30 Aralık 2010 Perşembe

giderken söylenmiştir

I
bakın ne diyorum, dünya
sekerek yürüyor, gözümden düştü ya

seviyorum aklımın almadığı şeyleri
titriyorum emin olduğum zaman
evlerin ev halkının ve devletlerin
gidiyorum bıraktığı boşluktan

nefes alıp emek veren, insan görünce kaçan
gereksiz harcamalar gibi herkesin
canını sıkan ve sonra bakan
gidiyorum, bu kesin.

II
toprağım ben, dünyanın kök saldığı
ancak uyurken Rabbime nazım geçer

dünyayı, o görkemli hastayı
belki bir rüzgar eser beni görmeye
diyerek bekledim ve düşündüm ki
gözlerim kalacak benden geriye

suyu görünce susan bir anneyle bir baba
gibi yaşadım bir kabuğun altında,
dedim bir şey gösterin isim koyacak
bir şey gösterin, şaşırsın bana

III
bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm, gel otur şuraya ve düşün

sözcük yapımında kullanılan
bir şeydir senin gülüşün
herkes güzeldir sustuğu kadar
sen de güzelsin, bu mümkün

ne kaldı geriye aslına uygun olan,
tutumlu güneş, girişken gün
gibi sen kaldın, eli ekmek tutan
bir bahçe kadar düzgün

İbrahim Tenekeci


27 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Sabah Sevgiyle Uyandır Beni


Acımın alnından öperek uyandır bir sabah beni
dışarıda güneşi ve baharı yağarken yağmur.
Yüreğimde bir müzikle uyandır beni
tüy parmaklarını ağrıyan yerlerimde gezdir.
Saçlarımdan zamanı geçirerek uyandır bir sabah.
Sen günün şiiri ol, ben şarkını besteleyeyim.
Sen narin bir nar fidanı gibi salın rüzgârda
ben yanında yaralı bir dize gibi durayım.

Aşk ve Şiirle barışan bir dünyaya uyandır bir sabah beni


Fikret Demirağ

26 Aralık 2010 Pazar

"Hususi kurtlar ve kavun gibi tatlı kazlar"

“Vatandaşı tabiri caizse yolunacak kaz gibi görmeyin.”

Bu sözleri 2005 yılı ağustos ayında, bir özel hastanenin açılışında, Başbakan söyledi.

2010 yılı aralık ayında bu konuşmadan tam beş yıl sonra hastaneler gece tarifesine geçtiler.

Anadolu da bir tabir vardır; “Kavun tatlı ben napim?” diye.

Sanırım özel hastane patronları da kendi aralarında son yaşanan gece tarifesi konusunu böyle bir tabir kullanarak AK’lamışlardır.

* * *

Eskiden Taksilerde gece on ikiden sonra gece tarifesi olurdu. Bu tarife iki katı ücret demekti. Gece on iki de başlar sabah son bulurdu.

Vatandaş misafirlik dönüşü taksiyle dönmeyi planlıyorsa “Gece tarifesine kalmayalım.” derdi.

* * *

Özel hastanelerin bir kısmı kavunun tatlılığından olsa gerek gece tarifesine geçmişler.

Ama öyle bir gece tarifesi ki sormayın, gece 12 yi beklemiyor. Kiminde öğlen 12 de başlıyor, kiminde akşamüzeri...

* * *

Olay, Radikal gazetesinin bir muhabirini özel hastane muayenesine göndermesiyle ortaya çıkıyor. Hastane hasta/muhabire; “Uzman hekime muayene olmak ister misin?” diyor, olumlu yanıt alınca gece tarifesinden bahisle 67 TL ödemesi gerektiğini söylüyor. Sadece muayene ücretinde değil, tahlil, film vs her türlü işlem için uygulanıyor bu gece tarifesi…

Birkaç gün sonra aynı hastaneye gündüz başvuran hasta/muhabir bu sefer 20 TL ilave ücret ödüyor.

* * *

Biz küçükken şehirden ilçeye otobüsle gelir oradan da köye taksi ile giderdik. Eğer taksiyi hususi tutarsan hiç beklemez, biner gidersin ve 5 kişilik ücret ödersin. Yok, hususi olmasın dersen bekler ve tek kişilik ücret ödersin. O yüzden otobüsten iner inmez sorardı taksiciler “hususi mi?” diye…

* * *

Ee ne var bunda, hususi hastaneye gidersen ücret ödersin demeyin.

Burada olay başka, fikir başka…

İşte fikir başka olunca, mantık tersten kurulunca, sorun ortaya çıkıyor.

Yoksa Aşık Veysel’in dediği gibi; "Koyun kurt ile gezerdi. Fikir başka başk'olmasa ..."

Buradaki hususi hastanelerin durumu şu; bunlar hususi olma özelliğinden bir bakıma vazgeçmiş SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) ile sözleşme imzalamışlar. Yani SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığının birleşmesi ile oluşan SGK ile...

Demişler ki biz kamu hastaneleri gibi vatandaşa hizmet verip ücretini de SGK’dan alacağız.

Yani hususi taksi olmaktan çıkıp dolmuş/taksi olmuşlar…

Ama kavunun tatlılığından olacak ilçeden köye gidecek garibana diyorlar ki; sen hususi değilmiş gibi taksi dolana kadar bekle ama hususi ücreti öde…

Hal böyle olunca koyun kurt ile gezemiyor.

* * *

O halde bir mekanizma oluşturmalı ve koyunu kurda boğdurtmamalı...

İşte bu o kadar kolay değil. Neredeyse kuzuyu kurda emanet etme durumu var.

2005 yılında Başbakan o konuşmayı yaptıktan sonra köprülerin altından çok sular aktı.

Uygulama ilk çıktığında özel hastaneler ilave ücret alamayacak dendi.

Bir yıl sonra yüzde beş, bir yıl sonra yüzde otuz, en sonunda da yüzde yetmişe kadar ilave ücret alabilirler dendi.

Belirlenen ücretler dışında ücret alan hastaneler tespit edilirse SGK bu hastanelerle olan sözleşmesini fesh edecekti buda değişti, yerine para cezası kondu…

İşte o akan sular bizi gece tarifesi noktasına getirdi. Konu ulusal gazetelerin manşetine taşınınca SGK inceleme(!) başlattı.

Ne olacak?

İn-ce-le-ne-cek…

Sağlıcakla…

Zeynel Abidin Kaplan
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=34537

Balta

Odun kırıcıydı, adı İlyas' tı
Yanaştım yanına, yüzünü astı
"İşin nasıl" dedim bir küfür bastı
Arkasından baltasını biledi...

"Bana bak arkadaş" dedim, dedi "ne?"
Dedim "sen bir vatandaşsın" dedi "he!"
Dedim "kanunun var", dedi "çekil be!"
Arkasından baltasını biledi...

Dedim "ilin nere senin", dedi "Van..."
Dedim "çoluk-çocuk", dedi "sekiz can!"
Dedim "düzelecek..." dedi "ne zaman?"
Arkasından baltasını biledi...

Dedim "gidiş...", dedi "onlara göre"
Dedim "kötü mü ki ?", dedi "bin kere!"
Dedim "hak, adalet...", "tu" dedi yere
Arkasından baltasını biledi...

Açıldı gözleri atıldı öne
Dedim dur bakalım, dedi ne güne
Dedim, şu feleğin ocağı söne
Arkasından baltasını biledi...


Aşık İhsani
Yorum: Düşbaz































25 Aralık 2010 Cumartesi

Özgürlük neşesini, liberalizmin ders notları arasındaki inançtan değil; eksi 20 derecede avucumuzdaki buzları hohlayarak, dizlerimizi ovalayarak yola çıkmaktan alır. Ortam kararlılığındaki özgürlük ters çevirdiğiniz şapkaya atılan paradır.


Hüseyin Murat Çinkılıç

24 Aralık 2010 Cuma

Kimisi rakamları olaylarla uzlaştırıp istatistiğe; kimisi akılla uzlaştırıp matematiğe varıyor. Ben yedi kat gök, yedi kat yerin ortasında 'yedi' yle bile uzlaşamıyorum. İçimden hangi sayıyı tutsam; bir yere varmıyorum..

Hüseyin Murat Çinkılıç

Aşk Üzerine Marazî Bir Deneme


I

Aragon'un ünlü sözü "Mutlu Aşk Yoktur", bütün ünlü sözlerin yazgısını tekrarlar: Bu düşünce, daha çok, yanlış anlaşılmıştır.

Aragon, hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremediğini mi ifade etmeye çalışmıştı? Şairler böyledir, şiirler haydi haydi böyle: Ayrıca bir şey söylemezler: Bu'durlar, bu kadar'dırlar. Onun için de tek doğru yorumdan söz etmek boşuna olur; herkesin ufkunu ve dernşiğine göre bir yorum, birden fazla yorum olasılığı yaratır bu türden altın sözler.

Aragon'un yaklaşımını, Aşk ve Batı başlıklı bir incelemenin de yazarı olan kültür tarihçisi Rougemont'un kurduğu kilit cümleye bağlamak istiyorum: "Mutlu Aşk'ın yazılı tarihi yoktur".

Gerçekten de, Batı uygarlığında da, Doğu'da da, mutsuz aşkların tarihinin yazılmış olduğu göze çarpıyor. Leylâ ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Hüsrev ile Şirin, Yusuf ve Züleyha, Romeo ve Jülyet, Heloise ve Abelardus, Portekizli Rahibe ve sevdiği adam, Don Juan' ın ya da Casanova' nın tekmili birden serüvenleri, bütün Tristan ve Isolde versiyonları, Carmen ve Don Jose, sonsuz bir listeye yönelmek güç değil mutsuz çiftler konusunda, işlenen aşkın siyah tablosunu çıkarır karşımıza. Beatrice'nin Dante' sinden Makber'in şairine, Nerval'ın Sylvie'sinden Halid Ziya'ya değişmez bu gerçeklik: Klâsikler, Romantikler, Simgeciler, Gerçekçiler, Gerçeküstücüler, Modernler, Post-Modernler Aşk'ın çehresini değiştirirler de, natura'sına dokunamazlar pek.

II

Aşk'ı tanımlamaya çalışmanın düpedüz gözüpek bir girişim olduğunu bile bile davranıyorum, davranacağım bir kez daha, bu deneme "Karpuz Çekirdeği" nin karşı sayfalarına kurulduğuna göre: Sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türüne Aşk diyorum ben. Karşılıklı duygular dengesi bozulmuş, zihnin ve gövdenin elektrik yükü iyiden iyiye artmış, izan çerçevesi dağılmış, şiddet tırmanmaya koyulmuştur. Aşk, kişiye varoluşunun uçlarını anmsatır ve ölüm güdüsünü devreye sokar: Çift'in tek'i kendisine (Pavase), eşinin (Carmen), kendisini ve eşine (Kleist) yok etme eşiğine dayanmıştır. Eşik her zaman aşılmaz belki; eşiğe her zaman dayanılır. Aslında: Kansız aşk yoktur. Akması gerekmez kanın, kaynama noktasına ulaşması gerekir bir tek: Orada, o anda gövdenin kimyasal dengesi hepten değişir ve Zihin sürçmeye başlar: Yoğunlaşmalar, takınaklar, mantığı tersyüz eden bir akrar politikası egemendir artık. Aşkın (âşığın) gözünün görmediği doğru değildir: Doğru olan, onun başka birşey görmediği, başka bir noktaya bakmadığıdır.

III

İktidar ilişkinin en fazla sivrildiği, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldığı alanların başında gelir Aşk. Görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin her an kula, kulun her an efendiye dönüşebileceği bir eksen üzerinde iniş-çıkış eğrisini çizer 'kahramanlar'. Partönerlerin rollerine aldanmamak gerekir: Hükümran nerede boyun eğer, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. Uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleye öylesine güç kazanır ki, istediğinde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. Büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndüğüne, ateşin yön değiştirerek yakanın yandığı, yananın külünden yeniden doğduğu bir durum yaşandığına tanık olunur: Karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. Tek taraflı aşk, zaten aşk değildir: Öteki'yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergâhıdır: Bir som yanılgı, bir som yanılsama.

IV

Mutsuz aşkın tarihi, kaldı ki, Aşk'ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin engellenmesine dayanır hep. Erişememenin, bulaşamamanın, yan yana gelemeyişin binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza: Hayat gelir düğümünü kurar bütün öykülerde, biribirine doğru yol almaya çıkan âşıkların yörünge tabakalarını kırar, sapmaları örgütler ve bir yana çekiliği, Calvino' nun deyişiyle çapraz yazgılarını izler. Efsane her zaman gerilim istemiştir. Hikâyenin askıda kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler öne sürülür. İki trajik odak berlirler bireyin yaşam akışını: Aşk ve Ölüm. İkisinin de ayırması beklenmiştir. Çağlar boyu, Aşk'a bakışının temel yasası olarak kalmıştır bu: Bir araya gelindiğinde Aşk ölmeye başlayacaktır.

Toplumsal düzenler, hangi evrelerine bakılırsa bakılsın, bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk'ın ölümünü hazırlamıştır.

Onlar ermiş muradına - o noktada biter her hikâye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunmamıştır.

Anlatıldığında, Aşk'ın ağır ağır ya da hızlı eriyişinin konu edildiğini görüyoruz: Çiftler, ama birlikte ama ayrı ayrı, mutlu aşkı çözmüşlerdir. Shakespeare'de de böyledir bu, Balzac'da da.

V

Mutsuz aşkın destansılığı, özde, trajik çekirdeğiyle bağlantılı biçimde öne çıkar. Gene de, ayrıntıları yabana atmamak gerekir: Hem hep ayrılık motifi ağır bastığına göre, araçlar etkili olacaktır: Bekleyiş, klâsik dönemlerde mektuplaşmayı (Hugo ile Juliette arasındaki yazışma yaklaşık 20 bin gönderiden oluşur), asrî zamanlarda telefonu devreye sokar: Mesafe, aşkın en sağlam sigortası olarak görünür.

Cinsellik düzleminde de. Erkek aramış, kadın bulunmayı beklemiştir. Gövde(ler) çalışmaz, durdurulur. Haz zamanı gelecektir. Arada, kızışma süreci yaşanır: Kıskanç zihin yanar, tutuşur, an gelir yakr, tutuşturur: İmgelem, dönme dolap gibi hızla merkezinin etrafında dönmeye koyulur. Sonra yorgun düşer. Burada da mesafe simgeleri işler, âşık fetişlerden medet umar: Saç teli, mendil, elyazısı mıknatıs gibi çeker onu: Erotizmin anahtar nesneleri.

VI

Mutsuz aşkın diyalektiği, konuya kapalı bir alana sürüklenmiştir. Gövdenin keşfi ve fethi bağlamında farklı değildir yorum türleri. Cinsellik çoğalmayla özdeşleştirilmiş, Din'lerin ve Aile'nin çoğalma azularının sonuç-edimine indirgenmiştir. Aşk, erotizmi gösterir: Bir tek öteki'ni istemekle yetinme, kendini de iste. Gövdelerarası ilişkide temas teğet'e ayarlanır böylece: İstek, istek olarak kalabilmek için doyum'da olabildiğince uzak tutulur.

Önce keşif gelir. Keşif, uzun bir hazırlık, özenli bir bakış, ağır ağır gelişen bir yayılma harekâtı demeye gelir. Cinselliğin hedefi soyuttur, yetkin gövdeyi biçimlendiri imgelem haritasında. Erotizmin beslendiği Aşk, arızaları sever, hatta yüceltir: Hedefi nesnellikten büsbütün uzaklaşmıştır.

XX. Seminer' in 'Jakobson' a başlıklı seansını bitirirken, bir yıl öncesine gönderme yaparak, bir kadına yazığı mektuptaki yazımsal sürçme nedeniyle bıyıkaltından kendisine eşcinsel olduğunu imâ edenlere "geçen yıl dedikti ya" der Lacan: "İnsan sevdi mi, seks sözkonusu değildir."

VII

Lacan' ın sözü, aşkın cinsellikle kaynaştırıldığı perspektifler İskender kılıcı gibi iner. Şaşırtıcı bir yan yoktur oysa, bu önermede: Bütük klâsik ölçütler gelir sözkonusu ayrımı doğrular. Yalnızca kavuşamamanın, buluşamamanın yol açtığı bir kopuş değildir üstelik bu; ters kutupta, kavuşmanın ve buluşmanın durmadan tekrarlandığı, keşfe vakit bırakmayan fethin esas olduğu örneklerde de kopuş geçerlidir: Ne Casanova aşkı yaşama hakkına sahip olabilmiştir, ne de Don Juan ya da Acquitaine dükü Guillaume: Öteki'ni bulamamanın temel gerekçesi kendini gözden kaybetmektir.

Erotizm vakit, sabır, emek isteyen tutku kültürü. Musil'in "Niteliksiz Adam"ın merkezinde, Ulrich-Agatha çiftinin sıradışı ilişkilerinde sınırlarına ışık tuttuğu teğet mantığı. Orada egemen fiiler değişir: Dokunmak, değmek, bakmak ince ayar ister. Bir başka denememde değinmiştim, Musil'in kediler konusundaki gözlemine: Çiftleşme mevsimi gelip geçtiğinde, birbirlerinden hepten uzaklaşmazlar, göz mesafesinden uzaklaşmaksızın yeni konumlar seçerler. Sonra, gene, yakınlaşırlar.

Klasik ölçüler böyle de, çağdaşlarınki farklı mı? Batı Avrupa'da yapılan bir araştırma, günümüz insanının Aşk'ı hayvan ve spor tutkusunun, meslek ve serüven tutkusunun hizasında koyduğunu gösteriyor. Melâlden yorgun modernler Tutku'yu "coşku" ve "neşe"yle özdeş sayıyorlar. Aşk, artık kan ve gözyaşı ile yoğrulan bir imge olmaktan çıkıyor. İnsanlar onu yaşamak istiyorlar. Onunla yaşamak. Hayatın bir olanaksızı saymaktan yana değiller Aşk'ı.

Onun olabilirlik payı ne, peki?

Bu olabilirliğin ifade edilme payı var mı?

VIII

Çağın Aşk'a yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette. Aşk, onu doğuran nedensiz heyecana (Sartre bile "büyü" saymıştır heyecanı), onu yoğuran tutku gizilgücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan. Koşulların, toplumsal bağlamın, ideolojik örgünün değişmesiyle değişmeyen bir mayası olduğu bellidir. "Mutsuz aşkın tarihi"nin yazılmasında kesintiye rastlanmaması bundandır.

Şükûfe Nihal, Domaniç dağlarında, sevdiği adamı genç yaşta yitirmiştir olağanüstü güzellikte, bütün erkeklerin etrafında pervâne gibi döndüğü bir kadının öyküsünü derlemiştir. Hiçbir talibine dönüp bakmayacaktır o kadın: "Arslan yatan yere ben köpek bağlayamam", demiştir.

Bir kere Aragon'u çağıracağım: "Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir".

Binbir örnekte bir başkası: Valyum Dönencesi'nde (1991) trajik tutkusunu kaleme alan Patricia Finaly. 1964'te sinema yönetmeni Labarthe' la karşılaşır, yedi yıl süren aşklı ilişkileri bittiğinde, o gün bugün süren karabasanı başlar: Uyku tedavileri, psikanaliz seansları, sakinleştiriciler, hipnoz tedavisi işe yaramaz: "XX. yüzyılda, hekimler hâlâ aşk acısını dindirebilecek bir hap yaratamadılar", sözü yirmi yıldır hayalet gibi yaşayan ve durmadan Labarthe'ı takip eden herkesi ona telefon etmeye zorlayan, olup bitenlerden hiçbir pişmanlık duymayan Finaly'ye ait.

IX

Bir yandan da, kendisi kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazanmanın yolunu arar Aşk.

Yeryüzünde, başlamış, sonunu getirmiş pek çok aşk hikâyesi yaşanmış olsa gerektir.

Başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan hikâyelerdir aslında. Kimi çözülecek, bozgunlar; kimi özensizlikten, yorularak; kimi de törpülenip ehlîleştirilerek, kurumsal fanuslar içinde silinip gitmiştir.

Zorla olan: Kişi'nin kendi içindeki Aşk'ı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.

Daha da zorlu olanı: İki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı Aşk'ı beslemeleri, Tutku'ya yaşama hakkı vermeleridir.

Toplumbilimci Jean Duvignaud, "Kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, TUTKU bir kopuştur" diyor: "Kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır Tutku - sistemler için".

İnsan tutkularını gösterdiği özen ve bağlılık oranında kendi kendisini gerçekleştirme sınırına yaklaşabilir, onu genişletebilir.

Daha, diyebilmek çok önemlidir.

Enis Batur

Kaynak: Cogito, Sayı: 4, Bahar 1995

Resim: John Duncan (Tristan and Isolde, painting by John Duncan)

23 Aralık 2010 Perşembe

Düşünürken Buldum Kayayı

Düşünürken buldum kayayı.
Otlarla konuşmaktan geliyordum.
Ölü bir yaprak, adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak,
bir de partal bir kuş yürüyorduk.
Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyorduk.
Bilirim sözcüklerin ulaştığı yere hiçbir şey erişemez.
İsa ile Karahisari'nin gömlekleri dikişsizdi.
Sözcükler bunu gördü.
(Ey görünmezlik! Elimden tut.
Gecede sözcüklerin ağırlığı daha bir artıyor.
Ve...
- Yazık, tümcemi tamamlayamayacağım.
Anlamdan hep kuşku duydum.
Evler odalardı, unuttum.
Dünya ki varlığının ayırdında değildir.
Trenler geçer yüzünden: Kendini varsayar.
Her şey, her şey konuşur evrende.
Evler, çocuklar, nehirler, coğrafya.
Nehirlerin vakti olmadığını okudum.
Coğrafya adına sevinmemiştir.
Anlam sıkıcıdır.
Günde üç kez aynada kendine bakar.
Yalnızlık saçar.
Anlamla ev yapılmaz.
Anladım ama yalnızlığım sürüyor.
Düşüncelerim yok benim.
Kaya bilir kaya olduğunu, ben bilmem.
Anladığımda yitirdim şiirimi.
O gün bugün bir akarsu gibi kocadım.

İlhan Berk

Hüznün Kuşları

ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
bir bir denemişim bütün kelimeleri
yeni sözler buldum seni görmeyeli

kuliste yarasını saran soytarı gibi
seni görmeyeli
kasketim eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın
kardeşim olan gözlerini unutmadım
çık gel bir kez daha beni bozguna uğrat

sen tutar kendini incecik sevdirirdin
bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa
şanssızım diyemem kendi payıma
hain bir aşk bu kökü dışarda
olur böyle şeyler ara sıra
olur ara sıra


Cemal Süreya


Gökten zembille inen sadece aşktır

Gökten zembille inen sadece aşktır
ve ölüm daha şık durur bronz bir tende
her daim sıfır kilometre bir gün var önümüzde
gir ve ortalığı karıştır.

ah diyorum, ahı bilir misin sen
dünya dedikleri gömgök bir yatır
nereden bilmiş beni, röntgeni icat eden
otuz yıl yaşadım elde var sıfır.

git ve körünü öldür, bitsin artık nazları
şoförlerin kurşunlaması gibi birtakım tabelaları
iştah kabartan ne varsa iste onları
vurmak, her insana yakışır.

dünya küçük demişlerdi, nerdesin
kuyruğunu bırakması gibi bir kertenkelenin
kim böyle orta yerde bırakır
ve yazmaz birkaç satır.

bana günahtır,
nereye gidersem orası senin yurdun
çünkü aklımdan çıkmıyorsun.

İbrahim Tenekeci


22 Aralık 2010 Çarşamba

İz

"Kemanın sesi aşkın sesidir!" dedi adam. "Tanır mısın sen o sesi!?"
"Kemanın sesi aşkın sesidir evlat!"
Sorusuna cevap istemeyen bir eda ile gözlerini tekrar kıyıya çevirdiğinde, denizin bir dalgası daha kayalarda son bulmuştu.
Vona'da Moris adası karşısında eski bir balıkçı teknesi çekilmişti kıyıya.. Ada dedimse de anlı şanlı bir ada değildi Moris! Kıyıdan elli metre açıldığında ulaşırdın Moris adasına.. Kasaba içlerinden bakınca devasa bir deniz kaplumbağasına benzer uzaktan. Bu yüzden kaplumbağa kayası diye de tanır kasabalı. Aralarında on - yirmi metrelik su mesafesi olan yan yana iki kaya parçasıdır aslında Moris adası.
Moris Adası karşısındaki eski bir balıkçı teknesine sırtını vermiş yaşlı balıkçı, elindeki kemanı dizlerinin üzerine yatırdı usulca ve yanındaki genç adamla, az uzakta kayalara usanmadan hamle yapan dalgaları seyre daldılar. On yedi yaşlarında; balıkçının baktığı yöne bakıp, gördüğünü görmeye çalışan genç, balıkçıya hayrandı. Balıkçı senelerin yükünü denizin enginliğinde bir sevdaya dönüştürmüştü sanki. Genç adam her fırsatta bu kıyıya gelir, balıkçının çaldığı kemanı, onun iç çekercesine fasılalı konuşmasını dikkatle dinler, iç dünyasını anlamaya çalışırdı.
"Moris" adını, denizdeki ada kayanın üzerine kim kazımışsa derin kazımıştı. Birileri bu adı oraya yazmış, diğerleri de bu isimle kabullenmişlerdi iki koca kaya parçasını...
"Kim? Niye kazımış ki o ismi oraya?" diye sordu genç.
"İnsanlar bilinmek isterler!" dedi yaşlı balıkçı. "Tanınmak, görülmek isterler! Fark edilmek hoşlarına gider! Bilinmek, tanınmak, fark edilmek... Ben buradayım der insanoğlu. Bana bakın ! Beni görüyor musunuz!? Ben buradayım... Canlılar iz bırakmayı severler! Köpekler çişi ile bırakırlar izini; ayılar pençeleriyle... Kimi insanlar taşa iz bırakır, toprağa iz bırakır; kimi de betona ve hatta suya, buluta iz bırakırlar! Kuşun kanadına, yağmura, balinanın kuyruğuna bırakır izini birileri; bir başkasına bu da yetmez gider Ay'a bırakır.. Bağırmayı sever insan! Haykırır: Benim, ben!.."
"İnsanlar iz bırakır ve iz bıraktıkları yeri sahiplenirler mutlak! Moris ise kaya parçasını sahiplenmiş işte!" diyerek cevapladı soruyu.
Moris kimdi, balıkçı bilir miydi Moris'i?..
"Sen hiç aşık oldun mu?" diye sordu yaşlı balıkçı. "Keman gibi inledin mi hiç?"
Genç adam hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi balıkçının sorusuna.
Az ötelerinde kıyıdan yavaşça yükselen bir tepenin üzerinde, denize yukarıdan kibirle bakan tek katlı beton evin ızdırabından habersizdi deniz. Balıkçı habersizdi, genç habersiz..
"Bu yürek susmalı artık!" dedi adam.
Elindeki tabancayı tam yüreğini yırtacak bir mızrak gibi göğsüne bastırmış, titremekteydi. Namlu soğuktu... Tetik acımasızca, kendi görevini yapabilmenin acelesindeydi..
"Bu yürek değil beni değil artık! Bu yürek kimin!? Bu yürek gereksiz. Gereksiz olansa ölmeli..." diye düşündü adam.
Deniz daha bir hırçınlaşmıştı. Dalgalar adamın elini tutmak ister gibi uzanıyordu sahile doğru. Bir martı tepedeki eve doğru kanat çırptığında diğer martılar huzursuzlandı. Bulutlar olacakları biliyor gibiydiler...
Adam, acısını anlatsa duyacak mesafedeki balıkçıdan habersizdi. Genç adamı tanımıyordu. Deniz aklına gelmiyor, martıları hatırlamıyordu... Dalgalar umurunda değildi ki adamın...
Kıyıdaki balıkçı derin bir iç geçirdi, sonra, yavaşça genç adama baktı. "Aşkı en iyi kim tanır bilir misin?" diye sordu.
Genç adam, merakla cevabı bekledi, sadece sustu...
"Aşkı, bir dervişe sormalı bence! Ya da Zapata gibi bir gerillaya... Çakırcalı benzeri bir efeye, bir zeybeğe sormalı, herkes bilmez aşkı" "Ne tutkulu aşıklardır onlar!"
Tepedeki evde, yüreğindeki volkanın ağzına dayadığı tabancasıyla patlamayı durduracağını zanneden adam ter içindeydi...
"Hak ettim mi kızım bunu ben?"
Gözlerinin ışığı sönmüştü adamın. Asırlardır kuraklığı yaşamış, toprağın tenine çekilmişti teni. Bir damla yaş düşse gözlerinden, teninde buharlaşacaktı sanki hemen. Ağlayamıyordu adam; gözlerinin önünde kızının yüzü dalgalanıyor, adam ağlayamıyordu... Bir baba nasıl hak ederdi ki bu acıyı !? Acı hak mıydı yoksa bir bedel mi; ayrımına varamıyordu adam. "Bu kahıra nasıl dayanır bu yaralı yüreğim ? diye kıvrandı adam...
Yaralı yürekleri de vurmak gerek belki de, ayağı kırılan atları vurdukları gibi !.. Bir genç kızın inandığı aşkı uğruna körpe yüreği sıcak çırpınışlardayken henüz, bir yılkı gibi bozkıra terk edilmesini nasıl sindirebilirdi ki bir baba yüreği ?!
"Bu yürek ölmeli !" diye inledi adam. Gölgesi yoktu artık adamın, resmi yoktu... Yüzü kaybolmuş, kimliği silinmişti tüm kayıtlardan... Adamdan geriye hiç iz kalmasın diyordu sanki birileri...
Babanın hayata iz bırakma çabası değil de nedir, çocuk!? Yeni bir can katmak yeryüzüne çok basit bir ihtiyaca bağlanabilir miydi ? Bir can katmıştı yeryüzüne adam ve ben varım ve de var olmaya devam edeceğim dememiş miydi !? Bencilce ama böyle değil miydi bir canı doğurmak!?
Ya o can nasıl sevmişti bir başka canı!?
Bir başka can, cana can katacak bir sevgiyi nasıl çamura bulardı hoyratça!? Sevgi masum değil miydi yoksa!? Aşk diye bir şey yok muydu!?
Ufukta peşi peşine şimşekler çakıyordu. Gök gri, kurşuni bir ağırlıkta çöküyordu yeryüzüne... Martılar sinmişlerdi Moris kayalığına... Yaşlı balıkçının haberi yoktu olanlardan. Uzakta bir yerlerden bir şarkı çalınıyordu: "... ben seni ellerin olsun diye mi sevdim..."
"Sevmeli insan" diyordu balıkçı. "Cephede siperden sipere koşan bir asker ruhuyla sevmeli..." "Sevmek iz bırakmaktır, yaşama: iz bırakmaksa yaşamaktır !"
Bir el silah sesi susturdu balıkçıyı... Ses gök kubbede buldu yankısını. Kurşun adamın yüreğini değil balıkçının beynini vurmuştu sanki... Adamın yüreğindeki volkan sönüyordu, sonra bir yıldırım düşüyor bir yerlere; tepede incir ağacı alev alıyor, bir asker mayına basıyor, bir başka yerde bir kadın ağıt yakıyordu..
Balıkçının kemanı dizlerinden kaydı. Martılar havalandılar çığlık çığlık !..
Genç adam bir elinde balıkçının kemanı, arkasına bakmadan sahil boyunca yürüyordu. Kumsalda ayak izleri, dalgalar izleri siliyor, balıkçı kafatasında kurşun deliği öylece arkasından bakıyordu.
Tepedeki evde olanlardan kimsenin haberi olmamıştı...
Sahilden yalnızca bir keman sesi duyuluyordu...
"Ben seni ellerin olsun diye mi sevdim ..."

Mehmet Ali Canikli
(Herkesin Bir Öyküsü Vardır)

20 Aralık 2010 Pazartesi

Ayıp

"Kararsız" ya da "vefasız kadın" anlamına geliyor
sözlüklerde hercai.
Menekşe;
güzel bir çiçektir her şeyiyle
seversen nankörlük etmez
Üstelik hercaisi
kararlı bir tümevarımıdır diğerlerinin
her bahar renk renk gülümser...

Sahi, neden sadece kadın!?
aslında her cahilin yiyebileceği bir haltı
menekşeye yakıştırmak ayıp!


Can Burcu

Resim: Pierre Joseph Redoute, Hercai Menekşe, Kağıt Üzerine Suluboya


Babama

Kurumaya yüz tuttu babam
Kırılıyor dalları
Başı yanık dumanlı bir orman
Etekler kırağı
Annemin çevresinde
                     maymuncuk
iç burguları olmasa
ikinci baharı
            yaşıyorlar dersiniz

Kurumaya yüz tuttu babam
Arada nemleniyor gözleri
            tekliyor kalbi
Bir kadeh rakıyı içiyor, susuz
Seksenini aştı çoktan
"al emanetini" diyor
Diyor da geçmiş günler takılıyor
                     Usunun yemsiz oltasına

Ben nemleniyorum.

Muhsin Salman

Resim: Ali Demir (İhtiyar Adam,1970, pres tual üzeri yağlı boya)

19 Aralık 2010 Pazar

'Arabada Kim Var ?'

Gökçe İspi Turan, polisiye öykülerde bulmaca çözmeyi seven okurları, heyecanı ve şaşırtmacası bol bir ilk-roman olan Arabada Kim Var? ile karşılıyor.

İstanbul-Toronto arasında mekik dokuyan üç paralel öyküde, kimi zaman bir intiharın nedeninin peşine düşüp “Acaba ortada bir katil mi var?” sorusunun cevabını arıyor, kimi zaman muhafazakâr Müslüman bir ailenin cinsellik bağımlısı oğullarının bir anda tehditle örülen macerasına tanık oluyor, kimi zamansa belleğini yitirmiş bir kadının “Misafirhane” adı verilen, yarı hapishane yarı akıl hastanesi bir yerden kaçıp kurtulma çabasına yardım ve yataklık ediyor.

Gökçe İspi Turan, kalemini kamera gibi kullanarak, ilerledikçe aroması belirginleşen bir film tadı veren romanında, ipuçlarını birbirine düğümlüyor ve “aslında neler olup bittiğini” anlamaya çalışan okura meydan okuyor…
Yazar, bu ilk romanını “aynanın sırrının” arkasına da bakmayı akıl eden tüm okurlarına adıyor…

Kitap Hakkında - Baskı Bilgileri

Kitap Adı: Arabada Kim Var, Sayfa Sayısı: 240
Yazar: Gökçe İspi Turan, Ebat: 13,5 x 21 cm
Türü: Roman, Baskı Sayısı: 1. Baskı
Yayın Yönetmeni: Zeynep Atayman, ISBN: 978-605-5525-33-0
Görsel Yönetmen: Haydar Bey, Dağıtım Tarihi: 20 Ekim 2010
Grafik Tasarım: Ahmet Sungur, Müge Kaygusuz

Adres: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sokak No:2 34381 Şişli – İstanbul
Telefon: (0212) 343 72 74 Faks: (0212) 343 72 65
ckk@cumhuriyet.com.tr www.kitap.cumhuriyeti.com.tr
http://www.arabadakimvar.com

Evrim Gözener
http://www.hayatadokun.net/?p=1294#more-1294

17 Aralık 2010 Cuma

'Sınıfın Ozanı' Rıfat Ilgaz

Rıfat Ilgaz' ın ilk kitabı Yarenlik'in birinci baskısı önümde duruyor: "1943 İstanbul Sebat Basımevi". Otuz beşinci sayfasındaki "Böyle mi olacak ölümüm" şöyle başlıyor:

"Sanıyorum fazla beklemeyeceğim / tekaüt kahvelerinde ecelimi./ Soğuk algınlığını bahane ederek / el etek çekildiği zaman ortalıktan / başımı alıp gideceğim."

Hiç de sessiz gitmedi Rıfat Hoca. Yaşamı boyunca kovuşturuldu. Öğretmenlikten atıldı, hücrelere konuk oldu, yazıları gazetelere sokulmadı, nefes alışı bile izlendi, sonra bu çelişkiler ülkesinde ölümü televizyonlara haber oldu, neredeyse devlet töreniyle uğurlanacaktı. Oysa ne tören bekledi, ne övgü sözleri. O bir "40 kuşağı şairiydi".

"Ne varsa yitirdiğim / Bütün bulduklarım şiirde / Kafiyeden önce gelen / Sevgilerimiz mi sade / Sürgün de var / Hapis de" diyen oydu.

Rıfat Ilgaz'ı tanıdığımda 'Hababam Sınıfı'nın yazarıydı benim için. Oyunun dorukta olduğu günlerdi. Kimselerin şairliğinden söz etmediği günler. Hemen o günlerde "Karakılçık" yayınlandı. Ama benim Rıfat Ilgaz' ı "şairlerimin" arasına katışım birkaç yıl sonra "Uzak Değil" ile oldu.

'Hababam Sınıfı' gündemdeydi diyordum. Ülkede ne kadar sahne varsa hiç değilse bir kez oynanmış olmalı. Oysa Rıfat Ağabey otelde kalıyor, oyunun geliri kime gidiyorsa gidiyor, o ünüyle yetiniyordu. Arada yakınıyordu ama ümidi kesmiş gibiydi telif haklarından. Tam o günlerde oyun bizim mahalledeki yazlık sinemaya geldi. Ulvi Uraz' lı Zeki-Metin' li ilk kadro oynadığı kadar oynamış, oyuncular ünlenmiş, şimdi nöbeti yeni bir kadro almıştı. Tulum Hayri rolünde Ali Poyrazoğlu vardı. Diğerlerini anımsayamıyorum. Turnenin izini yakalayınca oturup bir mektup yazdı Rıfat Ilgaz. Ben de götürüp oyun gecesi verdim tiyatroculara. Sonuç yok tabii.. Hayat devam ediyordu. Rıfat Hoca evlenecekti. Önünde ise beklenmeyen büyük bir engel: Nüfus kâğıdı Piyer Loti Oteli'ndeydi. Otele borcu olduğu için gidip alamıyordu. Altıncı mı, yedinci mi evliliğini yapan bir büyüğüme başka ne yapabilirdim. Gittim otele. Danışmadaki gence "Rıfat Ilgaz' ın nüfus kâğıdını ver !" dedim. Genç ne sandıysa çıkarıp verdi. Koşar adım döndüm Öncü Kitabevi' ne. Rıfat Ilgaz nüfus kâğıdını alınca bir sevindi ki, "Artık evlenebilirim" dedi sanki başka bir şey gerekmiyormuş gibi. Nüfus kâğıdına baktık. Evlenme ve boşanmalardan boş yer kalmamıştı. Ne güzeldi o çok sayfalı nüfus kâğıtları. İlkokula giriş, ekmek vesikası, askerlik, evlilikler, boşanmalar. Şimdi adı kimlik oldu. Her seferinde değiştiriyorlar. Geçmişimizle bağımız kopuyor.

Rıfat Hoca, her ne kadar "Anlaşıldı kara günler için doğmuşuz. / İçli dışlı olmuşuz acılarla. / Aydınlığın dar kapılarından / Geçemeyiz güle oynaya / Bayram kaçağıyız." dese de hayatı neşeli tarafından alıyordu. En sıkıntılı günlerini "Nasıl sevmezsin Heybeli' yi / Herkesin bağı bahçesi ayrılmış / Denizde kotrası yalısı / Ayırmış ayıran hastanesinde / Bizim de yatağımızı" diye tiye almasından belli değil mi.

Altmışlarda umut havası esiyordu. Henüz 12' lerden eser yoktu. Otellerde de kalsa yüreği umut dolu, neşesi yerindeydi. O günlerde en eğlenceli maceralarından biri Orhan Kemal ile yaptığı röportajdı. Orhan Kemal' in hastaneden yeni çıktığı bir dönemde, röportajı fotoğraflarla da süslemek için poz poz resmini çekmişti. Orhan Kemal, "Yorgunum, halsizim" dedikçe, "Ayağa kalk, otur, elini kaldır, şu tarafa bak" diye canını çıkarmıştı. Filmi fotoğrafçıya verirken de uzun uzun tembihlemişti, "Büyük bir yazarın fotoğrafları var. Aman iyi banyo et" diye. Filmi almaya gittiğinde fotoğrafçı "Bu kocakarılar yazardır ?" diye sormuş. Filmin başında üç beş poz aile resmi. Sonrası bomboş. Diyafram açılmamış. "Utana sıkıla gidip 'bir resmini versene' dedim" diye gülüyordu.

Öyle seviyordu ki yurdunu, insanlarını; öğretmen oldu, şair oldu, her şeye göğüs gerdi, "gülmece yazarı" ve "veremli" sanlarına bile. Saygı duyulacak direnci ile "Ara ki bulasın sayfalarda / Şair Rıfat Ilgaz' ı" günlerini de atlattı. Kitap fuarlarında uzayıp giden bitmek bilmeyen imza kuyrukları bilmem unutturabildi mi geçmişin ayıbını ?

Bir şair öldü. Geride dizeleri kaldı: "Rahat günlerin işçisi olacaktık / Güzel günlerin şairi / Bir çift sözümüz vardı / Nar çiçeği gül dalı üstüne / Dudaklarımızda kaldı."

Ergin Koparan
(Temmuz 2003 - Tersakan)


16 Aralık 2010 Perşembe

Lumumba

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldattılar aklı ve özgürlüğü.
Bilmem gerekliydi ya, bunu
Ben kurtuluş savaşı çocuğu
Tanımalıydım bu eski yüzü
İzmir'den Ankara'ya yangınlar alazında
Çocukların çığlığından, anaların acısından.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Aldanıyoruz düpedüz
Tutsak halkların sunduğu tepsi
Belçikalı sofralara (amanın adı özgür ekonomi)
Bakır uranyum ve altın madeni
Kauçuk tarlalarında sömürge şapkaları
En ucuz zenginlik el emeği.

Aldandın sen Lumumba
Aldandım ben.
Aldatıyorlar gazetelerle, televizyonlarla.
Batı - O, Eflatunda kaldı - Batı? neymiş Batı?
Anamalın sömürgeci saltanatı,
Veren bir elle, alan bin elle
Bağımsızlıklar satılan çarşılar Çombelerle
Ve kanlı yumruğu bekçilik edenlerin
Tefeci konaklarına Batılı Brükselin.

Aldattılar seni Lumumba
Aldatıyorlar beni.
Güçlüdür o yargıçlar yargılıyız aldanmaya
Bankalardan uçaklarla roketlerle geliyorlar
Uyandığını duydular mı halkın gerinerek
İniveriyorlar ossaat tepesine
Tutulmuş paralı askerlerle.
Kongo bir halk ormanı değil artık
Kanlı sürgün avı doyumsuz çıkarların.
Vurdular seni Lumumba
Vururlar bizi.
Vuruyorlar o karanlık ırmaklarda
Ormanları delip geçen namuslu hançer ışıltıyı
Kara sıcak senin kanın akar Afrika gecesinden
Yağlı pırıl pırıl yüzleriyle iş adamları
Çil paralar atıyorlar dünya radyolarından
Düpedüz dilini tutmuş insanlığa.

Güçlüdürler, güçlü onlar: Kongo zengin,
Ezilmişlikle yoksulluk her yerde dilsizdir,
Dilsizdir fakir beyazlar ve zenci milyonlar
Aldanıyoruz durmadan, elimizde ne var?
Asyada, Afrikada, Güney Amerikada,
Perulu kızlar, Viyetnamlı oğullar
Ve sen Lumumba
Bedeni delik deşik zenci baba !

Ceyhun Atuf Kansu

Fotoğraf: Patrice Lumumba




Öldüğünü Kimse Bilmiyor


Yeşilçam Hitchcock’una, gençliğime !

Sinemalar nasıl da nefisti o zamanlar
ben bu izzet-i nefisle geldimdi oralardan
kadınlar leke leke geldimdi sinemalar lime lime kaldımdı
laf aramızda Garbo nefisti Gardner nefisti
Deneuve nefisti Janet Leigh nefisti
filmlerden kaçma gençlik arkadaşımdı Errol Flynn
Hollywood’a niyet Hitchcock’u Londra’da yakaladığımda
gençliğime çok cennet bi’güzel purosunu ateşledimdi
:Alpay hariç!
bütün mustafalar biraz deliydi o zamanlar

Sinemalar nasıl da arzuydu o zamanlar
ben bu sine-i arzu geldimdi oralardan
memelerinden sevdiğim kadınlar
memeuçlarımdan içime girerdi
Arzu Feri Mine dudaklarından kasıklarına
birer geniş göktüler - bileklerimde birer kesik şimdi her biri !
Doğuştan günaha meyilliydim ya
kinim de kirim de beyazperdeydi
gidip kendimi kadınlarda temize çekerdim
ben de bilirdim ki neyim var neyim yok hepsi kabahat
kin ve kirden pirüpak bir yalandı cennetim: adı Nebahat
: Alpay dahil !
bütün mustafalar çokça deliydi o zamanlar

Ben mi demiştim biri mi demişti
"bir ölüden alır herkes bir ölümü"
o eski hastalık hangi galaya gitsem şimdi
kendim dahil herkesin yüzü kem kıyamet
sen öldün, sinemaların öldü, sen de bir ölüsün diyorlar
sinema veremlisi iki gizli ikizdik biz doğuştan
:Alpay-Tolgay
ikimiz de hep iki şeyden düşerdik: kadından ve veremden
ikimizden biri düşse annemizin sesini duyardık
"oğlum, kardeşin düştü kaldır içi kanayacak !"
Beyoğlu’nda bir otel odasında bir ölüden
kalıbıma göre giyindiğim bir ölüm şimdi bu
ben değil sinemalar söylüyor: üç ay olmuş ben öleli
yalnızca afişleri değiştiren bir çocuk sesi tek duyduğum
sinemalar göz parkıdır, sinemacılar ölmez diyor
Metin Erksan dahil öldüğümü kimse bilmiyor

Hüseyin Alemdar (Beyoğlu - 22.02.2006)



14 Aralık 2010 Salı

Düello

Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten?
Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim.
Ayak bileklerime kadar bu deredeyim işte,
Yerin yassı taşları tabanımın altında,
Alnımda birleşmekte güneşin raylarından
Hışırtıyla geçen kartalların sesleri.
Unuttuğum bir bitkinin yaprakları gibi
Göğsüme değerse kurşunların, ne çıkar?

Bilmem nişancılığı, tabanca kullanmadım;
Ama karşıma alıp seni horoz düşürmek de,
Seni vuramamak da yüreğimi pekiştirir benim.
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.

Ülkü Tamer

İzleyiciler