2 Mart 2021 Salı

Davet

“şunları bir araya toplayayım.
Bir güzel muhabbet edelim” diye düşündüm.

Mutfak işinden de anlarım.
Donattım sofrayı.
Bayağı uğraştım.
Hepsinin, ayrı ayrı ne
yemekten, ne içmekten
hoşlandığını iyi bilirim.
Bayağı da para gitti.

Birinin yediğini öbürü yemez.
Ötekinin içtiğini beriki içmez.
Dört kişilik sofra kurdum.

Mumları da yaktım.
Bak hepsi, Erick Satie severdi.
Hatırladım.
Müziği de ayarladım.

Geldiler.

20 yaşında ben,
35 yaşımda ben,
40 yaşımda ben ve
bugünkü ben dördümüz.

Birden yirmi yaşımı, otuz beş yaşımın karşısına oturttum.
Kırk yaşımın karşısına da, ben geçtim.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.

Yatıştırayım dedim.
“Sen karışma moruk” dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.

Evin de içine ettiler.

Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine …

Can Yücel

"Harese nedir bilir misin oğlum ?"

"Harese nedir bilir misin oğlum ? Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım:
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir.

Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında ‘kendini öldürdüğünü’ anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur...”

Zülfü Livaneli, Huzursuzluk 



Kuşlar Bana Bıraktı Şarkılarını


Kuşlar bana bıraktı şarkılarını 
Ve ben koştum
Yürek atışına tarlaların. 

Kanımın derinliklerine in,
Derinliklerine in,
Derinliklerine ekmeğin.
Yalın bir yurdumuz olsun.
Yasemin bir düşün beklediği
Her günkü Ahmed 
Saf ve basit Ahmed
Nasıl kaldırdın ayrılıkları
Meyveyle taş arasında
Kurşunla geyik? 
Arap Ahmed diren!
Kuşatma altında gezeceğiz
Ulaşıncaya dek kıyısına
Ekmeğin ve dalgaların.
Öleceğiz düşü uğruna
Bir yurdun
Ve bekleyen yaseminlerin.. 

Mahmud Derviş

Kalıt

 
Acım, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur.

Her insanın kendince bir tarihi vardır
Bir seyir defteri, ağaca atılan çentik belki
Hani bir gün dönülür de bir şeyler anımsanır.

Kimsesizim, dalsızım, duraksızım şimdi
Yaşamla aramda çözülmedik ne kaldı?
Bütün köprüler atılmış, yollar yokluğa çıkmıştır.

Yaralarımı sağaltacak söz nerde?
Bazı kitapların altı çizili yerlerinde mi?
Şimdi her çizgiye bir kan yolu yürümüştür.

Tanımlara sığmayan sözlerim varsa da
Bir gün, kendini deşen hançerden öte
Bir şey olmadığım nasılsa anlaşılır.

Şaire ölmek yaraşır, filiz sürerken şiirleri
Tufanların alıp götürdüğü bu toprakta bitek
Birkaç sözcük mutlak kalacaktır.

Acım, beni bir gün, beni bir gün boğabilir
Kalırsa bir çığlık benden kardeşler
Koruyun saklayın onu ne olur...

Ahmet Erhan
Fotoğraf: "İncir Reçeli" Film Karesi

Üç yüz otuz üç

Nasıl sıcak. Klimalar da çalışmıyor. Sordum girişteki görevliye, uzun boylu, yakışıklı da bir oğlan. Bıyıkları salmış kara kara. Bir artiste benziyor ama kim çıkaramadım. Maalesef arızalı hanımefendi, dedi. Kalın sesi kara bıyıklarına yakışıyor. Tavanda bir pervane var ama aksak ritimle dönüyor. Üç fır fır, bir duruyor, üç pır pır, bir duruyor. Sanki görünmeyen bir mehteran takımı marş çalıyor da pervaneyle delikanlının kara bıyıkları marşa uymuş salınıyor.

Otur otur hem sıkıldım hem de dizlerim ağrıdı. Pervane iki fır fır etti, ben kalktım, iki dolandım. Pervane durdu, oturdum. Pervane bir pır pır etti, ben kalktım, bir dolandım. Pervane durdu, ben oturdum. Kara bıyıklı hem de kara kaşlı oğlan bana baktı, iki çift laf edecek de cesaret edemiyor gibi. Başını kaldırıp baksa pervaneyle dans ettiğimi fark edecek ama o bir savurduğum eteklerime, bir sağa sola sallanan avize küpelerime bakıyor. Küpeler omuzlarıma, etekler bacaklarıma değdikçe daha da coştum.

Derken numaram yandı. Pervane dansa devam etti. Ben, eteklerim ve küpelerim dansı mecburen bıraktık. Azıcık soluklandım, dans ederken çantamın gözüne koyduğum numara kâğıdımı çıkardım. Ellerim de terli, numaram silinecek. Parmak uçlarımla tuttum kâğıdı, havada savura savura bankoya yanaştım. Kimse yok. Az önce oradaydı, şimdi yok. Ben numaramı çantamdan çıkarana kadar bankodaki görevli firar etmiş. Tuvalete gitmiştir. Hava sıcak tabii, içiyoruz suları, içiyoruz çayları. Beklerim.

Bekliyorum, gelen giden yok. Başımı kaldırıp kontrol ettim, e işte üç yüz otuz üç, benim numaram. Yüksek sesle tekrar okudum, böyle dudaklarımı büze büze. Pervane dans ediyor, ben bekliyorum, bileydim dansa devam ederdim. Sonra bilgisayarın yanındaki pembe kahve tabağını fark ettim, ama fincan yok, görevli de yok. Herhalde fala niyet edip kapattı da tutsun diye yıkamaya gitti fincanı. Azıcık daha bekledim, sonra yine bekledim. Pervane de üfüre üfüre beni dansa davet ediyor ama ben bekliyorum. Numaram yandı, aman sıram yanmasın.

Sonra gülüşmeleri fark ettim. Usul usul gülüyorlar. Baktım, ilerideki masanın etrafında toplaşmışlar, iki kadın, bir de adam. Kadınlardan birinin elinde pembe bir kahve fincanı var, önümdeki tabağın fincanı. Üçü birden boyunlarını fincanın içine uzatmışlar, kafaları tokuştu tokuşacak. Kadınlardan irice olanı mırıl mırıl bir şeyler söylüyor, diğer kadınla adam dikkatle dinliyorlar, arada da tatlı tatlı bakışıyorlar.

Bakar mısınız? diye seslendim. Duymadılar. Pervanenin bir tur dönmesini bekledim. Sesimi yükselterek tekrar seslendim. Bakar mısınıııız?

Üçü de ağır ağır kafasını çevirdi,  tokuşmaktan kurtuldular.

-Benim numaram yandı, pervane on sekiz tur döndü, ben hâlâ bekliyorum.

-Efendim?

-Numaram diyorum, üç yüz otuz üç, sıram geldi.

-Ne vardı sizin?                                                                 

-Böyle uzaktan mı söyleyeyim?

Kadınlardan fala bakılanı istemeye istemeye yanaştı, yerine oturdu, fincanı tabağına bıraktı. Öbür kadınla adam da yerlerine geçtiler. Adam otururken önce göbeğini kaşıdı, sonra benim işimi görecek kadına cilveli bir yan bakış attı.

-Evet, ne vardı sizin?

-Su faturamda adres değişikliği yapacağım. Taşındım da.

-Eski ve yeni faturalarınızı verin.

-Eski faturam yok ki, sanırım taşınırken attım. E yeni fatura da gelmedi, yeni evimi bilmiyorsunuz. Tarif etmeye geldim işte.

-Eski faturanız olmadan işlem yapamam.
Sesi azıcık yükselmiş mi ne!

-Siz bilgisayardan göremiyor musunuz? Bugüne kadarki faturalarımın geldiği adres işte.

Kadın hızla kafasını kaldırdı. Kafa kalktığı halde gıdısı iki kat olmuş, tıpkı bir balon balığı gibi şişmiş, bir dikenleri eksik. Başladı bağırmaya. Sesi de nasıl tiz, kulaklarımı tırmalıyor.

-Ablacım, fatura olmadan işlem yapamıyoruz dedik ya? Neden anlamıyorsunuz?

Göbeğini kaşıyan adam bu sefer bana yandan ters ters bakıyor.

İşte o anda karanlık tarafa geçiverdim.

Hiç öyle bakmayın. Herkesin içinde vardır karanlık bir taraf. Bazıları geçer, hep orada kalır. Bazıları ara sıra geçer, sonra yine döner. Bazıları gidip gidip gelir. Bazıları eşiğine kadar gelir de kendini tutar, aydınlıkta kalır. Bazıları o karanlığın farkındadır ama hiç bulaşmaz, pırıl pırıl parlar.

Ben? Ben de işte ara sıra…

Başımı hızlıca salladım, salladım ki küpelerim şangırdasın. Dirseklerimi bankoya dayadım, bileziklerim şıkır şıkır geriye yığıldılar. Kırmızı saçlarımı yüzümün sağına soluna düşürdüm. Gözlerimi belerttim. Aramızda kalsın, bu pozu aynada çalışmışımdır. Bazen işte böyle gerekebiliyor. Siyah ojeli işaret parmağımla kadına az yanaş manasına bir hareket yaptım. Şaşırdı ama usulca yanaştı.

-Sen benim numaramın farkında mısın?
Anlamadı kadın. Hâlâ balon balığına benziyor. Aynı parmakla yukarıdaki dijital tabelayı işaret ettim.

-Üç yüz otuz üç, dedim, dudaklarımı bir iyice büzerek.                                                                        
Kadın hâlâ tabelaya bakıyor, kafasını çok kaldırdığı için gıdısının katları ikiden teke düşmüş.

Sesimi iyice alçalttım.

-Üç yüz otuz üç nedir, altı yüz altmış altı’nın yarısıdır. Peki altı yüz altmış altı nedir?

Fısıldadım.

-Şeytanın sayısı.

Kadın artık balon balığı değil, balıkçı tezgahındaki ağzı bir karış açık bayat levrekler gibi bakıyor.

-Cehennem boş biliyor musun, çünkü tüm şeytanlar burada.

Karşımdaki yüz kâğıt beyazına döndü, gözlerin ışığı söndü, levrek iyice bayatladı.

Başımı eğdim, çenemi bileziklerimin üzerine dayadım.

-Silahları bilemem ama çok bekleyen insanı şeytan doldurur.

Kadıncağız oturduğu yerde hafifçe geriledi.

-Benim bu tatlı kızıl saç boyamın numarası bile altı yüz altmış altı, bu bir tesadüf olamaz, değil mi?

Gözlerimin akını çıkara çıkara biraz sustum. Kadının iyice oltaya gelmesini bekledim.

-Şu fincanı versene, ben çok iyi fal bakarım, dedim aynı uğursuz sesle.

Kadın hipnotize olmuş gibi uzattı fincanı.

Akları karartıp kıstım gözlerimi.

Hımm, dedim, ohooo, dedim, vay vay vay, dedim, eyvah, dedim. Dudaklarıma müstehcen bir gülümseme kondurup yan bankodaki adama baktım. Adam artık göbeğini kaşımıyor. Tabii tabii, dedim, olur belki, dedim, ama çok dikkat et, dedim. Hadi allah kurtarsın, diye de falı bitirdim, fincanı geri uzattım.
Kadın levrek hallerini bırakıp kızgın suda haşlanmış ıstakoza dönmüş. Fincanı tabağa geri bıraktı.

Bileziklerimi, küpelerimi şıngırdata şıngırdata saçlarımı kulaklarımın arkasına ittim. Gözlerimin karasıyla akını dengeledim.

-Şimdi numaram sönmeden şu bilgisayarda benim eski adrese bir bakıverseniz, dedim neşeyle.

Kadın önce kıpırdamadı, sonra titrek parmaklarıyla klavyenin üzerinde iki tık tık yaptı. Evet, dedi usulcacık. Eski adresiniz burada görünüyor. Hah, dedim. Bak yeni adresimi de bu kâğıda yazdım, kayda alıverirsiniz artık. Hadi hadi, bas artık üç yüz otuz dört’e.                                                                     

Istakoz’un az önce çantamın dibine atıverdiğim kalemini, bankoya doğru şaşkın ve ürkek yürüyen üç yüz otuz dört’e uzattım, lazım olabilir, dedim.

Pervaneye baktım, dans etmekten yorulmuş olacak ki durmuş. Madem öyle dansımı solo yaparım ben de. Çantamdan yelpazemi çıkardım. Az önceki ritimle yüzüme yüzüme salladım. Üç fır fır, dur. Üç pır pır, dur.

Önce bankodaki ıstakoza, sonra da kapıdaki bıyıklı mehterbaşına, fır fır pır pır bir selam çaktım.

Dışarıdaki sıcak aydınlığa çıktım.

Berrin Yelkenbiçer

edebiyathaber.net (4 Şubat 2021)

Fotoğraf: Nat Farbman



1 Mart 2021 Pazartesi

Kavşakta


artık gelince biliyorum, önceleri korkardım
şöyle ufak bir şey, sudan kaçmış ayışığı
otuzbeşbin atlının dağdan gelen yankısı
önceleri açılıp gider sanırdım her şeyi
her şeyi açılıp gider sanırdım, bir kez şiire konmuşsa
menekşeler, bademler, büyük adamlar, kutsal olan ne varsa
şimdi bir çekiç ve bir alan yetiyor çaresizliği anlamaya
örneğin bir eczanede bir koku duyuyorum
tamam.

oysa ben eczaneye bir ilaç için girmiştim
sirozluyum, yada mitral darlığım var, ülserliyim belki de
niyetim bin yıl direnmektir bu halde bile
romaymış, bizansmış, cumhuriyetmiş, bilmem neymiş, bahane
turuncu bir çiçek açarmış bir yerde akşamüzerleri
eskiden büyük adamlar geçmiş topuz gibiymiş her biri
(o koku)
hangi budala söylüyor artık bu sözleri
el ettim birisine, bir başkasına giymediğim şapkamı çıkarttım
ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne berikiyi
daha demin uyanmıştım, az önce, baktım
vakit akşam.

hayrola yunus kazım, hayrola karlı dağlar
hayrola karlı dağlar, hayrola yunus kazım
geceniz bereketli olsun, gününüz sağlam
ben geldim gittim işe yaramayan şeyler topladım
kancalı iğne, balık oltası, tabanca, bomba filan
dağ gölgesi, köşebaşı, odun ve duman
bu arada başağı tanrı bildim, mührümle onayladım
ağaçlara ve otlara çocuklar gibi baktım
kurda kozaya öyle, kalem kağıda öyle
derken bir ihanet gibi vurdu gözüme her şey
anlatamam.

ilaç milaç bok püsür.
şuramda bir şeyler var
sahiden bir şeyler var
haykırmadan anlatamam.

Turgut Uyar

28 Şubat 2021 Pazar

Eski Sinemalar


karanlığa dağılan o çocuk ben miyim
beni mi kovalıyor tabancalı adamlar
ıssız sarayların güngörmez prensiyim
yalnızlığımı belki de aşk tamamlar
bilmek zor hangi filmin neresindeyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar

galiba tahtabacak korsan gemisindeyim
prensesler cariyem akdeniz bana dar
günlerdir teksas’ta eşkıya izindeyim
hızlı tabanca çeken üstüme kim var
tarzan zor durumda yetişmeliyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar

kanlı bir sarışınla şanghay trenindeyim
takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar
yabancılar lejyonu’nda fransız teğmeniyim
belki harp divanından idamım çıkar
bitmiyor nedense başlayan hiçbir film
ne yapsam içimde o eski sinemalar

Attilâ İlhan

Marlene Dietrich in “Shanghai Express” (1932) / Jack Stalnaker



Berber Sami


(Berber Sami abinin anısına…)

Bekçi, mezarın ayakucundaki karaltıya sessizce arkasından yaklaştı.

Kenardaki toprakları mezarın üzerine taşıyan adamın omuzuna, copunun ucunu bastırarak seslendi.

– Sakın kıpırdama.

Adam sıçrayıp, bir an için korkuyla ayağa kalkmaya yeltendiyse de omuzundaki copun ağırlığıyla tekrar dizlerinin üstüne çöktü. Eliyle damağını kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra kalbini tuttu.

– Yüreğime iniyordu.

Adamın yüzünü görmek için “Dön!” diyen bekçi, copunu yavaşça geri çekti.

– Ne yapıyorsun bu saatte burada? Hırsız mısın lan yoksa sen?

– Aman abi ne hırsızı…

– Hırsız değilsen gecenin bu vakti ne işin var mezarlıkta? Çıkar bakayım kimliğini… Yavaş haa… Bir yanlışta yakarım bak karışmam.

Yavaşça elini cebine götüren adam cüzdanını çıkarıp kimliğini bulup bekçiye uzattı.

– İşte abi buyur kimliğim.

Aldığı kimliği ışığa tutmak için havaya kaldıran bekçi, bir adama bir kimliğe baktı.

– Adın ne?

– Adnan.

– Bu saatte burada ne işin var Adnan?

– Mezar ziyareti diyelim abi.

– Anlaşıldı, senin ziyaret bu gece nezarethanede bitecek herhalde… Bu saatte mezar ziyareti mi olur ulan? Dalga mı geçiyorsun? Gündüzler torbaya mı girdi?

– Abi vallahi kötü bir niyetim yok.

– Onu bunu bilmem, yürü karakola gidiyoruz.

– Aman abi gözünü seveyim.

– Ne bileyim ben senin mezarlığa hırsızlık için girmediğini?

– İzin ver ispatlayayım abi.

– Nasıl ispatlayacaksın ulan? Her şey gün gibi apaçık ortada.

– Yalanım varsa yarına çıkmayayım, nah şu mezarda yatan Sami abi için geldim vallahi.

Bekçi, gözlerini Adnan’dan ayırmadan, temkinli adımlarla mezarın başına doğru ilerleyip taşı okudu; “Sami ………. , ruhuna El Fatiha.” Ardından bir iki fısırtıyla dudaklarını kıpırdatıp ellerini yüzüne değdirerek “Amin.” dedi.

– Gerçekten de Sami’ymiş merhumun ismi. Ama senin de önceden okumadığını nereden bileyim?

– Vallahi değil abi, kendisini yakından tanır çok severdim. Yarın bir hafta olacak.

– Bunlar ispat sayılmaz.

– Böyle fakir bir semtte, böyle fakir fukaranın mezarında ne olacak da hırsız olsun abi? Bugüne kadar burada bir tane hırsızlık vaka’sına rastlanmış mı hiç?

– Bak bu doğru ama ya ilkine ben şahit oluyorsam.

– Pekiyi abi kazmaktan başka çarem kalmıyor o zaman.

– Delirdin mi ulan katiyyetlen olmaz. Hem günah zaten. Hem de adamı görüp ne yapacağım? “Evet bekçi bey, bu arkadaş benim ziyaretçimdir.” mi diyecek merhum? Tövbe, tövbee beni de günaha sokuyorsun bak.

– Yok abi, olur mu hiç öyle şey? Ben kazayım derken, ayakucuna küçük bir kutu gömdüm onu çıkarıp gösterecektim.

– Allah, allah… Ne kutusuymuş ulan bu? Kaz çabuk. Ulan sen nasıl Müslüman evladısın? Günah değil mi böyle şeyler bizim dinimizde?

– Abi vallahi de, billahi de Sami abinin vasiyetiydi. Kutuda da sadece bir makas, bir tarak, bir de ustura var. Tıraş kutusu yani… Merhum, berberdi de.

– Hiç de böyle şey duymadım. Firavun mu lan bu, eşyalarını da yanına gömüyorsun.

– Yok be abi. Garibanın, yalnızın, boynu büküğün biriydi Sami abi. Ben kendimi bildim bileli bizim mahallenin berberiydi. Benim babam daha ben doğmadan ölmüş, o da babasız büyümüş, belki bu yüzden birbirimizi iyi anlardık, hep kollardı beni. Yeri geldi baba oldu yeri geldi arkadaş oldu.

– Çıkart kutuyu. Eğer varsa öyle bir kutu, bırakacağım lan seni. Az manyak değilmişsin sen.

– Kutuyu geri koyacak mıyız abi?

– Hele bir çıkart da düşünürüz.

Adnan bir yandan mezarın ayakucuna yakın bir yeri yavaş yavaş eliyle açıyor, bir yandan da başında dikkatle kendini gözleyen bekçiye Berber Sami’yi anlatıyordu.

– Gostivar’dan gelmiş zamanında, kendi deyimiyle “Güçmen”di. Bizden çok severdi buraları. Hep azla yetinmesini bilen, buraların bolluğunu kıymetini bilmediğimiz için bize kızan, candan, olduğu gibi biriydi.

– Dur bakayım! Dur! Ne var öyle senin ceketinin cebinde?

– Bir şey değil abi. Tekel birası.

– Ulan hiç mezarlığa içki sokulur mu?

– Kendime değil abi… Sami abiye.

– Ohoo! Sen iyice sıyırmışsın. İşimiz var senle.

– Vasiyet abi, vallahi vasiyet, yoksa böyle bir şey yapar mıyım hiç? Söz verdim bir kere, boynumun borcu. Sami abi Tekel birasını elinden düşürmezdi. Beyaz önlüğünün cebinden çıkarttığı şişeden bir fırt çekip arkasından da üzüntülü üzüntülü başını sallar ve karşısındaki kim olursa olsun “Tito gitti, Yugoslavya bitti.” derdi. Ahh! Sami abi, ahh!

– Değişik bir adammış.

– Bir tanısaydın sen de severdin abi. Dükkânının bulunduğu pasajın üstündeki düğün salonunda bir düğün olmasın; davul zurnayı duyar durmaz koltukta bıraktığı, yüzünün yarısı köpüklü müşteriye bile aldırmadan hemen dışarı fırlardı. Ayağında beyaz sünger tokyolarla yukarı çıkar, davetlilerin “Bu da kim?” diyen bakışları altında pistin ortasına atlar, ellerini taa havaya kaldırıp başının üstünde birleştirerek, döne döne oynamaya başlardı. Çalan hava ne olursa olsun hiç ayırt etmez, biraz neşesini bulunca da cebinden birasını çıkarıp bir fırt aldıktan sonra mutlaka mutluluklar dileyip, cebindeki üç-beş kuruşu da ya geline, ya damada takar, tekrar dükkana dönerdi.

– Aşağıda bekleyen müşteri bir şey deyip kızmaz mı peki?

– Kızmak mı? Ne kızması, onun öyle tatlı bir dili vardır ki ne yaparsa yapsın kızmak kimsenin aklına bile gelmez.

– Diyelim biri kızdı.

– Kimse kızmaz diyorum… Ama diyelim biri kızdı; hemen eliyle koluyla karşısındakine öyle bir ciddi ciddi “Gostivar’da gürdüm ben bir deprem, te booyle karşıki dağların ucu değerdi bizim evin önüne. Olsaydı şimdi deprem, daha iyiydi?” derdi ki, kim olsa dayanamaz güler, kızgınlığı falan kalmazdı.

– Çıkarttın mı? Ver bakayım şu kutuyu.

Adnan’ın çekine çekine kendisine uzattığı kutuyu eline alıp kapağını açan bekçi gerçekten de kutunun içinde söylenenler olduğunu görünce neredeyse hiç şaşırmadı.

– Önce inanmadım ama ne yapalım vazife. Kontrol etmek zorundayız biz de. Senin elinden yüzünden belli zaten temiz biri olduğun. Al bakalım koy bunu yerine.

– Dedim ya abi vasiyet, yoksa ne işim var benim mezarlıkta bu saatte. Hayır, gündüz millet görüp başka bir şey düşünür diye yani.

Adnan, yerine koyduğu kutunun üstünü kapatırken bekçi sordu: “Hiç evlenmemiş mi?”

- İlk geldiğinde bir öğretmenle evlenmiş ama bir iki yıl sonra çocukları olmayınca, öğretmen hanım bunu boşamış. Benim anladığıma göre, içmeye bu yüzden başlamış olsa da bu olayın ardından yıllar geçtikçe Sami abi bunu da kendince eğlenceli hâle getirmişti. Soranlara da nerden bulduysa artık, yanında taşıdığı bir kâğıdı çıkarıp okurdu “Refakat-i yek vucudane neticesi, kelime-i muammayı izdivacın hali hep aynı…”

– Sen nasıl aklında tuttun bunu be?

– Sen de her gün elli kere duysaydın…

– Demek ki adamın içine yer etmiş acısı.

– Hem öyle… Hem öyle değil… Bir garip durum, bir garip adam. Hem neşeli hem üzüntülü. Bir tek bu değil ki, beğendiği her şeyi böyle yazar, yanında taşırdı.

Mesela ne zaman iki üç arkadaş içmeye, dışarılara bir yere gitsek, yine muhabbetin bir yerinde gülerken bu ayağa kalkar, inatla cebinden çıkardığı kâğıtlar arasında bir şeyler arar, en sonunda da bir peçetenin üstüne yazdığı şarkının sözlerini bulur okumaya başlardı; “Baharın gülleri açtı. Ah! Yine mahzundur bu gönlüm. Etrafa neşeler saçtı, beyhude geçti bu ömrüm.” Sonra dayanamaz ağlardı, bizi de ağlatırdı.

Adnan işini bitirip mezarın yanına oturunca, bekçi de Adnan’ın yanına oturdu. Anlattıkça daha da bir hüzünlenen Adnan sigarasını çıkarıp bekçiye tuttu. İkisi de sigaralarını yakınca Adnan derin bir nefes çekip anlatmaya devam etti.

– Sami abinin pek sağı solu belli olmazdı, hem neşeli, hem üzüntülü dedim ya; gülerken birden ağlar, ağlarken birden gülerdi. Bilmeyen deli sanır ama bir anlatsın sen de ağlarsın. Dükkânında kömür sobası vardı ve her zaman o sobanın altında küllere gömülü birkaç patates olurdu. Müşterisi varsa müşterisine, yoksa yoldan geçen çocuklara külde pişen patatesleri kendi ellerinle soyar, ağızlarına yedirirdi. İstemeyen, ağzını büzüştürüp, kendini geri çeken olursa “Gostivarda radyo çeksin diye dedem antene takardı patatesi. Evde kalmayınca lukma, gece kalkıp çiğ çiğ yerdik gizlice dedemden. Beğenmiyorsun şimdi sen şuncağızı?” deyip, birden ağlamaya başlardı.

Ya da birden, evden getirdiği torbayı kaptığı gibi dükkânından fırlar, çocukça bir neşeyle gülerek kuşlara bayat ekmek ufalamaya başlardı. “Kuşları çok seviyorsun Sami abi.” deyince başlardı gülerek anlatmaya: “Çok kurtardım ben unlardan be askerdeyken, sabahları su içeyim derken fark etmez bunlar suya girince ayakları buz tutar, hapis kalırlar su birikintisinde. Uçar ama aklı yoktur unların, ne yaparsın”

– Allah rahmet eylesin, iyi bir adamcağızmış. Burada çekmiş orada çekmez inşallah.

– Çok sulu gözdü Sami abi. Cennete gitse ağlayacak bir şey bulur yine o. Gagarin’den öncekilere bile ağlardı.

– O kim ki?

– Rusların kozmonotu, uzaya ilk çıkan insan.

– Ona neymiş ki elin gagalısından?

– Gagalı değil Gagarin, Yuri Gagarin ama o da ona ağlamıyordu ki zaten. Ondan öncekilere ağlıyordu. Bana hep derdi ki: “Bak Adnan, bunlar derler ya Gagarin uzaya ilk giden adamdır diye, gürmedim ümrümde boyle yalan. Gagarin ilk dönebilendi, süylemezler onu. Undan ünce bilmem ki kaç kişi gitti de dönemedi, kaldı taa uracıklarda. Na kaldır başcağzını bak hepten mezarlıktır uralar. Yazık günahtır be ya bilim için feda etmiştir bunlar kendini, gürür müsün ilim irfan aşkını?”

– Buna ağlıyor muydu esastan?

– Hem de nasıl… İki gözü iki çeşme.

– Kalk o zaman dök şu “Tekel”i berber Sami abimizin üstüne. Ama bir daha da gece vakti görmeyeyim seni buralarda. Kalk, kalk bakma öyle…


Tarkan İkizler

Kâr Etmez Ahım Sen Gülizâre

Kâr etmez ahım sen Gülizâre 
Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre
Olsam da geçmem bin pare pare 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare 

Ko aksın yaşım billâhi silmem 
Mecnunun oldum güzelim terk edebilmem
Kessen de başım senden kesilmem 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Avare bülbül memendi bülbül İnler senin'çin güzelim ruz-i şeb ey gül N'ettinse naçar ettim tahammül Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Vur beni akmaz Billâhi kanım 
Mecnuna döndüm güzelim yok mu imanın
Sabra mecalim varsa da varım 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Çekmez bu derdi efendim herkes 
İster kabul et güzelim ister başım kes 
Gurbet ellerde kalmışam bî-kes
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare 

* Kesilmek: Kopmak, ayrılmak
* Ruz-i şeb: Gece ve gündüz
* Naçar: Çaresiz

Derleyen ve notaya alan: Nida Tüfekçi
Yöre: Kerkük


27 Şubat 2021 Cumartesi

boşluğun tütün mavisi

yağmuru taşıyan sokaklarda
sigaramı gezdiriyorum
boşluğun tütün mavisi

kuş sesiyle irkilen küçük bahçeden
ve salıncağı kaçan ağacın dilinden
aynı baharı sevdik
biz tırpanın ağzında çiçek
aynı ateşin soluyan külleriyiz
aynı portakalın dilimi
şişedeki cin…
erteleyip durma denizimi
neysek oyuz deme
dağınıklığını al gel!


Can Adalı

kader her şeyi bilir




























kar, sokağa adım izlerini bırakıyor... 
bir kedi sıcak bir köşe arıyor, umarsız değil
coğrafya çalışıyor bahçedeki ağaçlar, hayat bilgisi yarın sinemada ilk gösterim...
biraz belgin doruk hüznü var ev sahibinde
çakmağın gazı bitmiş, yeni öykü karşı sayfada
feridun çölgeçen robdöşambr ile zengin olurdu filmlerde
aşkı biri saklasın, kim vurduya gidecek bu filmde

buraya da kar yağıyor, burası da ıssız bir cehennem
geçen yıl deniz kıyısında oturan bir evdeydim, rüzgâr misafirimdi.. 
kış parmaklı çocuklar gelirdi aklıma her üşüdüğünde
kuşların yüzü kaç kelimeydi, doktor bilir mi?
kaç uzaklık, kaç yalnızlık, kaç özlem... 
eve dönen sevgili bir kentin adından daha kalabalık değil mi?
sakın unutma, kaderin her şeyi bildiğini...

Can Adalı





Şehri Unutan Adam


Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün, insan­ları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman, karşıma ilk çıkan insan, bir küfeci çocuğu oldu.
Kirli, soluk yanaklarına, çıplak ayaklarına merhametle değil, sevgi ile baktım. Zaten otelin kapısından bu niyetle çıkmamış mıydım? Onu kucaklamak, köşedeki kunduracıdan ona bir lastik ayakkabı, biraz ilerdeki Yahudiden bir beyaz ke­ten pantolon almak arzusuyla durdum.
- Ne bakıyorsun, efendi, dedi, hamal mı lazım?
- Yok çocuğum, dedim.
Gel sana, bir pantolon, bir ayakkabı alayım, demek üzereydim. Fakat gözlerini görünce vaz­geçtim. Onlar bir acayip hastalığı benim sevgi dolu gözlerimde yakalamak istiyor gibi dikkatli, yakalamış kadar mustarip ve haindiler.
Bununla beraber, yirmi beş kuruş çıkarıp ver­dim, yürüdüm. Arkamdan koşup iade etti. Yüzü­nü görmedim, fakat elleri kararlı idi.
- Her sakallıyı baban zannetme, anladın mı?
Yirmi beşi aldım. Cevap vermeden yoluma devam etmek istedim. Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.
Ayakucuma düşüp kırılan neşemi gözlerimle topladım. Ters yüzüne evime dönüp odama ka­vuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola… Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda, düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum.
Düşünmeye başladığım zaman, nasıl filmler­de bazı kırılan otomobillerin aksamı tekrar birbi­riyle süratle buluşup birleşirlerse, benim de içim­de kırılan şey, öyle birleşti. Tekrar neşemi bul­muştum, insanları sevmek arzusuyla sokağa çıktım.
Akşam oluyordu. Köşe başındaki tütüncüye uğradım. Güneş, satılmamış edebiyat mecmuaları­nın üstündeydi. Tütüncü dükkanındaki edebiyat mecmualarıyla aynı dükkâna vuran akşam ışığı arasında bir nükte, bir hayal yakalayabilmek için bakmaktaydım.
Lirayı tütüncüye vermiştim. Bana uzun bir zaman geçmiş gibi geldiği halde, ne liramın üstü, ne de tütün paketi bana verilmişti. Dükkâncıdan tarafa bakmaya mecbur oldum. Lira burnumun ucunda sallanıyordu.
- Bu, sağdan sola yırtık beyim, geçmez. Yu­karıdan aşağı olsa, geçer ama, böyle geçmiyor.
- Nasıl geçmez yahu, pekâlâ geçer, ben nasıl aldım?
- Kanun var efendi. Para koruma kanunu.
Kanunları bilmemenin, insanları cezadan kur­taramaz olduğunu biliyordum. Kanuna karşı gele­mezdim. “Deminki yirmi beşliği aradım, bir türlü bulamadım, yürüdüm.
Cebimden bir başka lira çıkarıp cıgara almak işime gelmiyordu. Kanunlardan kaçamak noktaları çıkarmak yalnız avukatların değil, her vatandaşın hakkıdır. Onun için bir başka tütüncüye aynı lira ile müracaatı.zeki bir hareket buldum. Bu tü­tüncü, lirayı aldıktan sonra paketi vermiş, para­nın üstünü iade ederken benim acelemden ve te­laşımdan şüphelenmiş olacak ki, verdiğim liraya bir daha bakmak zekâvetini gösterdi. Gülümseye­rek;
- Bir başka lira lütfederseniz iyi olur, dedi.
- Niçin?
- Bu geçmez de…
İzah ettirmeden lirayı geri aldım. Bütün fikri­mi ve muhayyelemi apaçık söyleyen aptal ve acayip gözlerim tütüncülerin yüzüne dikilmeden, kı­zarak tütüncü tütüncü dolaştım. Nihayet parayı geçiremeyeceğime kanaat getirmiştim. Cüzdanım­da daha hiç katlanmamış yepyeni bir liracığım da­ha vardı. Bir on bir buçukluk cıgara için bozdurul­maya kıyılmayacak kadar yeşil, hareli, kıvrak lira­mı evirdim çevirdim, fakat sonunda bir cıgara, ta­hammül edilemeyecek bir arzu gibi vücudumu sardı. İlk defa yaklaştığım kadına duyduğum hırsla, nasıl parayı bozdurup paketi açtığımı ve dudaklarıma cıgarayı nasıl koyup ateşlediğimi hatırlayamıyorum.
Mavi duman, bir bilek damarı gibi kabartılı ve sıcak, dudaklarımdan çıktı. Sevdiğimin parma­ğını öptüğüm zamanki bulanık bir haleti ruhiye içinde cıgaramı emiyor, yeniden kendimi on sekiz yaşına dönmüş sanıyordum. Kırılan neşemin son vidası, bir hayat hızıyla yerine yerleşmişti. Mesut­tum, insanları sevmek, şehrin yanan elektrikleri­ne karışmış sarı altın kuşlar avlamak, birine mer­haba demek, öbürünün tüylü ensesini avuçlamak, biraz ileridekinin güzel parmaklarını avuçlarıma almak…
- A, herif deli midir nedir, gülüyor.
Şakrak kızlardı. Her taraflarında bir kenar mahalle kokusu vardı. Lehçeleri derli toplu, aksantonikli* idi. İki arkadaştılar. Güneşten yanmıştıIar dirseklerinin yukarısında sıkılmış yaz kostüm­lerinin içinde buram buram terli aşk ve güneş fış­kırtıyorlardı. Yukarıki, “Aaa, herif deli midir, ne­dir?” cümlesini söyleyenin yüzüne, yine gayri şuuri aşkımla gülmüş olacağım ki, kendini tutamadı. Tatlı tatlı sırıttı. Cesaret aldım; peşlerine düştüm. Hızlı yürüyorlardı. Yetişmek için güçlük çekiyor­dum. Arasıra dönüp bakıyorlardı. Servet-i Fünun mısraları ile dolu, kurunuvustai fedakârlıklar ya­pacak gibiydim.
Ne söyleyebilirdim? Birkaç defa cesaretle ve kafamda hazırlanmış bir cümle ile kızlara yanaş­tım. Sonunda cümlemi beğenmedim, söyleyemedim. Beceriksizliğime küfrederek yine biraz arka­da kalmıştım. Bu sefer onlar durmuşlardı. Çekine çekine yürüdüm. Tam yanlarına yaklaşınca gele­cek bir ilhamla elbette güzel bir şey söyleyecektim. Gençken şair değil miydim? Muhakkak ilham bu bunalmış ânımda yardımıma hızır gibi yetişe­cekti. Hemen hemen yanlarındaydım ilham kana­dını sürmüştü. Cümlem hazırlanıyordu. Dişlerim kelimeleri çiğniyor, hazırlıyor gibiydi. Birden, bu sefer deminki cümleyi söyleyen değil de arkadaşı;
- Efendi, dedi, biraz daha peşimizden gelir­seniz, sizi polise vermeye mecbur olacağız.
Çırılçıplak Rum çocukları nerde ise etrafımızı alacak, nerde ise Fransızca konuşan tatlısu Frenkeri birbirlerine yine Fransızca vaziyetimi izaha kalkacaklar, nerde ise civelek, güzel matmazeller, büyümüş gözlerini pabuçlarımdan şapkama kadar gezdireceklerdi.
Geri dönmüş, kaçmak üzereydim. Kalantor, şişman, temiz giyimli, bomba yanaklı, mebus ve ya müteahhit kravatlı bir adam;
- Efendi, dur bakalım, dedi. Kadınlara sataşmaya utanmıyor musunuz? Vaziyetinize bakan da; sizi bir efendi zanneder, terbiyesiz herif.
Kadınlardan biri;
- Aman, bırakınız beyefendi, dedi, böyle adamlarla bir olmaya gelmez.
Neşem son haddini bulmuştu. Vidalarım sıkıl­mış, delk* ve temas yerlerim yağlanmış gibiydi. Bir makine homurtusuyla ıslık çalarak uzaklaştım. Bir şoför, yanımdan geçerek;
- Aldırma be delikanlı, dedi. Ne olacakmış?
-Aldıran yok be anam, dedim. Ne olacak?
Ardımdan birkaç kişi, “Sarhoş,” dediler.
Sarhoştum. Hava, elektrikler, şehir beni sar­hoş ediyordu. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.

Sait Faik Abasıyanık
(Varlık 58) , 1 Aralık 1935 – Semaver adlı öykü kitabından

Aksantonik: Vurgu
Delk: Sürtme, sürtünme


İzleyiciler