26 Ağustos 2016 Cuma

Ömür Hanımla Güz konuşmaları


...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İn-
cecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi gör-
meden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz dü-
şünün ki Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tut-
mak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 

Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gi-
diyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar ka-
tından? 

Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bi-
lincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dö-
nelim. Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutamağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 

Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, va-
rolmaya, 'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dal-
gınlığımdan her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay ya-
kınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 

Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yü-
reğimde, kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi ka-
ranlıklar içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 

Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok ko-
nuşuyorlar ki...Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri ko-
nuşabilseydi dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 

Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 

Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek ya-
şamın kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...
 
Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir par-
çamız kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hü-
nerimiz kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duy-
gularımızın boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pen-
cereye...Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğneucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 

Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün ka-
lıplarından. Beni duy ve anla.
 
Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 

Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sü-
rünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kı-
rıklarıyla anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın so-
kaklarında, örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım ?
Şükrü Erbaş

Elli Kuruş


İster lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten sesiyle sokağa girerdi:

"Gazete, havadiis !"

Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için, bu ses, bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses beni yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filan lüzum görmeden cebine atar, donmuş burnu buhar kazanı gibi tüterek uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:


"Gazete, havadiis !"

Anlattığına göre, gazetelerden birinde tahsildarlık yaparken kötü bir kadının ardında evini, İstanbul'u bırakıp İzmir'e mi ne giden babasına annesi ilkin çok kızmışsa da, sonraları, “Ne yapalım? Bizden daha iyisini bulmuş olacak. Uğurlar olsun!" deyip kollan sıvamış. Karaköy' deki bir eczaneye girmiş. Görevi, boş ilaç şişelerini uzun tel saplı fırçalarla yıkamakmış. Bir, beş, on, yüz, bin şişe değilmiş ki, belki on binler, belki de yüz binlerce. İsteyeni olsa haminnesi hemen evlendirecekmiş onu, ama yokmuş isteyeni. Bir gün kendi kendine, "Şimdi herkes güzel kadın alıyor," demiş. "Benim gibi kara kuruyu kim ne yapsın 
?"


Haminnesi Tahtakale' de, tuzcuda çalışıyormuş. Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.

"Okumak istiyorum ağabey. İlk'i, sonra orta'yı, daha sonra da liseyi bitireceğim. Liseyi belki de yatılı sınavını kazanıp parasız okurum. Ama mutlaka okuyacağım. Kardeşim de. Babamıza benzemeyeceğiz hiç. Kardeşim diyor ki, o zaman babam ihtiyar olur. Saçı sakalı ak pak, elleri fitreye titreye gelir. Yalvarır.

 Acır mıyız ?"

Mevsim bahara dönmüştü ama gene de çok soğuktu.


"Sen ne karşılık verdin kardeşine ?"


Omuz silkti:

"Acımak lazım ama olmaz ki. Baba. Anneme sordum, canı çıksın, dedi. Haminnem ateş püskürdü. Fakat olmaz, dedim kardeşime. Annemle haminnemden habersiz..."

Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayiine. Bayii ana baba günü. Kendi gibi o kadar çok okullu çocuk varmış ki, bayii gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de, gazeteleri alırken bayiye kaparo vermek !


"Babamın bir arkadaşı vardı, Sabir Bey Amca, ona gittim. Annem duysa öldürürdü. Hele haminnem ! Ona da içerliyorum, varsa rahmetli kocası, yoksa rahmetli kocası. Kocası yani dedem polis miymiş Atatürk devrinde, komiser mi? Karakalem bir resmi var haminnemde, kırpık bıyıklarıyla iriyarı bir adam. Babam zayıftı. Güya torunlar çokluk dedelerine çekerlermiş. Nerde ? Benim de, Şadan'ın da bileklerimiz ipince. İnsan bol bol yemezse, değil mi ağabey ?”


Karne zamanı birkaç gün gelmedi. Meraklanmıştım. Sınavlar sırasında olduğu için, belki de sınava hazırlanıyor demiştim. İyi düşünmüşüm. Geldi pırıl pırıl sesiyle, öksürüyordu;


“Kusura bakmayın ağabeyciğim. Dersleri hazırlıyordum. Gece yarılarına kadar çalışıp, sabahleyin de erkenden uyanmak fena yordu. İki gün aksattım. Dilber Hanım öksürük için bir ilaç yazdırdı ama, nerde ?”


“Niçin ?”

“Beş yüz otuz kuruş be ağabeyciğim !”

Aklıma bir şey geldi:
“Ben sana bu parayı versem ?”

İçlere çökük gözleri, fırlak elmacıkkemikleri, solgun derisinin donukluğuyla yüzüme öyle bir baktı ki:

“Öksürük ilacını al diye…”

“Anladım ama, siz benim neyimsiniz ? Karşılığında benden ne isteyeceksiniz ?"

Kötüye yormuş olmasından korkmuştum. O:
"Babamın arkadaşı da bana para vermişti. Bayiye yatırdıydım. Sonra kazanıp götürdüm, almadı. Sende kalsın, dedi, yanağımı makasladı da paralarını suratına fırlatıp…”
“Ben o maksatla vermek istemiyorum ki…”
“Belli olmaz. Babamın arkadaşı da sonradan, o maksatla değil yavrum, dedi. Ben senin baba dostunum. Bir daha evinin önünden geçmedim. Eski bayii de. Ne kötü insanlar var şu dünyada… Haminnem, aman yavrum, kendinize dikkat edin, diyor. Pöh… Onun demesine ne lüzum var ? Çocuk muyum ben ?

Ona, gerekli beş yüz otuz kuruşu bir şartla vereceğimi söyledim:

"Şartım şu: Bunu, bana verdiğin gazetelerle ağır ağır ödersin. Oldu mu?"

Az önce öfkeden değişen hırçın yüzü yumuşamış, durulmuş, çocuksu hâlini almıştı:

"Şimdi oldu," dedi. "Demek siz..."
"Ben ne babanızın arkadaşı, ne de bayiyim. Benimki yardım. Bakıyorum okuma hırsı var içinde. Okuyup adam olma hırsı. Hoşuma gitti. Mesele bu..."

Gözlerini yüzüme çevirdi:

"Doktor olacağım ağabey !" dedi. "Bizim mahalledeki kör, topal, inmeli, sızılıları tedavi edeceğim, hem de parasız !"

Parayı verdim. Aldı. Yıldırım gibi uzaklaştı. Sokağın başından sesi geldi:

"Gazete, havadiiis!"

Günler geçiyor, her sabah saat gibi geliyor, gazetelerimi verdikten sonra ekliyordu:

"Üç lira kaldı borcum ağabey !"

Sonraları borcu iki liraya indi, bir liraya, daha sonra da elli kuruşa. En son gün gelir, iki gazetemi verirse borcunu Ödemiş oluyordu ki, gelmedi. Şaştım. Neden gelmemişti ? Elli kuruşumun üstüne yatabileceği aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Sakın herhangi bir trafik kazasında... Sanki gerçekten olmuş gibi içim parçalanıyor, hızla gelen bir taksi ya da bir hususinin altında kalmışçasına, kanlı bir insan yavrusunun her yanı kırılmış cesedi kafamda canlanıyordu.

Günler günleri, günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı. Unutmuştum. Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu, ondan da cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onun da bir başka hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.

Karların savrulduğu bir kış sabahıydı.Yazı makinemin başına geçmiştim. Şimdiye kadar hiç işitmediğim cılız bir çocuk sesi:

"Gazete, havadiiiis !"


O muydu ? Fakat hayır, olamazdı. Pek cılızdı. Penceremin önünde durmuş, ısrarla vızıldayıp duruyordu:


“Gazete, havadiiis !"


Aşağı indim. Her günkü sancıdan almıştım oysa gazetemi. Kapıyı açtım: Kısa pantolonlu, minnacık bir çocuk. Savrulan karlarla ıslanmış gazeteleriyle titreyip duruyordu.

"Ağabeyim, kusura bakmasın, dedi amca !"
"

Ne bu?"
"Elli kuruş borcu kalmış size de..."
"Kendisi nerede?"

Ağlamadı, hıçkırmadı. Taş gibi, "Öldü," dedi. "Dün Edirnekapı' ya gömdük..."

Elli kuruşu uzattı. Sonra çekip giderken:
"Gazete, havadis !"

Orhan Kemal

25 Ağustos 2016 Perşembe

Mor Külhani



1.Şiirimiz karadır abiler
Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir

Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler

2.Şiirimiz her işi yapar abiler

Valde Atik'te Eski Şair Çıkmazı'nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir

Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler

3.Şiirimiz gül kurutur abiler

Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın
Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga'ya kaçan
Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu
Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir

Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler

4.Şiirimiz erkek emzirir abiler

İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun
Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla
Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir

Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler

5.Şiirimiz mor külhanidir abiler

Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz
Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir.

Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler

6.Şiirimiz kentten içeridir abiler

Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla

Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler ?
Ece Ayhan

Gülşiir


Geceyarısı, karanlık bir bozkırda
Işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
içinde onca insan, içinde dünya...
Soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkum
Ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
Haklı olan kim bu kargaşada?
Ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
Ucu bucağı olmayan bu çığlığın
Ortasında nasıl barışılabilir?
Anlamak isterim, hangi yasa
Bir beşikle bir darağacını
Aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

Sorular sormak için geldim şu dünyaya 
Yasım acıların yasıdır
Boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
Yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
Ya da sabah yellerinden bir taçla
Yürüdüğüme inanırdım - yanılırdım
Geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
Bu söylencenin bir yerinde durakladım
Ve anlatamadım, konuşamadım bir daha.

Acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
Damarlarında uyuyan sevinci ödünç ver
Yitirdim çünkü onları da..
İlenmiyorum, el çırpmıyorum artık
Ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
Ne de geleceğime dair bir tasa.
Gelirken çan çalmıyor yalnızlık
Bir adam, bir sokak, bir ev
Yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca

Soruların vardı senin, ne çok soruların 
Gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
Bir fısıltı gibi başladı sevgim
Çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
Sonrası...Mutlu bile olduk bazı
Artık sen yadsısan da ne kadar
Ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
Anlatsın yollar, yollar, yollar...

Şimdi gece, soluğumu verdim içime
Az önce kağıtlara gül kuruları serptim
Dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
Öylece serptim, seni yazacağım diye
Sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın 
Aklımın almadığı bir yerde, öylesin
Şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
Bize artık yeter de artar bile...

Dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
En yakın dostlarımın birer birer
Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
Ölümünü gördüm, ama kimse
İnandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
Yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
Dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
Yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
Vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

Şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
Yüreğimi bir gün yollara atarsam
Bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
Suyumun çoğu senden yana akacak
Bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
Güldeniz, Gülekmek, Gülyağmur, Gülsarap
Gülaşk, Gülsiir, Gülahmet, Gülerhan
Ey gül yaşamım, yitip giden düşlerim!

Gecelerdi, solgun - sessiz tüterdi yüzün
Yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
Uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
Varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
Kokundu, bedenimi saran o ince buğu
Esintisinde usul usul yürüdüğüm
Ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

Sanki bir kız yürürdü yollarda
Evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
Kapımı açardı gümüş bir anahtarla
Sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
Tozlu kitapların yığıldığı odalarda
Kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tini
Yatağımda bedeninden bir oyuk.

Benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
Saçlarına saçlarına doğru titrerdi
Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
Titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
Geceyarılarını çoktan geçti
Bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
Ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
Süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

Bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
Seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
Bir akdeniz kentinde limon koklayan
Ve hep ufkun ardına bakan çocuk
Acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
Çaldı yüzünü bir yaşamlık
Geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
Şaire çıkar adı - az buçuk kaçık.

Yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
Oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
Gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
Bu dizeleri, satsınlar haraç-mezat
Doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
Ama haykıracağım laflarını tuzla kesip
Yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

Beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
Neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
Hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
Acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
Kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
Ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
Yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak
Adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyüzseksenikiyle
Üçyüzaltmışbeşi çarp - oradayım işte
Yorgun değilim, umarsızım yalnızca
Geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
Gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
Uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
Onlara köprü olacak bir beden yoksa da..

Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
Boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

Her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
Yaşamımın bir dilimini özetleyen
Unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
Donuyor bir gülüş tek bir dizede
Yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
Çivileniyor beynimin bir yerlerine
Geride -hayır- acılar filan da kalmıyor
Bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

Nefret ediyorum ve seviyorum seni
Girdiğin bütün kapıları açık bırak
Birazdan git diyebilirim çünkü..
Çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini 
Tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
Çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
Uzayan, akan bir irin yolu gibi.

Sözcükleri güden çobanları var kalbimin
Beynimin yaşamı saran kıskaçları
Bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
Yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
Sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
Ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
Böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

Çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
Yollarda bir  savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
Gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
Susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
Donup kalır sesim kendi göğünde
Onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

Yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
Kendi içimde ya da uzak yollarda
Bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
Bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce..
Bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
Irmakların birleştiği o nokta benim
İtilip tekmelendiğim bütün kapılarda
Bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

Bir gün anlarsın beni neden suskunum
Dünya içimde konuşurken böyle
Bedenimi aşıyor yorgunluğum
Karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
Bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
Ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

Adını çoktan unuttun yüzün aklımda
Ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
Ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
Bunun için ben Gül dedim sana..
Yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
Kökleri toprağı saramaz olur
Üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan

Söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
Çizerim yüzünü kuşların kanatlarına 
Her çırpınışta gökyüzüne dağılır
Yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

Kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
Parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler

Yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
Ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
Bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
Büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
Ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
Gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

Sana artık bir sığınak olsun bu şiir
Noterlere ver onaylasınlar - her hakkı saklıdır
Düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
Yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
Öyle acemilikler yaptım ki ben
Hiç kalır bu şiir onların yanında ve
Nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

Görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
Çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
Aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
Bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
Yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
Kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
Bir yeniyetmen in altını çizeceği dizeler benden
Senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak...
Ahmet Erhan

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Alişim

Gidenler gitti Alişim,
Boş kaldı ceketin sağ kolu…
Hadi köyüne döndün diyelim,
tek elle sabanı kavrasan bile
Sarı öküz gün görmüştür,
Anlar işin iç yüzünü!
üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün
Ağanın davarlarına geçer…
Kim görecek kepenek altında eksiğini
kapılanırsın boğaz tokluğuna.
Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman
beklesin mızrabını.
Sağ yanın yastık ister Alişim
sol yanın sevdiğini.
Kızlarda emektar sazın gibi
Çifte kol ister saracak !


Rıfat Ilgaz
(Resim: Bedri Rahmi Eyüboğlu - Efe, 1940)

Gidişini Anlatıyorum


Sen gidiyorsun ya işine yetişmek için
Saçlarını, gözlerini, ellerini
Neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya
Her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak
Termometrede yükselen çizgi çizgi
Kim bilir nerelerde soğuyorsun

Senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen
İnsan insan bakan gözbebeklerin
Beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta
Beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder

Ne gelirse onlardan gelir bana
Çalışma gücü yaşama direnci
Mutluluk gibi kazanılması zor
Mutluluk gibi yitirilmesi kolay

Bir açarsın ki mutluyum
Bir kaparsın her şey elimden gitmiş
Rıfat Ilgaz 
(Soluk Soluğa adlı şiir kitabından)
(Resim: Eren Eyüboğlu)

Kimliksiz

Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol


Rıfat Ilgaz

Gökkuşağından Darağacı


Şimdi'nin bedeni yok,
Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
                      taşını kokluyor
                      yontu dağılıyor...

Şimdi'si yitik
            bundan boyuyor
            boyuyor evine aldığı
            ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
            ve geleceği ve her yanını;
            dal kırılıyor...

Şimdi'si yitik
            diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
           sonsuzun sessizliğiyle
           sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
                 yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
            bundan yazıyor
            yazıyor enine boyuna
            içini ve dışını ve yeri
            ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
                 o inince batıyor
Nilgün Marmara

Kan Atlası


Emel'e
     "Ben babamın yuvarladığı
       çığın altında kaldım." (*)

Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
          her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
          sarmış bedenini çığlıklarken bunu
                                           su içinde...

Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında
                                     uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
             sızdıran hayret taşında.
Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim,
bir damla süt yerine bu ağu kim?"
ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
                  -boy atmış da salgıları,
                   cücelmiş sezgileri-
bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...

Ey, yüzleri
               bir babakuş gölgesine
                                   çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri marş!

Nilgün Marmara

(*) Ingeborg Bachmann




23 Ağustos 2016 Salı

Düşü Ne Biliyorum


Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
 
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
 
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
 
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
               düşler marketinin,
 
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
               gördüm ben!

Nilgün Marmara

Fotoğraf: Josef Koudelka

Eski Bir Yara

Ben, annemden üç yaşında öksüz kaldım. Babam, kasabamızdaki Guraba Hastanesinin kapıcısıydı.
Eskiden jandarma onbaşısı imiş... Attan düşmüş... Ayağı kırılmış... Üç ay hastanede yatmış... Fakat tamamıyla iyi olamamış... Bastonsuz gezemezdi... Topal, jandarma olamayacağı için işinden çıkarmışlar... Fakat çoluk çocuk sahibi bir adam olduğunu düşünerek yattığı hastanenin kapıcılığına kayırmışlar...
O vakit, evimiz çok kalabalıkmış... Annem, büyükannem, dul bir halam, iki de kardeşim... Bu altı nüfus babamın eline bakarmış... En arkaya kalan annem de gidince biz evde iki kişi kalmışız...
Babam, sabahleyin hastaneye giderken beni uzak akrabalarımızdan bir ihtiyar kadının evine bırakır, akşam dönerken alırmış... Bir elinde zenbili, bir elinde ben, baba oğul evimize gidermişiz... Bu zamandan aklımda kalan şey, ufak ufak gübre yığınlarıyla dolu bir bahçede tavuklarla oynadığım ve ara sıra kocakarıdan dayak yediğimdir.
O vakitler babama çok sıkıntı veriyormuşum... Sakat bir adamın bütün gün yorulduktan sonra, bir de geceleri çocuğa bakması müşkül iş... Fakat beni çok sevdiği için şikâyet etmezmiş... Bazı geceler uzun uzun ağlarmışım... Besbelli kocakarıdan yüz bulamadığım için geceleri ona nazlanırmışım.
Komşular bu sese nasıl tahammül ettiğini sordukları vakit babam: "Ev halkı söz birliği etmiş gibi birer birer çekilip gitti. Eski şenlikten bir onun sesi kaldı. Çok görmeyin!" dermiş.
Dört, beş yaşıma gelince ona iyi bir arkadaş hatta muavin olmaya başladım.
Bu zamanları çok iyi hatırlarım. İhtiyar akrabam ölmüştü. Artık hastaneye beraber gidip geliyorduk. Çok meraklı olduğu için beni kat kat giydirir, başımı boynumu yeşil bir yün atkı ile sararak hastane kapısı önündeki küçük kulübeye oturturdu.
Hâlime göre vazifelerim de vardı. Mesela hastane bahçesine giren köpekleri değnekle kovalamak bana ait bir işti. Hatta doktorlar için bakkala da gider gelirdim.
Mühim vazifelerimden biri de hastaneden çıkan cenazeleri takip etmekti. Bu kimsesiz ölülerin arkasında ekseriya hastane imamından, bir de benden başka cemaat bulunmazdı.
Babam, konuşmayı çok seven tatlı dilli bir adamdı. Evde benden başka insan olmadığı için, çaresiz benimle konuşurdu. Hem de yaşlı başlı bir insanla konuşur gibi.
Bana aklı erdiği kadar ahlaktan dinden, tarihten hatta politikadan bile bahsederdi. Her işimizi kendimiz görürdük. Moskof muharebesinden kalma türküleri söyleyerek çamaşır yıkar, tahta siler, sökük dikerdik.
Böyle böyle on iki yaşıma geldim. Fakat çok çelimsiz, kavruk bir çocuk olduğum için kimse bana, sekizden fazla demezdi. Onun için yaşlı başlı adamlar meclisinde, mesela geçinme müşkülatından, aile dirliksizliklerinden yahut belediyenin yolsuzluklarından en pişkin ve sefadide insan gibi bahse başladığımı işitince herkes şaşakalırdı. Fakat ne de olsa çocuktum. Bu çocukluk, bana öyle bir iş ettirdi ki bugün kırk beş yaşında, damat, gelin sahibi bir insan olduğum hâlde elan acısını unutamam.
Memleketimiz, bitip tükenmez zeytin ormanları arasında şirin, sakin bir kasabaydı. Yaz, kış üstünden güneş, etrafından yeşillik eksik olmazdı. Şiddetli yağmuru, fırtınası bile olmayan bu memlekette, bir gün en beklenilmez bir kıyamet koptu: "Muharebe!.. "
Hudut, dört saat ötemizdeydi. Kasaba, birkaç saat içinde alt üst oldu. Ahalinin bir kısmı çoluk çocuğuyla gerilere kaçıyordu. Fakat kimsesizler, fakirler buna çare bulamıyorlardı. Biz, tabii, kalanlar arasındaydık. Babamın vazifesi vardı. Sonra bugünden yarına yiyecek ekmeği yoktu. Kasaba bir kışla hâline geldi. Çarşılar kapandı. Boş evler asker tarafından işgal edildi. Bozuk kaldırımlı sokaklardan gece gündüz süvari kafileleri, top arabaları geçiyordu.
İki gün sonra uzaktan uzağa top sesleri başladı. Ben korktukça babam ya bir şey bildiğinden yahut da sırf beni teskin için:
— Korkma Halil... Düşman buraya gelmeyecek. Askerlerimiz inşallah onları darmadağın edecek, uzaklara doğru sürüp götürecek, diyordu.
Babamın sözleri doğru çıktı. Bir iki gün içinde top sesleri yavaş yavaş uzaklaştı, sonra büsbütün kaybolup gitti.
Bu muharebe, uzaklardan geçen bir fırtınaya benzemişti. Gelen haberler çok iyi idi. Askerlerimiz düşmanı önüne katmış sürüp götürüyordu.
Kaçanlardan bir kısmı geri geldi. Çarşıda tek tük dükkânlar açıldı. Fakat kasaba, o kışla hâlini bir türlü kaybetmiyordu. Muharebeye giden taburlar hep oradan geçiyorlardı. Kasabada erkek kalmamış gibiydi. Eli silah tutanlar asker olmuşlar, yahut gönüllü çeteleri teşkil ederek ordunun peşine takılmışlardı.
Babam da bunların arasındaydı. Fakat doğrusunu söylemek lazım gelirse o, kendi isteğiyle gidenlerden değildi. Bana demişti ki:
— Oğlum, bizim doktorlar muharebe yerine daha yakın bir yerde hastane kurmaya gidiyorlar... Yaralıları buraya kadar getirmek güç olacak. Ellerinde işe yarar adamları az... Hastanenin eski emektarı diye beni de götürüyorlar... Vazifeden kaçılmaz... Zaten gideceğim yer uzak değil... İki üç saatlik bir köy... Haftada bir iki defa yine seni görmeye gelirim... Artık kocaman oldun. Komşulara da tembih ettim. Sana bakıverirler, dedi.
Babamdan ilk defa ayrıldığım ve evde yalnız kaldığım için ilk günlerde biraz mahzun olmuştum. Fakat çabuk alıştım. Gitgide bu hürriyetten hoşlanmaya da başladım. Eskiden babam beni burnunun dibinden ayırmazdı. Şimdi geceye kadar mahalle çocuklarıyla sokakta, kırda oynardım.
Babam, haftada bir iki kere beni görmeye geleceğine dair verdiği söze sadık kalmıştı. Sık sık izin alıyor, cepheye gidip gelen nakliye arabalarından birine binerek kasabaya geliyordu.
Geleceği zamanları da öğreniyor, kasabadan yarım saat uzaktaki bir köprü başında onu karşılamaya gidiyordum.
— Vay benim Halil'im, diye yüzümü gözümü öpüyordu.
Adamcağız, her defasında, yıllardan beri hasretimi çekiyormuş gibi ağlıyor:
Babam, bana bir kırmızı mendil içinde yiyecek getirirdi: Peksimet, kahve şekeri, zeytin, un, yağ hatta et... Sonra gaz, kömür, sabun gibi şeyler almak için bir bakkalda da bana kredi açmıştı. Bundan başka ihtiyat olarak para da bırakırdı.
O yokken âdeta bir ev efendisiydim. Kendi elimle yemeği hazırlar, yatağımı yapıp kaldırırdım, odamı temizler, çamaşırımı yıkardım. Hatta bazen büyük adam gibi eve misafir davet ettiğim de olurdu.
Bu, bana bir büyük adam gururu verirdi. Babamın evde kaldığı geceler geç vakte kadar ocak başında oturur, konuşurduk. O, bana muharebe hakkında yaralılardan aldığı havadisleri, bire on katarak anlatır; masala, destana benzeyen bitip tükenmez sözler söylerdi.
Bir gün babamın mendilinden bir sustalı çakı ile bir altın halka, bir de meşin kaplı defter çıktı.
Babam, derin bir of çektikten sonra dedi ki:
— Halil! Dün gece hastanede dağ gibi bir babayiğit öldü... Hüdai Halim, babam öldüğü zaman bu kadar yanmadım... Bu delikanlı bir gönüllü çetesiyle cepheye gitmiş... Birçok kâfir öldürmüş... En sonra düşman bu çeteyi bir dere kenarında sıkıştırmış. Gönüllüler birer birer şehit olmuşlar... Bir bu delikanlı kurtulmuş... Tek başına kalınca yıkık bir su değirmenine saklanmış... Birçok aramışlarsa da bulamamışlar... Akşam ortalık kararınca çıkmış... Bizimkilerin tarafına doğru geliyormuş... Yolda üç düşman askeri rasgelmiş... İki neferle bir çavuş... Davranıp silah çekmelerine meydan vermeden üzerlerine atılmış... Üçünü de tepelemiş... Bu çakı, yüzük ve defteri düşman çavuşunun cebinden almış... Ne çare ki boğuşma esnasında o da birkaç yerinden yaralanmış... Kanı aka aka bizim hastaneye getirdiler... Üç gün yaşadıktan sonra dün gece sabaha karşı öldü... Öleceğini anladıktan sonra bu yadigârları bana bıraktı... Kıymetli bir hatıradır... Dolabın gözüne kitleyelim de dursun...
İkimizin de uykusu yoktu. O gece, sabaha kadar bu delikanlıya acınıp ağladık. Babam zaten yufka yürekli bir ihtiyardı. Ben de on iki yaşında cılız, içli bir çocuk...
Aradan bilmiyorum ne kadar zaman geçti. Muharebe başlarken birkaç gün içinde darmadağınık olacağı tahmin edilen düşman askeri dayanıyordu.
Şehirde kıtlık başgöstermeye başlamıştı. Herkes düşünceliydi.
Fakat çocuklar için bu muharebe hiç bitip tükenmeyen bayramdı. Ne mektep vardı ne arayıp soran... Asker gibi çocuklar da hep bir arada tabur hâlinde sokakları dolaşıyorlar, oyun oynuyorlardı. Bu çocuklardan ekserisinin cephede babaları, kardeşleri, akrabaları vardı. Onların kahramanlıklarına ait vakalar anlatırlar, kendilerine bir iftihar payı ayırırlardı. Hele bilhassa Hristiyan çocuklarıyla konuşurken...
Babası, kardeşi hakkında anlatılacak vakası olmayanlar pek azdı. Ben de bunlardandım. Topal bir hastane hademesinin hangi kahramanlığıyla iftihar edebilirdim?
Bu acı, beni yalancılığa sevk etti. Babamın en ehemmiyetsiz bir vakayı süsleyip püsleyerek kocaman bir hikâye hâline getirmek huyu besbelli bana da geçmişti.
Çekmecedeki saklı çakıyı, yüzüğü, cüzdanı cebime koydum. Yabancı mahallelerin yabancı çocuklarına karışarak dolaşmaya başladım.
Hastanede ölen genç gönüllünün vakasını babama mal etmiştim. Fakat hikâyeyi inanılacak bir şekle sokmak için çok değiştirmiştim. Babam bir gün yaralıları taşımak için cephede dolaşırken bir düşman çavuşuna tesadüf ediyor, onu öldürüyordu. İnanmayan olursa cebimden çavuşun resimli cüzdanını, yüzüğünü, çakısını çıkarıp gösteriyordum.
Çocuklarda değil, büyüklerde de harikulade şeylere inanmak ihtiyacı o kadar çoğalmıştı ki benim bu hikâyeme de inanıyorlardı. Babamın sakat ayağını bin meşakkatle sürüyen, tavuk kesmekten ürken kocakarı gibi bir adam olduğunu nereden bileceklerdi!
Bir gün kasabada bir kıyamet daha koptu. Ordu bozulmuş, geri geliyordu. Ahalinin büyük bir kısmı ricat eden ordunun peşine takılarak tekrar kasabadan çıktı, biz yine kaldık. İki gün sonra düşman askeri mızıka çalarak kasabaya giriyordu.
Seyyar hastane dağılmış, babam kasabaya dönmüştü.
O fakir sakat hastane hademesi, ben minimini bir çocuk olduğum için korkacak bir şeyimiz yoktu. Yalnız düşman askeri geldi. Birisi gâvurca anlamadığım bir şeyler söyleyerek elimden tuttu, beni iki sokak ötemizdeki karakola götürdü. Orada birkaç zabitle altı çocuk vardı. Bunların beşi Hristiyandı. Türkçe bilen bir zabit:
— Bu mu?
Diye sorarak çocuklara beni gösterdi. Onlar: "Evet." diye tasdik ettiler. Zabit, bu sefer bana döndü:
— Çocuk... Senin baban bir şeyler yapmış... Bunlara söylemişsin... Bize de anlat bakalım... Korkma, doğrusunu söylersen bir şey yok, dedi.
Fena hâlde korkmuştum. Sadece:
— Yalan... Ben söylemedim, diye inkâr ediyordum.
— Bunlar ne, diye eliyle arkamdaki kapıyı gösterdi. Beni evden almaya gelen askerlerden birinin elinde sustalı çakıyı, cüzdanı, defteri gördüm.
Zabitler, aralarında gâvurca bir şeyler konuşarak bu eşyayı elden ele gezdiriyorlardı. Bana artık bir şey söylemediler. Birisi kolumdan tutup sokağa attı.
O akşam, babamı düşmana silah atan birkaç sivil Müslümanla beraber kurşuna dizdiler.
Sonradan anlattılar ki babamı, elleri kelepçeli olduğu hâlde, süngülü askerler arasında kasabadan çıkarmışlar... Bastonu elinde olmadığı için topal ayağıyla arkadaşlarına yetişemiyormuş... Geri kaldıkça düşman askeri arkasından süngü ile dürtüklüyormuş... Giderken gözü hep yol kenarındaki çocuklardaymış... Besbelli onların arasında beni de görmeyi ümit etmiş...

Reşat Nuri Güntekin

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Deli Kızın Türküsü

I

Sabahleyin

Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim
Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Eliniz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem
Uzanmışım gölgeliğe bir başıma
Şu uzaktan tükenmez yalnızlıktan
İçten içe ürküyorum ama
Böyle de iyiyim

Siz dayanılmaz bir “Günaydın”sınız
Sabah sabah insanı ayağına getiren
Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren
Siz çocuk ağızlı bir “Günaydın”sınız

Çocuk ağzınızla biraz daha durun
Gittiğinizde güz gelmiş olacak

Güz gelirken bir yanı kara sevdalarla
Avcumda bu yavru kuş varken tedirgin
Sizde tutunacak yaslanacak kollar
Biraz daha durun biraz daha
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu götürmeyin

Akşamüstü

Yollarda akşam dönüşü yorgun argın
Siz yoksunuz şiir yazan ellerim yok
Yarımla dışa dönmüşüm yarım susken
Çizginin üstündekiler yüz yüze
Koca bir gün ne yapmışım nasıl yaşamışım
Haberim yok

Dokunup çekilen bir şarkı rüzgarla
Vakti yalanlıyor sıcak sıcak
Sinema dönüşü iş dönüşü yahut bahanesiz
Beyazın tam ortasında bekliyorum
Ya gelmezseniz ne olacak

Maviyi kaldırın kara koyun sırasıdır
Bana yeni tutkular gerek bıktım
Bir solukta buz gibi yaşamak isterim
Beni öldürürse bu umut öldürür

Gece Türküsü

Alıp ayaklarımı yollardan şöyle rahat
Tam kendimi bulacakken
Kim getirir sizi başucuma
Kim kaldırır uzun uykunuzdan

Başlar gecenin oyunu delice
Dizlerime yükselir bir deniz
Anıları küçük yıldızlar gibi karanlıkta
Yanıma yöreme indirirsiniz

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem
Uzak uzak gitmede fayda yok
Şimdi bütün şehirler birbirine benzer
Bir kendi kendime doyasıya
Bu gece sussanız dinlensem
Ne gezer

II

Şimdi insanların yalnız kolları var
Ve ben delice bir şey istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var
Ve ben başımı koyuyorum

Tuttu bir alacakaranlık bastı
Bütün şehirler birbirine benzedi
Saklı köşem bir daha aldattı ellerimi
Ellerimde iki üç isim kaldı

Adına yakılan mumlar İsa’nın
Yana yana bitti umutsuz
İsa, resimleri kadar güzel değildi
Biri kardeşliğimi aldı gitti
Şimdi ben delice yaslanmak istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var

III

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan

Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden

Gülten Akın, 1955

İzleyiciler