7 Mart 2021 Pazar

Kan Var Bütün Kelimelerin Altında

Posta arabalarından söz et bana
Kan var bütün kelimelerin altında
Ezop'un şu lanetli dilinden söz et
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık birgün olabilir bugün
Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara
Bir çay şöyle yağmurların kokusunda
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte durup dururken surda
Bir yelpaze gibi açıldı sesin
Güzün en gürültülü kanadında
Göğün en ince dalında
Kan var bütün kelimelerin altında
Umulmadık bir gün olabilir bugün
Bir çeşme gibi akabilir cumartesi
Çığlığındaki sessiz harfler
Dün gecenin ağırlığıdır damarlarında
Ne güzel konuşur sokak satıcıları
Fötr şapkalarıyla ne kalabalıktırlar
Ve çiçekçi kızların göğüsleri
Daha suçsuzdur kırlangıç yumurtasından
Kan var bütün kelimelerin altında
Yaprağını dökecek ağaç yok burda
Ama ışık sökebilir olanca renklerini
Sürekli işbaşındadır belleğin
Tanık şairler arasında
Oyuncu arkadaşlar arasında

Yolculuk bir kafiye arayabilir
Atının kuyruğundaki düğümde

Ölüm bir kafiye arayabilir
Ak gömleğinde

Yol bir kafiye arar ve bulur
Dönemeçlerin benzerliğinde

Kan var bütün kelimelerin altında
Bir gül al eline sözgelimi
Kan var bütün kelimelerin altında
Beş dakka tut bir aynanın önünde
Kan var bütün kelimelerin altında
Sonra kes o aynadan bir tutam
Beyaz bir tülbent içinde
Koy iç cebine
Bütün bir ömür kokar o ayna
Kan var bütün kelimelerin altında
İşte o kandır senin gülüşün
Sızmıştır hayatın derinlerine
Siyahtır orda kırmızıdır
Daldan dala atlar
Sever çocuklara anlatılan masalları
Ama iş savunmaya gelince
Yalnız alevi savurur
Ve güneşin solmaz çekirdeğini
Yalnız doruklarda

Umulmadık bir gün olabilir bugün
Kan var bütün kelimelerin altında

Cemal Süreya

Fotoğraf: Ara Güler

Çılgın Nar Ağacı

Kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığı
Bu beyaz avlularda, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı
Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan
Rüzgârın inadıyla, fısıltıyla; söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Şafakta yeşeren yapraklarının ışıltısıyla
Bir zafer sevincinin renklerini coşturan?

Çayırda çıplak kızlar sarışın kollarıyla
Yeşil yoncaları biçmek için uyandıklarında - 
Uykunun sınırlarında dolaşarak - söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
İçinin saflığıyla kızların yeşil sepetlerini ışığa
Ve adlarını kuş cıvıltılarına boğan, söyleyin,
O çılgın nar ağacı mı dünyanın bulutlu gökleriyle savaşan?

Kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyip
Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Kaçmaya kalkan atın yüz kamçılı yelesine sarılan,
Hiç acınma, hiç yakınma bilmeden, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Ufuktan şimdi doğan bir umudu haykıran?
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, bize uzaktan
Serin alevli yaprakların mendilini sallayan,
Doğum sancısı içinde bin bir geminin,
Bin bir kere yükselip alçalan dalgaları
Bilinmedik kıyılara uzanan bir denizdeymiş gibi,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı, havanın saydamlığında donanıp gıcırdayan?

Başı taa havalarda, ışıyan ve övünen mor salkımlarla,
Tehlikelere açık, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını ışıkla parçalayan,
Ve günün, üzeri türkülerle işli sırmalı örtüsünü
Boydan boya yayan, söyleyin, o çılgın nar ağacı mı,
Günün ipek giysilerinden bir anda soyunup kurtulan?

Söyleyin, ilkin büzgülü etekleriyle Nisan'ın,
Sonra yaz şenliğinin ağustosböcekleriyle gülüp oynayan,
Öfkelenen, her türlü gözdağını kara kötülükten arıtıp
Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen,
Söyleyin, o çılgın nar ağacı mı bu, her şeyin,
En gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren?

Odisseus Elitis

Çeviri: Cevat Çapan
Resim: Hayal İrtegün (Tuval Üzerine Yağlıboya)

Has Kumandante Margosyan

“Dublin’in, bu kentin görüntüsü bir gün yeryüzünden silindiğinde, bir rehber kitap gibi, Ulysses’e bakarak, yeniden eksiksiz bir biçimde kurulsun istiyorum…”(James Joyce)

Mıgırdiç Margosyan’ ın yirmi dört ayar tarih ve sosyoloji kıymetindeki kitaplarına bakarak da Diyarbakır’ın Hançepek mahallesi, küçeleri yeniden kurulabilir…  Bir kentin hem “sahibi” hem “sakini” olmak nasıl bir şeydir? O, Diyarbakır’ın hem “sahibi” hem “sakini”dir… Hem “gurbet” hem “sıla…” Diyarbakır’ın hem “içinden” hem “dışından…” Hem “bağ elması” hem “dağ elması.” Taşlarda, dillerde, küçelerde nice hayatlar yaşayan kara çocuk… Has hemşehri… Şehr-i emin…“Gâvur Mahallesi”nin özeti... 
Saçları korkudan uzamayan çocuklardan mıdır, bilemiyorum… Diyarbakır’da birbirimizin yolunu kesip, iki satır konuşmak için oturduğumuzda ben susarım. Susarım ki, anlattıklarına çırak olup bir şeyler öğreneyim. Ne söylerse dinlerim, bazı cümlelerinde dinlenirim… Ne çıkarsa bahtıma halini baştan bilirim. Mıgırdiç de peşrev olmaz, ne çıkarsa tarihtir çünkü. Dinlemeye geç kalmam, kalırsam tarihe ve hatıralara geç kalmışımdır. Hatırladıklarını dinlerken neleri bile-isteye unutup içine "sır"ladıklarını merak ederim. Hafızasının unutma ve hatırlama biçimlerini nasıl süzgeçten geçirdiğini hissederim. Söylediklerinden çok, söyle(ye)mediklerini dinlerim. Yazdığı kitapları, üç başından, üç ortasından üç sonundan değil, satır/sokak araları dâhil okurum. Resimsiz kitaplarının resimlerine bakarım. Nerede “Öd’den kısaltılmış” bir kilise görsem, korkudan yıkılmış bir Ermeni evi yolumu kesse ilk aklıma gelen Ermenilerdendir. Diyarbakır’da, Hançepek nam-ı diğer “Gâvur mahallesi”ni birlikte gezerken, tarihen ve siyaseten yıkılan bir kilisenin yıkıntıları arasında acılarını izlerken, Ece Ayhan’ın “Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı”, ortakları yerine utandığımı anımsıyorum… (“Yıkıntılarımızda incir ağaçları…” dizesi de geçşin kayıtlara...)

Sur kentinin, sır kentinin sır kâtibidir… Sır sakini… Sakin dedim, çünkü sessiz ve derinden dolaşır sokakları. Hiç fark etmezsiniz, saçak altlarından, kimsenin basmadığı gölgelerden yürür… Sesi uzaklardan gelir, derinden… Sözcükleri kuyuya düşmüştür… Derin kuyulara, ben diyeyim Kenan Kuyusu’na, siz deyin Sır ve Sur Kuyusu’na… Her birinin ardında tarih gizli sözcükleri tek tek çıkarır kuyudan… Ve usul usul ama usulünce boca dere tarihin ve coğrafyanın ortasına. Sözcüklere laf dinletmek kolay iş değildir. Hele o sözcükler pişirilmişlerse, pişmişlerse… Gençliği önüne bakarak yürümekle geçiren Şeyh Galib’ in “Sır şahtır! Ona ihtimam et!” dizesinden el alarak söylemek ona sevgimin kalp borcu… Margosyan sırdır ve yüreğimizde taht kuran bir şahtır, ona ihtimam gösteriniz…

Yıllar, yıllar sonra mahallesinde gezerken hemşehrisi aç-âşık çocukların, onun telefonunu çalmaları neyin ibreti, neyin kıssadan hissesidir… Mıgırdiç’in cep telefonunu alan/çalan Hançepek’i bile geçememiştir. O, tarihte, düz iyilikler kadar düz kötülükler de olduğunu bilir. Kara yoksulluk insanı her şeyi yaptırır, yaptırabilir… “Çalmak” böylesi hallerde usuldendir, yoksulun kafiyesidir. O çocuklara "iyi kalpli kötülük" desem beni ekmek çarpar. Cümle hal insan halidir; gökçekimine tabi olduklarından telgrafın tellerine konamayan çocuklar, işin süsüne kaçarak yerçekimine tabi olup her gün miktarı kâfi telefonun tellerine konarlar. Hem değil mi ki, biz Mıgırdiç Margosyan’ın kitaplarının yalancısıyız… Değil mi ki, “ğırğızlığ” onun çocukluğunun simgelerinden Ermenice, Kürtçe ve Türkçe bilen üç dilli kedi “mestan”dan kalma bir gelenektir. O halde bizim mahallenin “ğırğız” çocukları da bizim mahallenin “ğırğızlanan” mağdurları da alınmasın. Alınırsa, resmi tarihler, sarışın tarihçiler alınsın. Ortadoğu tarihi “çalmalar”, “el koymalar” tarihi değil midir? Dile el koymalar, dilde zorla iskânlar… Tarihe, coğrafyaya el koymalar. (Sivas’ta öldürülen Altıok Metin, “Tarih Üzre” de, “Osmanlılık üç kıtaya yayıldı;/ Ama güngörmüş Anadolu,/ Yine de hiç Osmanlı olmadı.” diye hülasa etmiştir ol hikâyeyi…)

Onu görünce, “Hep kalabalık gezer” diye tasvir edilen ünlü ressam Abidin Dino gelir aklıma… (Hani, Nâzım Hikmet için İstanbul’dan Paris’e midye dolması ve mezeler getirterek incelikleri bile incelten Abidin Dino…) Dino’nun tersidir o, hep yalnız kalmak ister sözcükleriyle. Hatıralarıyla hep yalnız kalmak ister. Yalnızdır ama yanlış değildir. Yanlış yaşamayan ve yanlış yaşlanmayanlar kavmindendir. Tek gezen, menzili tek başına yürüyen yılkı atı; öç bilmeyen göç ve sürgün bilen kervancı. Mesafeli… Hep, ama hep mesafeli; kendine bile mesafeli. Bir rivayete göre "ara bölgesiz" eşik… Ya da mahmur, uykulu bir eşik bölge. Belki de Araf… Kim bilir Araf… İçindeki sıcaklığı esirgeyen değilse de görülen lüzum üzerine gizleyen soğuk demirci. Kalabalıklarla gezmekten haz etmez. Hep mesafeli… Tarih bilgisi böyle gerektiriyor da ondan… 

Vakanüvis… Ve seyyah… Ve abdal… Ve Ermeni Çelebiyan… Gezgin anlamında da alçakgönüllü anlamında da Çelebiyan.  Yürürken gidiyor mu geliyor mu hiç anlamazsınız. Sadece yol olduğunu, yolcu olduğunu, yolculuk olduğunu hissettirir. Dünyayı dolaşır, dünya mülkünü gezer, ama aklında Diyarbakır’da dükkân açmak vardır… Ben diyeyim eski yazmalardan sahaf, siz deyin eski taşlardan sarraf, küçelerde çok eski, çok kadim, “kirletilmemiş zamanlardan kalma” bir esnaf… Esbabımucibesi uzaklık olan çocuk. Uzak ama bir o kadar yakın. Yakın ama bir o kadar da ama uzak… İyi metinler gibi, yakından okumak zordur. Uzaklaştıkça okunan tablet…

Şık Ermeni…  Tavsiye mektubu… Ermeni duvar ustalarının taşları dizdiği gibi döşer bedenini. Tek bir taşın yanlış durmadığı bir zarafet. Sık taşlar ile döşenmiş şık bir avlu. Fularını boynuna, boynunu fularına yakıştıran çok az kişiden biridir. Şair Cemal Süreya gibi onun forslarından birisi de şapkasıdır… (“/…/ Ve Cemal hep bir yerlerde/ Unuturdu o şapkayı/ Ama şapkaydı belki de/ İsteyen unutulmayı// Kolay değildi doğrusu/ Öyle bir başta durmak/ Hem bir şairin forsu/ Hem sıradan eşya olmak” Metin Altıok) Eskidikçe yenileşen, yenileştikçe eskiyen kırmızı yeleği uğurudur. Çok biraz süslü, seyrek saçları divanda dergâhta, uykuda rüyada biryantinli… Saçlarını eski zaman perdelerinin saçaklarına kenar süsü gibi tarar. Süslü abi… Yüzünde bir şark çıbanı vardır ve hiç gocunmadan her zaman yandanşarklı bakar…

Taammüden mi yapar bilmem; acısını şıklığı gizler… Biz onun içini pek göremeyiz ama o bizim içimizi görür. İçe, dibe bakar çünkü… Hapishane diliyle söylersem, dipkapalı… Dilkapalı… Dikkapalı… Resmi tarihe göre sanki “menfi...” Sanki Diyarbakır dışında her yer onun için “menfa”; uzak mekânlar, uzak kaleler… “Kalebend” desem yakışık almaz. Daha büyük bir derde gark olmuş bir halkın çocuklarından;  “yanmış” anlamında mektepli suhte olsa da "tahsille elde edilebilen cahiller”den değil. Derviş ama gizli derviş… Sır’ını, sırrını çok sonra, ışıltısını çok sonra verir…

Şarabi… Şarap veya konyak türü şeyler içer… Bardağı zarif tutar. İncitmemek telaşı… Şarabi aşkıya… “Şarap üzümden değil üzüm şaraptan yapılmıştır” cümlesindeki mükemmelliği bilir. Şarap üzümün mükemmelidir. Dilin mükemmeli edebiyat… Hulki Aktunç, “Şaraba gecikenler üzümü sevmez” demiştir… Mıgırdiç abi, şaraba geç kalmaz… 

Serabi… Üç zamana kadar iyi görür… Üç boyutlu, düş boyutlu görür. En çok çocukluğunu görür.  Yıllar yılı Diyarbakır serabı görür. Nice ölmeler, öldürülmeler duymuştur atalarından, nice sürgünler… Tarihten yetim coğrafyadan öksüz bir halkın çocuğudur. Yürürken geriye her bakışında, sanki çekilen acıları görür…“O kadar ki korkudan uzamıyor saçları” dediği bir nesli anımsatır… Ama tarih biraz da, korkunun korkusuzluğa dönmesi değil midir? (Cemal Süreya’nın “Ödleriyle öten kuşlar” dizesi de geçsin kayıtlara...)

Diyarbakır’a geç kalmaz… Geç kalırsa kendine geç kalır da ondan… Ama kentin ona geç kaldığı çok olmuştur. Gittiği bütün kentlere, Diyarbakır olarak bakar… Valery’nin, “Güzellik hülasa edilemez” has cümlesini bilir yine de, hep Diyarbakır’ın özetini çıkarır. Nereye gitse Diyarbakır, nereden dönse Diyarbakır… Zararın ve zamanın neresinden dönülse Diyarbakır olduğunu bilir. Kârda da zararda da Diyarbakır. Ona, işin mecazına kaçıp “Azınlık kolu başkanı!” desem olmaz; öyle ya kim "az", kim "çok", kim "eski" kim "yeni" belli değil de ondan. Her halk az, her halk çok da ondan. Her dil kadimdir de ondan… Kentin tarih ve hatıra kolu başkanıdır bilene… Onunla konuşurlarken sözcükler toplamak isterim miras olarak… Not alırım aklımın defterine, sonra bir kısmını unutur sormaya utanırım… Bilirim ki, devlete, aşkta, siyasette yenilmenin çaresi vardır. Yenildikçe, yanıldıkça yeniden kıyama kalktıkça, yeniden insan ve isyan dedikçe yeni kendine taşınabilir insan. Ama dilde yenilmek, devlete, aşka yenilmeye benzemez. Dilde yenilen, dili yenilen iflah olmaz da ondan… Mânânın maddenin bağışı olduğunu bilir…

“Abi” derim ona… Dilimin ve gönlümün ucuna gelen sözcük budur. Üç kere abidir benim için. Çoğul abi… Tarih abisidir, bir… Coğrafya abisidir, iki… İlk Ermeni abimdir, üç… Ve nedense, tarihsel ve siyasal benzemezliklerini bile bile, sözcük çağrışımlarının da kışkırtmasıyla Meksika Chiapas ormanlarında Zapatistaların efsane As Kumandande Marcos’tan kinaye “Has Kumandante Margosyan” demek gelir içimden. Ağrılı abidir, sancılı abidir, gün görmüş abidir. Hep birlikte mağluplar kavmindeniz.

“Karahübür” karası esmer çocuk…
Büyüyünce Diyarbakır surlarına sır olacak…
23 Aralık 1938, Diyarbakır… Hançepek Mahallesi nam-ı diğer “Gâvur Mahallesi.”  Sıke’den olma, Hıno’dan doğma bir çocuk doğar. Ebesi Kure Mama, komşular ve nenesi ana rahminden bebeği zorla çıkardıklarında, “kara hübür” dutu karası esmer bir bebekle karşılaşırlar. Bir grup koca karı, dişçi babasına müjdeyi yetiştirir: “Gözlerin aydin ola Sıke! Gözlerin aydin. Allah sahan bir oğlan verdi, kapkara bi oğlan…” Birkaç ay önce ölen oğluna “Mıgırdiç” adını koyan babası Sargis Margos, nam-ı diğer Sıke, “haç” deyip “paç” (çaput) demez ve çocuğun adını “Mıgırdiç” koyacağım diye tutturur. Diyarbakır Ermenilerinin biricik papazı Der Arsen seyahatte olduğundan Dört Ayaklı Minare’nin yanındaki Keldani Kilisesi’nin rahibi Ebune Hore’ye koşarlar.  Der Ersen’in yokluğunda, Ermenice “aleluye, aleluye” yerine Keldanice “keddişe, keddişe” dualarla vaftiz olmak kader ve kederdir artık. Ebune Hore, ritüel için hazırlıklar yaparken, yüksek sesle sorar; “Çocığın adı nedir?” Kucağında havluya sarılı bebeği taşıyan vaftiz babasının, büyük anasının ve babasının birlikte çocuğun adını söylemeye hazırlandıkları sırada Ebune Hore, kendi sorusuna pişkince kendi yanıtlayarak sürdürür: “Bahan kalırsa adıni Burhan koyağh. Okıla gettığında zorlığ çekmez! Adıni doğri dürıst sölerler. Üstelik Ermeni oldıği da anlaşılmaz, o da rahat eder…” Babasının kadim gâvur inadı tutar ve “Oğlımın adı rehmetli babamın adi olacağ. Adi Mıgırdiç’tir.” deyince akan sular durur. Böylece talihin emri, kederin kavliyle, Keldani Kilisesi’nde vaftiz olur. Çocuk Mıgırdiç adıyla vaftiz edilirken babasının anası Saro nenesi oğlu Sıke’nin kulağına şöyle fısıldar: “Eğer oğlanın adını Mıgırdiç koymiyaydın, sahan sürgınlerde verdığım sütımi helal etmezdim!”

Sonrası mı? Ortaokuldan sonra İstanbul’da Getronagan Lisesi… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü… 1966-72 yılları arasında Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Lisesi’nde felsefe, psikoloji, Ermeni Dili ve Edebiyatı öğretmenliği ve okul müdürlüğü… Öğretmenlikten istifa ve ticaret… Ve edebiyat… Aras yayınları...

Bu Mıgırdiç, bizim Mıgırdiç Margosyan’dır…
Kabuk bağlamamış sırlardan ve yaralardan bizim mahallenin çocuklarına hatıradır... 

Sezai Sarıoğlu, 2009

6 Mart 2021 Cumartesi

Nasıl da Eskimiştir

Başa dönelim biraz da,
Hep başa döneriz;
Belki bir çay bardağına,
Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya,
Ne güzel anımsarız geçmişi,
Kendi yalanımızla.

Uysal bir geçmiştir,
İyi şeyler kalmıştır aklımızda.
Unutmak bizim bildiğimiz iştir.
İri gözlerin senin
Bütün iyiliğiyle,
Bizi hep nasıl izlemiştir.

Geçmiştir, bugün de geçer
Zamanla güzelleşir.
Geçmişle bugün arasında
Tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim,
Nasıl da eskimiştir.

Başa dönelim biraz da,
Örneğin çatlak bir nara.
Eski bir aşka dönelim,
Bir aşkın kanayan anısına,
Ki yıldız dolsun
Apansız karanlığımıza.

Metin Altıok (bir acıya kiracı)

Fotoğraf: Sema Mermertaş

Kenar Mahallede Bir Pazar Günü

Kenar mahallede bir pazar günü
Buğulanır toprak yol ve damlar
Sabah güneşinin ilk akıntılarında
Göğü turuncu bir ağ kaplar

Konuşmalar, küfürler, çocuk çığlıkları
Öper yüzünü yeni bir sabahın
Çamaşırlar hışırdar avlularda
Bayrakları gibi fukaralığın

Kahveye çıkar birer ikişer erkekler
Yayılarak otururlar iskemlelerde
Çay bardakları şıngırdar, radyo bağırır
Bir haftanın yorgunluğu akar iliklerde

Ötelerde, portakal bahçelerinde
Gün ışığı danseder sabah yeliyle
Arklardaki sular el çırpar
Toprağı ürpertiden titretircesine

Bir çocuk çitleri usulca aşar
Geçer uyuklayan bekçinin önünden
Bir damla kalır gömleğinin içinde
Uzayıp giden portakal denizinden

Tulumbada yüzünü yıkar bir işçi
Daha uyanmayan karısına seslenerek
Kalkar kadın, elinde bir havlu
Geceki yorgunluğu anlatır ezilerek

Bir kumru tüner dallarına o zaman
Avludaki yaşlı dut ağacının
Ona sevgiyle gülümser işçi
Sonra sarar belini kadınının

Sokaklarda satıcıların bağırtılan
Kapıların önünde iyice tizleşir
Kenar mahallede bir pazar günü
Böyle başladı, nasıl biter kimbilir…

Ahmet Erhan, 1979

Hayatta Ben En Çok Annemi Sevdim

                               Can Yücel' e nazire
Ona göre baştan beri iflâh olmaz biriydim
Babam korkuydu bana, annem yürek serinliği
En sevdiği oğluydum -bana hep öyle gelirdi-
Uzun avcı öykülerini ilk ondan dinlemiştim
Hayatta ben en çok annemi sevdim
Sözümona büyümüştüm, ekmek getirirdim eve
Annem öldü, düşüyorum, koptu salıncağın ipi
Anahtarsız bir kilide benzediğim doğru şimdi
Saçlarına tırmanırdım tutunup yıldızlara
Kokusu kalmıştır diye kapandım odalara
Kıyamazdı bilirdim şiirler yazan oğluna
Sevgilim terkedince benden fazla ağlardı
İstiridyeydi annem, içinden inci çıkardı
Hergün daha da büyüyor yüreğimdeki yırtık
Annemi anılarda bile bulamıyorum artık
Babamın hemen ardından gitmesi gerekmezdi
Evinin badanasını yarım bırakıp erkenden
O gün bugündür bana gülden önce gelir diken
Dedim ya anahtarını yitirmiş bir kilidim
Hayatta ben en çok annemi sevdim

Abdülkadir Budak

Güzel bir zamandı

1963 yılının Eylül ayı. Anadoluhisarı’nın eski ve kocaman ahşap yalılarından birinde, hanımelleri, mor salkımlar, vişne ağaçlarıyla dolu kuytu bir bahçede, sabahları rıhtımı yalayan denizi, gün boyu satıcıların seslerini ve akşamüstleri İsfahan faslının gizli serinliğini dinleyerek geçirilmiş bir yazdan sonra birden başlayan yarı kanatlı yarı gölgeli günler.
Celâl’le birlikte, Hukuk Fakültesinin benim için üç yıl ara verilmiş diploma sınavına hazırlanıyorduk. îçimiz sürekli bir isyanla doluydu. Kitapları açtıktan kısa bir süre sonra, İran’da ve Türkiye’de, yani hukukun karanlık sürprizlerle dolu bir labirent haline dönüştüğü ülkelerimizde yaşayan “hüsnüniyet sahibi üçüncü şahısların tümüne veryansın ederek kapatıyor, Furuğ Ferruhzad’dan söz etmeye başlıyorduk. İran’ın o sırada henüz yirmi yedi yaşındaki genç ve fırtınalı kadın şairinden.

Onun, Şah dönemi işkencelerine ve yeryüzündeki tüm haksızlıklara karşı yükselttiği karanlık bir çığlık olan ‘Yeryüzü Ayetleri’ni birlikte çevirdik ve “Yapraklar” dergisinde yayımladık. Tıpkı aynı dergide çevirisini yayımladığım Juan Goytisolo’nun "Çürüyen Bir Ülke : İspanya" yazısı gibi büyük ilgiyle karşılandı şiir. Sonraki yıllarda da unutulmadı.

Fakülte yılları boyunca sadece benim değil, Demir Özlü’nün, Selahattin Hilav’ın, Doğan Hızlan’ın, Yaşar Kemal’ in, Atilla Tokatlı’nın da yakın arkadaşı olan Celâl Hosrovşahi, çağdaş Îran edebiyatının yetenekli yazarlarından biri olduğu kadar, klasik doğu metinlerinin çoğunu ezbere bilecek kadar birikimi zengin bir gençti. Çok sevdiğim Sadık Hidayet’i onun bilgisiyle daha derinden tanıdım. Hafız’ ı, Hayyam’ ı, bizdeki ve Batıdaki çevirilerinden çok daha başka yönleriyle.

Onun çoğu kez, olağanüstü esprilerle süslediği, Azerî renkler taşıyan zengin konuşmalarını dinlerken hep şaşırırdım. Çağdaş Fransız, Alman, İtalyan, Rus yazarlarını, ozanlarını bunca yakından tanırken, hatta Tagore ve İkbal gibi doğu ozanlarını bile dilimize çevirmişken, nasıl olmuştu da bunca yakın bir komşu ülkenin edebiyatı bize bunca uzak kalmıştı?

Nima ile başlayan ve Furuğ'a kadar uzanan modern İran şiiri nasıl karanlıkta bırakılmıştı bizler için? Birlikte oturup, Deryabenderi’nin "Hacer’in Kısa Bacaklı Tavuğu" öyküsünü çevirirken sorardım Celâl’e : "Nasıl bugüne kadar tanımamışım bu olağanüstü öykü yazarını?" Bana heyecanla, son otuz yılın önemli romancılarını, ozanlarını, öykü, deneme yazarlarını anlatırdı.

Ama tam kestiremediğim bir nedenle, bütün konuşmalarımız Furuğ'la noktalanırdı. Bana açmadığı bazı şeyler olduğunu sezerdim. Ama doğulu erkeklerin çoğunluğu gibi "ölümüne dostluk" ancak "sırdaş" değil.

Olağanüstü güzel bir Boğaz ikindisiydi. Komşumuzun oğlu ve küçük arkadaşımız Erdinç, köpeğini de bindirdiği ufak kayığından bize sesleniyordu: "Abi, bir Göksu yapalım mı?" Kayık, çırpıntılı sularda ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Kara Ticareti Hukuku kitaplarını kapadık. «Dördümüzü almaz o tekne, batar’ dedim. Bir avuç vişne yemiş gibi güldü. Atladı, rıhtıma çıktı. Köpek de ardından. "iyi" dedi, “siz dolaşın. Ben tepeye çıkacağım.”

Az sonra köşeyi dönerek, taş köprünün altından geçtik ve Göksu'nun gölgeli, durgun sularına girdik.

Sular, çürümüş ahşaplarıyla kıyıdaki eski yalılar, ağaçların dalları durgundu ama ikimizin de yüreği gençlik ateşiyle fıkır fıkır. İsyan, şiir, mizah ve kadınlar konuşmalarımızın değişmez gündemi. Şah’ın komik generalleri, Sarı Kulhan’ın açık saçık öyküleri, Isfahan’ın güllerle dolu bahçelerinde bir yandan afyon içilen, bir yandan muhabbet edilen kerhaneleri... ve elbette şiir.
Celâl, Fars dilini olanca müzikalitesi ile kullanarak Hafız’dan, Hayyam’dan şiirler okumaya bayılırdı, bugün olduğu gibi.
Çocukluğumda ve yeniyetmelik yıllarımda, babamdan ve amcamdan dinlediğim ve daha sonra çevirilerini defalarca okuduğum Hafız Divanı'nı çoktan kapatmıştım. Bu yüzden, aramızda sık sık düzenlediğimiz ve beni hem şaşırtan hem de sevindiren o küçük töreni başlatmasını istedim arkadaşımdan. İkimiz de gözlerimizi kapadık. Elimizde birer küçük Hafız Divanı varmış gibi rastgele bir sayfa açmak üzere, yüksek sesle geleneksel dörtlüğü söyledik:

"Ey Hafız-i Şirazi
Ber men nigah endazi
Men talib-i yek falem
Tu kaşif-i her razi..."

Ellerimizde divanın açılmış sayfaları varmış gibi bir süre baktık birbirimize. Güldük. "Önce sen." dedim Celâl’e. Her davranışımdan bir muziplik beklediği için itiraz etti.

“Hayır. Önce sen...”

Ezbere bildiğim topu topu üç beş Hafız beytinden birini söyledim :

"Ela ya eyyühessaki, edir ke’sen ve navilha
Ki ışk asan nemüd evvel velî uftad müşkilha"

Yanlış hatırlamıyorsam Gölpınarlı şöyle çevirmişti bu beyti :

«Gel ey saki! Herkese şarap sun, bize de sun
Önce kolay göründü aşk, nice zor olduğu sonradan anlaşıldı»

İranlılar için yüzlerce yıldır gelenek olan "Hafız Falı" aramızda, birbirimize takılmak, dalga geçmek, tongaya bastırmak için başvurduğumuz eğlenceli oyunlardan biriydi. Beyitlerden, birbirimizin karakteri ya da o günlerde başımızdan geçenlerle ilgili komik çağrışımlar, iğneleyici sözler üretir, eğlenirdik. Bu konuda üstünlük ondaydı. Bugün de dostlar arasında zaman zaman yaptığı gibi nerdeyse tümünü ezbere bildiği Divan’dan uygun gazeller bulur, şakayla şiirin birbirine karıştığı bir şölen yaratırdı.

Ama bu kez hiç de öyle olmadı. Sustu. Gölgelenen kıyılarına daldı gitti Göksu’nun. Kayığımız süzülerek harap ahşap evlerin, halat ve çömlek imalathanelerinin önünden geçiyordu. Sonra döndü, bana baktı. Gözlerinde garip bir pırıltı farkettim. Sevinç ya da gözyaşı. Bir süre öylece durdu. Sonra «Dinle» dedi.

«...Nigah kün ki mum-ı şeb berahı ma
çegüne katre katre ab-mişeved
surahiye siyahı dideganı men
be lay lay germ tu
Lebaleb ez şerab mişeved
Be ruyi kahvare haye şiir men
Nigah kün
tu midemi ve aftab mişeved...»

Kendine özgü azeri aksanı ile çevirdi, okuduklarını:

"...Bak tam karşımızda gecenin mumu
damla damla nasıl eriyor
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla
gözlerimin simsiyah kadehi
senin ninnilerini dinlerken
ve bak nasıl
şiirlerimin beşiğine
sen doğuyorsun, güneş doğuyor..."

“Kimden bu?”

"Kimden, olacak" dedi, "Furuğ’ dan elbette. Bugüne kadar okuduğum en güzel aşk şiirinin sonu.."
Benimle yaşıt olan bu siyah ve derin gözlü, hüzünlü bakışlı güzel genç kadını düşündüm. Bir üniversite öğrenimi bile görmemişti. Ama daha otuzuna varmadan çağdaş İran şiirinin en önemli şairlerinden biri, hatta birincisi olarak kabul ettirmişti kendini. Yaşam dolu, neşeli, dik başlı, hırçın ve çok duyarlı bir insandı. Baskıya karşı şiirleri elden ele dolaşıyor, her yapıtı edebiyat ortamında tartışmalara yol açıyordu. Çok genç yaşta evlenip ayrılmıştı. Özel yaşamında pervasız ve gözü pekti. Kendisinden daha yaşlı ve ünlü şairler bile hem çekiniyor, hem hayranlık duyuyorlardı Furuğ’a. Sonraki yıllarda yalnızca şiirleriyle değil, yaptığı son derece etkileyici bir belgesel filmle, "Kara Ev"le; hem benim hem de dünya sinema çevrelerinin ilgisini daha da çekecek olan Furuğ, o sırada biraz gizemli bir yüzdü benim için.

“Aşık mı Furuğ?”

Celâl cevap vermedi.

Ben ağır ağır kürek çekerken Celâl, Furuğ’dan şiirler okumayı sürdürdü.

Farsça’ nın garip bir özelliği var. Nima’nın, Furuğ’un ya da onun yakın arkadaşı Sohrab’ ın şiirleri genellikle ölçüsüz, uyaksız olduğu halde, dilin müzikalitesi nedeniyle aruz vezninde şiirler dinlemiş gibi olursunuz. Ama öyle sanıyorum ki İran’lı şiir okurları, benim çeviriden sonra aldığım garip tadı şiiri okurken ya da dinlerken alırlar. Bu tat tıpkı Nazım’ ın kimi rubaileri gibi hem eski’yi hem yeni’yi, hem Doğu’yu hem Batı’yı aynı anda içinde taşır.
Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi… Furuğ’un şiirlerini dinlerken geleceğe doğru kürek çektim.

Okul bittikten sonra İran’a gitti Celâl Hosrovşahi. Ondan uzun zaman haber alamadım. 1970’li yıllarda bir gün, şık takım elbisesi, James Bond tarzı çantasıyla Sinematek’teki odama girdi. İran Tersaneler Genel Müdürlüğü’nde çalışıyordu ve bir toplantı için gelmişti. İki eski dost hasretle kucaklaştık. Konuşacak çok şey vardı. Ortak dostlarımız, politika, edebiyat, yaptığımız işler ve elbette şiir.

Birden sordum : "Furuğ’dan ne haber?"

Yüzünden karanlık bir bulut geçti. Ve yüreğine bir şey saplanmış gibi derin bir acıyla karardı.

"Bilmiyor musun?"

"Yoo..."

"Öldü Furuğ. 1968’de. Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında. Başını kaldırımın kıyısına vurdu ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi..."

Sustu ve bir daha konuşmadı. Şiir okumadı. Şaka yapmadı. İstanbul’da kaldığı birkaç gün süresince bir daha uğramadı bana.

Celâl Hosrovşahi’yi bir on beş yıl daha görmedim. Furuğ’un ölümünün, onun için ne demek olduğunu biliyordum.

Bu nedenle, iki yıl önce, bombalanan Tahran’dan; biraz daha zayıflamış, biraz daha tedirgin ve uzun süre kalmak niyetiyle geldiğinde hiç Furuğ konusunu açmadım. Ta ki bir akşamüstü, Boğaz’da bir lokantada o, kendiliğinden bir ırmak gibi ardı ardına şiirlerini okumaya başlayıncaya kadar. Devrimin, kendisinin de katıldığı ilk aylarını, anlatırken nasıl coşkuluysa öyle, ölen onbinlerce gençten nasıl acı duyuyorsa öyle. Günlerce Furuğ’u anlattı.

İki üç ay sonra, elinizdeki kitapta yer alan şiirleri çevirmeye başladık.

Ortalık ağır ağır kararıyor, sandal Göksu’nun kuytu kaynağına yaklaşıyordu. İkimiz de suskunduk. Kıyılardaki sazların birden çıkan akşam esintisiyle yükselen uğultusu ve uzak vapur düdükleri duyuluyordu. Kaynağı çevreleyen büyük çınar ağaçlarına doğru yaklaştık. Kürekleri bıraktım. Sandal hafifçe dönerek kaydı ve durdu.

Celâl’in yüzü karanlıktaydı. Bana eğildi. Gözlerinde bir ışıltıyla usulca : "Furuğ’u seviyorum. Bir aşk öyküsü bizimki..." dedi.

Bunu hafif bir sesle söyledi ama birden, çevredeki çınarlardan bir sürü kuş havalandı.

"...karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar / ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak uçup gittikleri o an..." ı şimdi çok iyi hatırlıyorum.

Güzel bir zamandı.

Onat Kutlar

(Onat Kutlar' ın Furuğ Ferruhzad’ ın şiirlerinden seçmeleri, Celâl Hosrovşahi ile birlikte çevirerek yayınladıkları “Sonsuz Günbatımı” isimli kitaptan)

5 Mart 2021 Cuma

Nubar Terziyan


Öyle babacan bir duruşu vardı ki
öyle bir alyanaklı gülüşü
ona bakarken birbirimizi daha çok severdik
insan olmanın güzelliğini hissederdik

Başrol oyuncusu ekseri
çocuğuydu onun
veya yeğeni
ne yapar eder
kavuştururdu iki seveni
Derin bir nefes çekerdik

Bazıları hiç ağlamaz filmde
ağlar bazıları da çok erken
ben onun ağladığı yerde ağlardım
her düğüme bir çözüm
her soruna bir çare bulan
Nubar Terziyan da ağladığına göre
bu film kötü bitecek derdim

Onun bir doktor oluşu vardı
yağmurlu bir gece yarısı elinde çanta
başında fötr
köşke öyle bir gelişi
öyle şefkatle bir muayene edişi vardı ki
herkesi steteskoptan duyduklarını meraka sevk ederdi
hastalığı çabucak teşhis ederdi
onun baktığın hiçbir hasta
ölmezdi zaten hiçbir filmde
sabah ayağa kalkardı
ağrımızı unuturduk

Esnaf olurdu bazen fakir bir sokakta
onun veresiyesiyle büyürdü yetimler
Bazen de kötü adamı ekibiyle
suçüstü yakalardı
o kırsaçlı komiser
nasıl güzel bir
seni kanun namına tevkif ediyorum
deyişi vardı
içimize güven dolardı

bir savaş filminde
herkes düşman olabilirdi de rol icabı
o asla oynamazdı

cenaze namazında öyle bir
safta duruşu vardı ki
duruşunda öyle bir huşuu vardı ki
sarık çıkarttırırdı çok imama
bizdendi bu kadar

Hulusi Kentmen'in olsundu fabrikalar
şımarık oğlanlar
o boynu bükük
alnı ak
işçi kızıyla fakirhanesinde mesut yaşardı

Rahmetli Nubar Terziyan
Çok kalp kazandı çok sevgi
Olmadı döktüğü ter ziyan

Osman Tuğlu

ihbar

asılsız ihbar bu asırlarda yaşamak, telaşa mahal yok
eve dublörünü gönderiyor babalar akşamları
ne zil ne kapı, evde gürültüden başka kimse yok
bunca yok içinde hayat yer yok

dünya ki en büyük otogar, burada herkes kendini uğurlar
-gar da rüzgar da vedalar için var-
elimizde silik mi silik fotokopimiz
bununla sigortalı hayat bulabilir miyiz ?

şimdi yalnız ölümler karşılıyor
o kutsal misafiri
kadınlar geceleri ölüyor
erkekler zaten ölmedi mi ?

ah sen, her nefes alanın
yaşadığını mı sanıyorsun ?
herkes bir han olsa da
uğramadığın hayatlarda ne izi arıyorsun ?

Eyyüp Akyüz

Fotoğraf: Serdar Ünver' in Albümünden

4 Mart 2021 Perşembe

Suskun

Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra...
Yağıyor yeşil.

En uzak, o adsız ve kimselersiz,
O yitik yıldızda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine,
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim...
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
Kendi rüzgarıyla vurgun...
Sarıyor yeşil.

Rüya, bütün çektigimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram...
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su...
Ağıyor yeşil.

Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular...
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadin, maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin...
Sağıyor yeşil.

Aydım yarı gecede,
Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat,
Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
Ama hançer taşı sanki
Koca Kartaca!
Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
Bak nasıl alıyor, yigit,
Binlerce yıl da sonra
Alıyor yesil.

Vurur dağın doruğundan
Atmacamın çalkara,
Yalın gölgesi.
Kuş vurmaz, tavşan almaz,
Ama aç, azgın
Köpek balıklarıydı parçaladığı
Bak, Tiber saygılı, suskun.
Bak nilüfer dizisi zinciri.
Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır,
Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi,
Ve ilk gerillası Spartakus'un.
Susuyor yeşil.

Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum...
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşılarin en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o olüm namussuzu...
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği...
Ağlıyor yeşil.

Ahmed Arif

"Babam iri yarı bir adam değildi ama"

"Babam iri yarı bir adam değildi ama dev gibi yüreği vardı. Her baba oğul gibi biz de bozuşurduk. Bir kaç saat sonra illa barışacak bir sebep bulurdu. En geçerli gerekçesi de: “Gel oğlum ! Kovboy filmi başladı, hem de Butlancıstırınki.” Burt Lancaster’ a babamın verdiği isimdi bu. Uykum gelmediği geceler güzel şeyler düşünme oyunu oynardık. Çoğunlukla da bu, yaptırmayı hayal ettiğimiz evin planı olurdu. Renkli gece lambaları, yazı masası ve bir yemek odası olan. Bir keresinde hiç mevzuu da yokken, gözlerime dik dik bakıp demişti: “Bir baba için en büyük acı nedir bilir misin oğlum ?.. Evladından fazla yaşamak.”

Cem Akgül / Dönmeyenlerin Seyahat Rehberi

Gülümse

Hadi gülümse bulutlar gitsin
İşçiler iyi çalışsın, gülümse
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.

Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
Çakıltaşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun
Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
Tüm şehir bana küskün
Bir kedim bile yok anlıyor musun

İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.

Kemal Burkay




İzleyiciler