıplarda yaşadığını hatırlaması kadar kötü hiçbişey yok. Aranızda benim gibi milattan önce 128 yılında Roma Cumhuriyetinde yaşamış biri daha var mı ?


Aziz Nesin,  
Memleketin Birinde adlı kitabından

İzleyiciler