28 Şubat 2021 Pazar

Eski Sinemalar


karanlığa dağılan o çocuk ben miyim
beni mi kovalıyor tabancalı adamlar
ıssız sarayların güngörmez prensiyim
yalnızlığımı belki de aşk tamamlar
bilmek zor hangi filmin neresindeyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar

galiba tahtabacak korsan gemisindeyim
prensesler cariyem akdeniz bana dar
günlerdir teksas’ta eşkıya izindeyim
hızlı tabanca çeken üstüme kim var
tarzan zor durumda yetişmeliyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar

kanlı bir sarışınla şanghay trenindeyim
takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar
yabancılar lejyonu’nda fransız teğmeniyim
belki harp divanından idamım çıkar
bitmiyor nedense başlayan hiçbir film
ne yapsam içimde o eski sinemalar

Attilâ İlhan

Marlene Dietrich in “Shanghai Express” (1932) / Jack Stalnaker



Berber Sami


(Berber Sami abinin anısına…)

Bekçi, mezarın ayakucundaki karaltıya sessizce arkasından yaklaştı.

Kenardaki toprakları mezarın üzerine taşıyan adamın omuzuna, copunun ucunu bastırarak seslendi.

– Sakın kıpırdama.

Adam sıçrayıp, bir an için korkuyla ayağa kalkmaya yeltendiyse de omuzundaki copun ağırlığıyla tekrar dizlerinin üstüne çöktü. Eliyle damağını kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra kalbini tuttu.

– Yüreğime iniyordu.

Adamın yüzünü görmek için “Dön!” diyen bekçi, copunu yavaşça geri çekti.

– Ne yapıyorsun bu saatte burada? Hırsız mısın lan yoksa sen?

– Aman abi ne hırsızı…

– Hırsız değilsen gecenin bu vakti ne işin var mezarlıkta? Çıkar bakayım kimliğini… Yavaş haa… Bir yanlışta yakarım bak karışmam.

Yavaşça elini cebine götüren adam cüzdanını çıkarıp kimliğini bulup bekçiye uzattı.

– İşte abi buyur kimliğim.

Aldığı kimliği ışığa tutmak için havaya kaldıran bekçi, bir adama bir kimliğe baktı.

– Adın ne?

– Adnan.

– Bu saatte burada ne işin var Adnan?

– Mezar ziyareti diyelim abi.

– Anlaşıldı, senin ziyaret bu gece nezarethanede bitecek herhalde… Bu saatte mezar ziyareti mi olur ulan? Dalga mı geçiyorsun? Gündüzler torbaya mı girdi?

– Abi vallahi kötü bir niyetim yok.

– Onu bunu bilmem, yürü karakola gidiyoruz.

– Aman abi gözünü seveyim.

– Ne bileyim ben senin mezarlığa hırsızlık için girmediğini?

– İzin ver ispatlayayım abi.

– Nasıl ispatlayacaksın ulan? Her şey gün gibi apaçık ortada.

– Yalanım varsa yarına çıkmayayım, nah şu mezarda yatan Sami abi için geldim vallahi.

Bekçi, gözlerini Adnan’dan ayırmadan, temkinli adımlarla mezarın başına doğru ilerleyip taşı okudu; “Sami ………. , ruhuna El Fatiha.” Ardından bir iki fısırtıyla dudaklarını kıpırdatıp ellerini yüzüne değdirerek “Amin.” dedi.

– Gerçekten de Sami’ymiş merhumun ismi. Ama senin de önceden okumadığını nereden bileyim?

– Vallahi değil abi, kendisini yakından tanır çok severdim. Yarın bir hafta olacak.

– Bunlar ispat sayılmaz.

– Böyle fakir bir semtte, böyle fakir fukaranın mezarında ne olacak da hırsız olsun abi? Bugüne kadar burada bir tane hırsızlık vaka’sına rastlanmış mı hiç?

– Bak bu doğru ama ya ilkine ben şahit oluyorsam.

– Pekiyi abi kazmaktan başka çarem kalmıyor o zaman.

– Delirdin mi ulan katiyyetlen olmaz. Hem günah zaten. Hem de adamı görüp ne yapacağım? “Evet bekçi bey, bu arkadaş benim ziyaretçimdir.” mi diyecek merhum? Tövbe, tövbee beni de günaha sokuyorsun bak.

– Yok abi, olur mu hiç öyle şey? Ben kazayım derken, ayakucuna küçük bir kutu gömdüm onu çıkarıp gösterecektim.

– Allah, allah… Ne kutusuymuş ulan bu? Kaz çabuk. Ulan sen nasıl Müslüman evladısın? Günah değil mi böyle şeyler bizim dinimizde?

– Abi vallahi de, billahi de Sami abinin vasiyetiydi. Kutuda da sadece bir makas, bir tarak, bir de ustura var. Tıraş kutusu yani… Merhum, berberdi de.

– Hiç de böyle şey duymadım. Firavun mu lan bu, eşyalarını da yanına gömüyorsun.

– Yok be abi. Garibanın, yalnızın, boynu büküğün biriydi Sami abi. Ben kendimi bildim bileli bizim mahallenin berberiydi. Benim babam daha ben doğmadan ölmüş, o da babasız büyümüş, belki bu yüzden birbirimizi iyi anlardık, hep kollardı beni. Yeri geldi baba oldu yeri geldi arkadaş oldu.

– Çıkart kutuyu. Eğer varsa öyle bir kutu, bırakacağım lan seni. Az manyak değilmişsin sen.

– Kutuyu geri koyacak mıyız abi?

– Hele bir çıkart da düşünürüz.

Adnan bir yandan mezarın ayakucuna yakın bir yeri yavaş yavaş eliyle açıyor, bir yandan da başında dikkatle kendini gözleyen bekçiye Berber Sami’yi anlatıyordu.

– Gostivar’dan gelmiş zamanında, kendi deyimiyle “Güçmen”di. Bizden çok severdi buraları. Hep azla yetinmesini bilen, buraların bolluğunu kıymetini bilmediğimiz için bize kızan, candan, olduğu gibi biriydi.

– Dur bakayım! Dur! Ne var öyle senin ceketinin cebinde?

– Bir şey değil abi. Tekel birası.

– Ulan hiç mezarlığa içki sokulur mu?

– Kendime değil abi… Sami abiye.

– Ohoo! Sen iyice sıyırmışsın. İşimiz var senle.

– Vasiyet abi, vallahi vasiyet, yoksa böyle bir şey yapar mıyım hiç? Söz verdim bir kere, boynumun borcu. Sami abi Tekel birasını elinden düşürmezdi. Beyaz önlüğünün cebinden çıkarttığı şişeden bir fırt çekip arkasından da üzüntülü üzüntülü başını sallar ve karşısındaki kim olursa olsun “Tito gitti, Yugoslavya bitti.” derdi. Ahh! Sami abi, ahh!

– Değişik bir adammış.

– Bir tanısaydın sen de severdin abi. Dükkânının bulunduğu pasajın üstündeki düğün salonunda bir düğün olmasın; davul zurnayı duyar durmaz koltukta bıraktığı, yüzünün yarısı köpüklü müşteriye bile aldırmadan hemen dışarı fırlardı. Ayağında beyaz sünger tokyolarla yukarı çıkar, davetlilerin “Bu da kim?” diyen bakışları altında pistin ortasına atlar, ellerini taa havaya kaldırıp başının üstünde birleştirerek, döne döne oynamaya başlardı. Çalan hava ne olursa olsun hiç ayırt etmez, biraz neşesini bulunca da cebinden birasını çıkarıp bir fırt aldıktan sonra mutlaka mutluluklar dileyip, cebindeki üç-beş kuruşu da ya geline, ya damada takar, tekrar dükkana dönerdi.

– Aşağıda bekleyen müşteri bir şey deyip kızmaz mı peki?

– Kızmak mı? Ne kızması, onun öyle tatlı bir dili vardır ki ne yaparsa yapsın kızmak kimsenin aklına bile gelmez.

– Diyelim biri kızdı.

– Kimse kızmaz diyorum… Ama diyelim biri kızdı; hemen eliyle koluyla karşısındakine öyle bir ciddi ciddi “Gostivar’da gürdüm ben bir deprem, te booyle karşıki dağların ucu değerdi bizim evin önüne. Olsaydı şimdi deprem, daha iyiydi?” derdi ki, kim olsa dayanamaz güler, kızgınlığı falan kalmazdı.

– Çıkarttın mı? Ver bakayım şu kutuyu.

Adnan’ın çekine çekine kendisine uzattığı kutuyu eline alıp kapağını açan bekçi gerçekten de kutunun içinde söylenenler olduğunu görünce neredeyse hiç şaşırmadı.

– Önce inanmadım ama ne yapalım vazife. Kontrol etmek zorundayız biz de. Senin elinden yüzünden belli zaten temiz biri olduğun. Al bakalım koy bunu yerine.

– Dedim ya abi vasiyet, yoksa ne işim var benim mezarlıkta bu saatte. Hayır, gündüz millet görüp başka bir şey düşünür diye yani.

Adnan, yerine koyduğu kutunun üstünü kapatırken bekçi sordu: “Hiç evlenmemiş mi?”

- İlk geldiğinde bir öğretmenle evlenmiş ama bir iki yıl sonra çocukları olmayınca, öğretmen hanım bunu boşamış. Benim anladığıma göre, içmeye bu yüzden başlamış olsa da bu olayın ardından yıllar geçtikçe Sami abi bunu da kendince eğlenceli hâle getirmişti. Soranlara da nerden bulduysa artık, yanında taşıdığı bir kâğıdı çıkarıp okurdu “Refakat-i yek vucudane neticesi, kelime-i muammayı izdivacın hali hep aynı…”

– Sen nasıl aklında tuttun bunu be?

– Sen de her gün elli kere duysaydın…

– Demek ki adamın içine yer etmiş acısı.

– Hem öyle… Hem öyle değil… Bir garip durum, bir garip adam. Hem neşeli hem üzüntülü. Bir tek bu değil ki, beğendiği her şeyi böyle yazar, yanında taşırdı.

Mesela ne zaman iki üç arkadaş içmeye, dışarılara bir yere gitsek, yine muhabbetin bir yerinde gülerken bu ayağa kalkar, inatla cebinden çıkardığı kâğıtlar arasında bir şeyler arar, en sonunda da bir peçetenin üstüne yazdığı şarkının sözlerini bulur okumaya başlardı; “Baharın gülleri açtı. Ah! Yine mahzundur bu gönlüm. Etrafa neşeler saçtı, beyhude geçti bu ömrüm.” Sonra dayanamaz ağlardı, bizi de ağlatırdı.

Adnan işini bitirip mezarın yanına oturunca, bekçi de Adnan’ın yanına oturdu. Anlattıkça daha da bir hüzünlenen Adnan sigarasını çıkarıp bekçiye tuttu. İkisi de sigaralarını yakınca Adnan derin bir nefes çekip anlatmaya devam etti.

– Sami abinin pek sağı solu belli olmazdı, hem neşeli, hem üzüntülü dedim ya; gülerken birden ağlar, ağlarken birden gülerdi. Bilmeyen deli sanır ama bir anlatsın sen de ağlarsın. Dükkânında kömür sobası vardı ve her zaman o sobanın altında küllere gömülü birkaç patates olurdu. Müşterisi varsa müşterisine, yoksa yoldan geçen çocuklara külde pişen patatesleri kendi ellerinle soyar, ağızlarına yedirirdi. İstemeyen, ağzını büzüştürüp, kendini geri çeken olursa “Gostivarda radyo çeksin diye dedem antene takardı patatesi. Evde kalmayınca lukma, gece kalkıp çiğ çiğ yerdik gizlice dedemden. Beğenmiyorsun şimdi sen şuncağızı?” deyip, birden ağlamaya başlardı.

Ya da birden, evden getirdiği torbayı kaptığı gibi dükkânından fırlar, çocukça bir neşeyle gülerek kuşlara bayat ekmek ufalamaya başlardı. “Kuşları çok seviyorsun Sami abi.” deyince başlardı gülerek anlatmaya: “Çok kurtardım ben unlardan be askerdeyken, sabahları su içeyim derken fark etmez bunlar suya girince ayakları buz tutar, hapis kalırlar su birikintisinde. Uçar ama aklı yoktur unların, ne yaparsın”

– Allah rahmet eylesin, iyi bir adamcağızmış. Burada çekmiş orada çekmez inşallah.

– Çok sulu gözdü Sami abi. Cennete gitse ağlayacak bir şey bulur yine o. Gagarin’den öncekilere bile ağlardı.

– O kim ki?

– Rusların kozmonotu, uzaya ilk çıkan insan.

– Ona neymiş ki elin gagalısından?

– Gagalı değil Gagarin, Yuri Gagarin ama o da ona ağlamıyordu ki zaten. Ondan öncekilere ağlıyordu. Bana hep derdi ki: “Bak Adnan, bunlar derler ya Gagarin uzaya ilk giden adamdır diye, gürmedim ümrümde boyle yalan. Gagarin ilk dönebilendi, süylemezler onu. Undan ünce bilmem ki kaç kişi gitti de dönemedi, kaldı taa uracıklarda. Na kaldır başcağzını bak hepten mezarlıktır uralar. Yazık günahtır be ya bilim için feda etmiştir bunlar kendini, gürür müsün ilim irfan aşkını?”

– Buna ağlıyor muydu esastan?

– Hem de nasıl… İki gözü iki çeşme.

– Kalk o zaman dök şu “Tekel”i berber Sami abimizin üstüne. Ama bir daha da gece vakti görmeyeyim seni buralarda. Kalk, kalk bakma öyle…


Tarkan İkizler

Kâr Etmez Ahım Sen Gülizâre

Kâr etmez ahım sen Gülizâre 
Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre
Olsam da geçmem bin pare pare 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare 

Ko aksın yaşım billâhi silmem 
Mecnunun oldum güzelim terk edebilmem
Kessen de başım senden kesilmem 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Avare bülbül memendi bülbül İnler senin'çin güzelim ruz-i şeb ey gül N'ettinse naçar ettim tahammül Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Vur beni akmaz Billâhi kanım 
Mecnuna döndüm güzelim yok mu imanın
Sabra mecalim varsa da varım 
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare

Çekmez bu derdi efendim herkes 
İster kabul et güzelim ister başım kes 
Gurbet ellerde kalmışam bî-kes
Sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare 

* Kesilmek: Kopmak, ayrılmak
* Ruz-i şeb: Gece ve gündüz
* Naçar: Çaresiz

Derleyen ve notaya alan: Nida Tüfekçi
Yöre: Kerkük


27 Şubat 2021 Cumartesi

boşluğun tütün mavisi

yağmuru taşıyan sokaklarda
sigaramı gezdiriyorum
boşluğun tütün mavisi

kuş sesiyle irkilen küçük bahçeden
ve salıncağı kaçan ağacın dilinden
aynı baharı sevdik
biz tırpanın ağzında çiçek
aynı ateşin soluyan külleriyiz
aynı portakalın dilimi
şişedeki cin…
erteleyip durma denizimi
neysek oyuz deme
dağınıklığını al gel!


Can Adalı

kader her şeyi bilir




























kar, sokağa adım izlerini bırakıyor... 
bir kedi sıcak bir köşe arıyor, umarsız değil
coğrafya çalışıyor bahçedeki ağaçlar, hayat bilgisi yarın sinemada ilk gösterim...
biraz belgin doruk hüznü var ev sahibinde
çakmağın gazı bitmiş, yeni öykü karşı sayfada
feridun çölgeçen robdöşambr ile zengin olurdu filmlerde
aşkı biri saklasın, kim vurduya gidecek bu filmde

buraya da kar yağıyor, burası da ıssız bir cehennem
geçen yıl deniz kıyısında oturan bir evdeydim, rüzgâr misafirimdi.. 
kış parmaklı çocuklar gelirdi aklıma her üşüdüğünde
kuşların yüzü kaç kelimeydi, doktor bilir mi?
kaç uzaklık, kaç yalnızlık, kaç özlem... 
eve dönen sevgili bir kentin adından daha kalabalık değil mi?
sakın unutma, kaderin her şeyi bildiğini...

Can Adalı





Şehri Unutan Adam


Çoktan beri şehre inmemiştim. O gün, insan­ları sevebilmek arzusuyla otelin kapısını açtığım zaman, karşıma ilk çıkan insan, bir küfeci çocuğu oldu.
Kirli, soluk yanaklarına, çıplak ayaklarına merhametle değil, sevgi ile baktım. Zaten otelin kapısından bu niyetle çıkmamış mıydım? Onu kucaklamak, köşedeki kunduracıdan ona bir lastik ayakkabı, biraz ilerdeki Yahudiden bir beyaz ke­ten pantolon almak arzusuyla durdum.
- Ne bakıyorsun, efendi, dedi, hamal mı lazım?
- Yok çocuğum, dedim.
Gel sana, bir pantolon, bir ayakkabı alayım, demek üzereydim. Fakat gözlerini görünce vaz­geçtim. Onlar bir acayip hastalığı benim sevgi dolu gözlerimde yakalamak istiyor gibi dikkatli, yakalamış kadar mustarip ve haindiler.
Bununla beraber, yirmi beş kuruş çıkarıp ver­dim, yürüdüm. Arkamdan koşup iade etti. Yüzü­nü görmedim, fakat elleri kararlı idi.
- Her sakallıyı baban zannetme, anladın mı?
Yirmi beşi aldım. Cevap vermeden yoluma devam etmek istedim. Birden bütün neşemin bir camın kırılışı kadar ses ve şıngırtı çıkararak düşüp kırıldığını gördüm.
Ayakucuma düşüp kırılan neşemi gözlerimle topladım. Ters yüzüne evime dönüp odama ka­vuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola… Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda, düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum.
Düşünmeye başladığım zaman, nasıl filmler­de bazı kırılan otomobillerin aksamı tekrar birbi­riyle süratle buluşup birleşirlerse, benim de içim­de kırılan şey, öyle birleşti. Tekrar neşemi bul­muştum, insanları sevmek arzusuyla sokağa çıktım.
Akşam oluyordu. Köşe başındaki tütüncüye uğradım. Güneş, satılmamış edebiyat mecmuaları­nın üstündeydi. Tütüncü dükkanındaki edebiyat mecmualarıyla aynı dükkâna vuran akşam ışığı arasında bir nükte, bir hayal yakalayabilmek için bakmaktaydım.
Lirayı tütüncüye vermiştim. Bana uzun bir zaman geçmiş gibi geldiği halde, ne liramın üstü, ne de tütün paketi bana verilmişti. Dükkâncıdan tarafa bakmaya mecbur oldum. Lira burnumun ucunda sallanıyordu.
- Bu, sağdan sola yırtık beyim, geçmez. Yu­karıdan aşağı olsa, geçer ama, böyle geçmiyor.
- Nasıl geçmez yahu, pekâlâ geçer, ben nasıl aldım?
- Kanun var efendi. Para koruma kanunu.
Kanunları bilmemenin, insanları cezadan kur­taramaz olduğunu biliyordum. Kanuna karşı gele­mezdim. “Deminki yirmi beşliği aradım, bir türlü bulamadım, yürüdüm.
Cebimden bir başka lira çıkarıp cıgara almak işime gelmiyordu. Kanunlardan kaçamak noktaları çıkarmak yalnız avukatların değil, her vatandaşın hakkıdır. Onun için bir başka tütüncüye aynı lira ile müracaatı.zeki bir hareket buldum. Bu tü­tüncü, lirayı aldıktan sonra paketi vermiş, para­nın üstünü iade ederken benim acelemden ve te­laşımdan şüphelenmiş olacak ki, verdiğim liraya bir daha bakmak zekâvetini gösterdi. Gülümseye­rek;
- Bir başka lira lütfederseniz iyi olur, dedi.
- Niçin?
- Bu geçmez de…
İzah ettirmeden lirayı geri aldım. Bütün fikri­mi ve muhayyelemi apaçık söyleyen aptal ve acayip gözlerim tütüncülerin yüzüne dikilmeden, kı­zarak tütüncü tütüncü dolaştım. Nihayet parayı geçiremeyeceğime kanaat getirmiştim. Cüzdanım­da daha hiç katlanmamış yepyeni bir liracığım da­ha vardı. Bir on bir buçukluk cıgara için bozdurul­maya kıyılmayacak kadar yeşil, hareli, kıvrak lira­mı evirdim çevirdim, fakat sonunda bir cıgara, ta­hammül edilemeyecek bir arzu gibi vücudumu sardı. İlk defa yaklaştığım kadına duyduğum hırsla, nasıl parayı bozdurup paketi açtığımı ve dudaklarıma cıgarayı nasıl koyup ateşlediğimi hatırlayamıyorum.
Mavi duman, bir bilek damarı gibi kabartılı ve sıcak, dudaklarımdan çıktı. Sevdiğimin parma­ğını öptüğüm zamanki bulanık bir haleti ruhiye içinde cıgaramı emiyor, yeniden kendimi on sekiz yaşına dönmüş sanıyordum. Kırılan neşemin son vidası, bir hayat hızıyla yerine yerleşmişti. Mesut­tum, insanları sevmek, şehrin yanan elektrikleri­ne karışmış sarı altın kuşlar avlamak, birine mer­haba demek, öbürünün tüylü ensesini avuçlamak, biraz ileridekinin güzel parmaklarını avuçlarıma almak…
- A, herif deli midir nedir, gülüyor.
Şakrak kızlardı. Her taraflarında bir kenar mahalle kokusu vardı. Lehçeleri derli toplu, aksantonikli* idi. İki arkadaştılar. Güneşten yanmıştıIar dirseklerinin yukarısında sıkılmış yaz kostüm­lerinin içinde buram buram terli aşk ve güneş fış­kırtıyorlardı. Yukarıki, “Aaa, herif deli midir, ne­dir?” cümlesini söyleyenin yüzüne, yine gayri şuuri aşkımla gülmüş olacağım ki, kendini tutamadı. Tatlı tatlı sırıttı. Cesaret aldım; peşlerine düştüm. Hızlı yürüyorlardı. Yetişmek için güçlük çekiyor­dum. Arasıra dönüp bakıyorlardı. Servet-i Fünun mısraları ile dolu, kurunuvustai fedakârlıklar ya­pacak gibiydim.
Ne söyleyebilirdim? Birkaç defa cesaretle ve kafamda hazırlanmış bir cümle ile kızlara yanaş­tım. Sonunda cümlemi beğenmedim, söyleyemedim. Beceriksizliğime küfrederek yine biraz arka­da kalmıştım. Bu sefer onlar durmuşlardı. Çekine çekine yürüdüm. Tam yanlarına yaklaşınca gele­cek bir ilhamla elbette güzel bir şey söyleyecektim. Gençken şair değil miydim? Muhakkak ilham bu bunalmış ânımda yardımıma hızır gibi yetişe­cekti. Hemen hemen yanlarındaydım ilham kana­dını sürmüştü. Cümlem hazırlanıyordu. Dişlerim kelimeleri çiğniyor, hazırlıyor gibiydi. Birden, bu sefer deminki cümleyi söyleyen değil de arkadaşı;
- Efendi, dedi, biraz daha peşimizden gelir­seniz, sizi polise vermeye mecbur olacağız.
Çırılçıplak Rum çocukları nerde ise etrafımızı alacak, nerde ise Fransızca konuşan tatlısu Frenkeri birbirlerine yine Fransızca vaziyetimi izaha kalkacaklar, nerde ise civelek, güzel matmazeller, büyümüş gözlerini pabuçlarımdan şapkama kadar gezdireceklerdi.
Geri dönmüş, kaçmak üzereydim. Kalantor, şişman, temiz giyimli, bomba yanaklı, mebus ve ya müteahhit kravatlı bir adam;
- Efendi, dur bakalım, dedi. Kadınlara sataşmaya utanmıyor musunuz? Vaziyetinize bakan da; sizi bir efendi zanneder, terbiyesiz herif.
Kadınlardan biri;
- Aman, bırakınız beyefendi, dedi, böyle adamlarla bir olmaya gelmez.
Neşem son haddini bulmuştu. Vidalarım sıkıl­mış, delk* ve temas yerlerim yağlanmış gibiydi. Bir makine homurtusuyla ıslık çalarak uzaklaştım. Bir şoför, yanımdan geçerek;
- Aldırma be delikanlı, dedi. Ne olacakmış?
-Aldıran yok be anam, dedim. Ne olacak?
Ardımdan birkaç kişi, “Sarhoş,” dediler.
Sarhoştum. Hava, elektrikler, şehir beni sar­hoş ediyordu. İnsanlar beni bir mıknatıs hızıyla kendilerine çekiyorlardı. Dünyayı ve şehri riyasız kucaklamak istiyordum.

Sait Faik Abasıyanık
(Varlık 58) , 1 Aralık 1935 – Semaver adlı öykü kitabından

Aksantonik: Vurgu
Delk: Sürtme, sürtünme


26 Şubat 2021 Cuma

Beş Yüz Günlük Fakirlik

    Ağustos 1966 başlarında eşim Mercedes’le birlikte Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün el yazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel  postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrúa’nın adresi yer alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik hesabını tamamlayıp şöyle dedi: "Borcunuz 82 pesos."
    Mercedes kâğıt paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle yüzleştirdi: "Bizde sadece 53 pesos var." 
    Bir yılı aşan fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir parçayı Buenos Aires’e gönderdik, bunları yaparken geriye kalanı yollamak için gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü, saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye veremezdik, zira yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir de evlendiğimizde Soledad Mendoza’ nın Caracas’ da armağan ettiği bir mikser. Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet garantisi olarak. 
    Pazartesi sabahı ilk iş, zaten düzenli müşterileri olduğumuz en yakın rehinciye gittik ve bize –yüzükler hariç– ihtiyacımızdan biraz fazla bir para verdiler. Ancak postanede romanın geriye kalan kısmını paketlerken onu en yanlış şekilde yollamış olduğumuzu fark edebildik: baştaki sayfalardan önce sondaki sayfaları yollamıştık. Yine de Mercedes bunu hiç de komik bulmadı çünkü o asla kadere inanmamıştır. 
    "Şimdi ihtiyacımız olan tek şey," dedi Mercedes, "romanın da kötü olması." 
    Bu cümle bütün umutlarımı bağladığım ve bitirmek için birlikte mücadele ettiğimiz kitabımla geçen 18 ayın doruk noktasıydı. O noktaya kadar, yedi sene içerisinde dört kitap yayımlatmış ve Colombian Esso yarışmasında 3.000 dolarlık ödülü kazanan ve böylece ikinci oğlumuz Gonzalo’nun doğumunu karşılayıp ilk arabamızı almamızı sağlayan In Evil Hour dışında neredeyse hiç para kazanamamıştım. 
    San Angel Inn tepelerinde bir orta sınıf evde yaşıyorduk; burası başka erdemleri yanında evin kiralanmasıyla kişisel olarak ilgilenen valiliğin başkâtibi avukat Luis Coudurier’e aitti. Altı yaşındaki Rodrigo ve üç yaşındaki Gonzalo, okulda olmadıkları zamanlar oynayabilecekleri güzel bir bahçeye sahiplerdi. Ben, Sucesos ve La Familia dergilerinin genel koordinatörüydüm, burada iyi bir maaşla iki yıl boyunca tek bir kelime yazmama görevimi başarıyla yerine getirmiştim. Carlos Fuentes’le birlikte Juan Rulfo’nun özgün hikâyesinden El Gallo de Oro’nun sinema uyarlamasını gerçekleştirmiştik. Yine Carlos Fuentes’le birlikte Pedro Páramo’nun son versiyonu üzerinde çalışmıştık. Chronicle of a Death Foretold’un ve Luis Alcoriza’yla birlikte Presagio’nun senaryosunu yazmıştım. Geriye kalan saatlerimde çeşitli işler yapıyordum, reklam metinleri yazıyor, televizyon reklamlarıyla uğraşıyor, şarkı sözleri kaleme alıyordum; böylece hayatımı idame ettirebiliyordum belki, ama hikâyeler ve romanlar yazamıyordum. 
    Uzun zamandır büyük bir roman yazma fikri aklımı zorluyordu; bu yalnızca o zamana dek yazdıklarımdan değil, okuduklarımdan da farklı olacaktı. Kaynağı olmayan bir çeşit terördü bu. Aniden, 1965 yılının başlarında Mercedes ve çocuklarımızla hafta sonu için Acapulco’ya gittik ve ben romanımın fikriyle öylesine meşguldüm ki neredeyse yoldan geçen bir ineğe çarpacaktım. Rodrigo bir mutluluk çığlığı attı: “Büyüdüğüm zaman ben de yolda inek öldüreceğim!” Kumsalda rahat edemedim. Salı günü Meksika’ya döndüğümüzde içimde daha fazla tutamadığım açılış cümlesini yazmak için daktilomun başına oturdum: “Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı.” O andan itibaren, kendimi bir gün için bile bu heyecan verici rüyadan uyandırmadım, ta ki son satırda Macondo cehenneme yollanana dek. 
    İlk aylarda en iyi gelir kaynaklarıma tutundum, ama dilediğim kadar çok yazabilmek için gereken süreyi yaratmayı başaramadım. Sonunda, hayat çekilmez bir hal alana kadar, önem verdiğim isteklerimi yerine getirmek için gece çok geç saatlere kadar çalışır oldum. Adım adım, her şeyden vazgeçmeye başladım ve sonunda gerçek hayatın güvenilir sesi beni yazmakla ölmek arasında basit bir tercih yapmaya zorladı. 
    Seçim açıktı, ne de olsa sonunda arkadaşlarımızı bile usandırdığımızda, Mercedes her şeyle –her zamankinden daha çok– ilgilenmeye başlamıştı. Mahalledeki dükkânlardan ve köşedeki kasaptan hayal edemeyeceğiniz kadar çok borç almıştı. İlk ıstırap anlarından itibaren faizli borç senetlerinin ayartmalarına direnmiştik, ta ki cesaretlenip rehinciye ilk saldırıyı yapana dek. Gündelik eşyalardan gelen paranın geçici tesellisinden sonra Mercedes’in yıllar boyunca ailesinden aldığı mücevherlere dönmem gerekti. Dükkândaki uzman onları bir cerrahın dikkatiyle inceledi. Sihirli gözüyle küpelerdeki elmasları, bir kolyenin zümrütlerini ve yüzüklerdeki yakutları tarttı ve kontrol etti, en sonunda bir boğa güreşçisinin pelerin hareketiyle bize döndü: "Bunlar camdan başka bir şey değil!" 
    Gerçek kıymetli taşların ne zaman sahteleriyle değiştirildiğini kontrol etmek için asla hevesimiz veya zamanımız olmadı, çünkü esrarlı kara boğa fena saldırmıştı. Bu, kuşkusuz bir yalan gibi görünecek, ama beni en çok sıkıntıya sokan sorunlardan birisi daktilo için kâğıt bulmaktı. Daktiloda yazarken yaptığım dil ve gramer hatalarının yaratıcılıkla ilgili hatalar olduğuna inanmak gibi kötü bir alışkanlıkla yetiştirilmiştim ve onları her fark ettiğimde sayfayı çekip çöp kutusuna atıyor sonra da en baştan başlıyordum. Mercedes ev bütçesinin yarısını bir hafta dayanmayan kâğıttan piramitlere harcıyordu. Bu muhtemelen karbon kâğıdı kullanmayışımın sebeplerinden birisiydi. 
    Böylesi basit sorunlar o denli üzerimize çullandı ki çözümü engellemeyi başaracak cesarete sahip olamadık: yeni aldığımız arabayı rehine vermekti çözüm, çarenin hastalığın kendisinden daha ciddi olduğundan şüphelenmemeliydik de, çünkü zamanı geçmiş borçları küçültmüştük, ama iş kirayı ödemeye gelince uçurumun kenarında bulmuştuk kendimizi. Şansımıza, iyi arkadaşımız Carlos Medina kirayı bizim için ödemekte ısrar etti, hem de yalnızca bir ayı değil başka ayları da; biz arabayı yeniden alana dek. Onun kiramızı ödemek için arabalarından bir tanesini rehine verdiğini bundan yalnızca birkaç sene önce öğrendik. 
    Her akşam en iyi arkadaşlarımız bizi ziyarete geldiler. Şans eseriymişçesine beliriyorlardı ve kitaplar veya dergileri bahane ediyorlar, bize rastlantısal göstermeye çalıştıkları kap kap yemekler getiriyorlardı. Carmen ve Alvaro Mutis, bu arkadaşların en devamlıları, beni romanımın yazmakta olduğum bölümünü onlara anlatmam için teşvik etmeye uğraşıyorlardı. Onlar için acil ihtiyaç bölümleri yaratmayı becerdim, çünkü sahip olduğum bir boş inanca göre yazdığımla ilişkili konuşmak büyüyü kaçırırdı. 
    Carlos Fuentes o zamanlar uçmaktan çok korkmasına rağmen dünyanın yarısını geçip geldi. Onun eve dönüşleri yazmakta olduğumuz kitaplarımızı tartışmamız için daimi bir ortam sağlıyordu. María Luisa Elío baş dönmesiyle ve kocası Jomi García Ascot şiirsel heyecanıyla paralize olmuş şekilde, benim emprovize hikâyelerimi ilahi bir öneme sahiplermişçesine dinliyorlardı. Böylece onların ilk ziyaretlerinden itibaren kitabı onlara adamak konusunda hiç şüphem olmadı. Kısa sürede onların heves ve tepkilerinin romanımı aydınlattığını fark ettim. 
    Mercedes üç aylık kira borcumuzun biriktiği Mayıs 1966’ya, yani kitabıma başlayışımdan bir yıl sonrasına kadar, borç bulma taktiklerini benimle bir daha konuşmadı. Telefonda daha önce ona umut vermek için defalarca yaptığı gibi ev sahibiyle konuşuyordu ve aniden telefonun ağzına gelen kısmını eliyle kapattı ve bana kitabımı ne zaman bitireceğimi sordu. 
    Bir yılı aşkın pratiğimin sonucunda elde ettiğim ritimle, altı aya gereksinimim olduğunu tahmin ettim. Mercedes hesabını yaptı ve ev sahibine sesinde en ufak bir titreme olmadan şöyle dedi: “Altı ay içerisinde size her şeyi ödeyebilecek hale geleceğiz.” 
    “Affedersiniz, hanımefendi,” diye sordu ona ev sahibi, “O zaman borcunuzun inanılmaz bir toplam tutacağının farkında mısınız?” 
    “Farkındayım,” dedi Mercedes, hareketsiz; “ama o zaman her şeyi halletmiş olacağız. Endişelenmeyin.” Adamın sesi, tanıdığımız en kibar ve sabırlı adamlardan birisi olan ev sahibimizin sesi, yanıt verirken titremedi hiç: “Çok iyi hanımefendi, sözünüz benim için fazlasıyla yeterli.” Hesaplamalarını yaptı: “Parayı eylül ayının yedisinde ödemenizi bekliyorum.” 
    Yanılmıştı. Yedisi değil dördüydü; kitabın ilk baskısı için aldığımız beklenmedik çekle ödemeyi dördünde yapmıştık. Kalan ayları toptan bir sayıklama içerisinde geçirdik. En yakın arkadaşlarımdan oluşan ve durumun farkında olan grubum bizi eskisinden sık ziyaret etmeye başladılar, hepsi de yaşamı sürdürme mucizelerini içeren hikâyelerle doluydular. Luis Alcoriza ve Avusturyalı eşi Janet Riesenfeld Dunning sık gelen ziyaretçiler değillerdi, ama evlerinde efsanevi partiler düzenlerlerdi, yanlarında arkadaşları ve film dünyasının en güzel kadınları olurdu. Çok sık, bizi görmek için bahanelerle gelirlerdi. Luis, İspanya dışında yaşayıp da Valencia’dakilere eş güzellikte tortilla* yapabilen tek İspanyoldu ve Janet klasik dans yeteneğiyle bizi bulutların üzerine fırlatıyordu. García Riera’lar, film fanatikleri, pazar akşamları bizi evlerine sürüklüyorlardı ve önümüzdeki haftayla yüzleşme deliliğinden kurtulmamızı sağlıyorlardı. Bu noktada roman o kadar ilerlemişti ki kendime arkadaşlarımızın ziyaretleri esnasında yarattığım yalan hikâyeleri zenginleştirme lüksünü tanıdım. Bu hikâyelerin başkaları tarafından anlatıldığını sıkça duyardım ve ağızdan ağıza yayılmalarındaki hıza şaşırırdım. 
    Ağustosun sonunda romanın sonunun yaklaştığını gördüm. Karbon kâğıdı kullanmıyordum ve fotokopi makineleri de yoktu, bu yüzden elimde iki yüz sayfanın yalnızca orijinal halleri vardı. Pera’nın tanrılarının besiniydi bunlar, Esperenza Araiza, Cuauhtémoc'un varoşlarında şair ve filmcilerin kaldığı bir Drakula şatosunda yaşayan iyi bir daktiloydu. Boş zamanlarında Pera, Meksikalı yazarların harika işlerini daktilo etmişti ve bu işler arasında bazı Buñuel senaryoları da vardı. Romanın son halini daktilo etmesini istediğimde eserim düzeltmelerle doluverdi; önce siyah mürekkeple ve sonra karışıklığı engellemek için kırmızı mürekkeple. Ama bu, delilerle dolu bir kafese alışmış bir kadın için hiçbir şeydi. Eserimi merak edip okumadı yalnızca, aynı zamanda ödemelerim gerçekleşene kadar para almamayı da kabul etti. Pera bir bölümü daktilo ederken ben çeşitli renklerde mürekkeplerden işaretlerle bir sonrakini düzeltiyordum – amacım metnimi kısaltmak değil, ona en yüksek seviyede yoğunluk kazandırmaktı ve sonuçta kitap orijinal halinin yarısına indi. Pera düzeltilmiş üçüncü bölümün tek kopyasını eve götürdüğü sırada, otobüsten inerken sağanak yağmura kapılıp düştüğünü ve kâğıtların sokağa uçuştuğunu yıllar sonra itiraf etti. Diğer yolcuların yardımıyla ıslak ve neredeyse okunmaz hale gelen kâğıtları toplamış ve sonra onları evde ütüyle kurutmuştu. 
    Sonraki bölümler için düzeltmeleri tamamlamadığım bir cumartesi günü bu hikâyenin en duygusal olayını yaşadım; Pera’yı arayıp ona düzeltilmiş metni pazartesi vereceğimi söyledim. Uzun süren bir duraksamanın ardından bana Aureliano Buendía’nın Remedios Moscote’yle yatıp yatmayacağını soracak kadar cesur davrandı. Evet, diye yanıtladığımda, derin bir iç çekip rahatladı. 
    "Tanrıya şükür," diye bağırdı ansızın, "bunu bana söylemeseydin pazartesiye kadar uyuyamayacaktım." Daha önce ismini hiç duymadığım Paco Porrúa’dan neden o sıralarda olduğunu asla bilmediğim zamansız bir mektup aldım. Mektupta Editorial Sudamericana adına benden zaten aşina olduğu bütün kitaplarımın yayın hakkını istiyordu. Bunun üzerine kalbim kırıldı çünkü kitaplarım farklı farklı yayınevlerinde uzun süreli anlaşmalarla basılıyordu ve yayın haklarını devretmem kolay olmayacaktı. Düşünebildiğim tek teselli yayımı için kimseye söz vermediğim çok uzun bir romanı bitirmek üzere olduğum ve ilk bitmiş kopyasını kendisine birkaç gün içerisinde yollayabileceğimdi. Paco Porrúa önerimi yolladığı telgrafla kabul etti ve bana avans olarak 500 dolarlık bir çek gönderdi. O zaman için ödeyeceğimizi söylediğimiz dokuz aylık kira için tam yetiyordu bu para ve benim kötü hesaplamam yüzünden, romanın nasıl biteceğini bilemiyorduk. 
    Pera’nın temize çektiği metin üç kopyasıyla birlikte iki veya üç hafta sonra hazırdı. Alvaro Mutis daha yazıcılara ulaşmayan son halini almış kopyanın ilk okuyucusuydu. İki günlüğüne yok oldu ve üçüncü gün kalpten gelen bir kızgınlıkla, romanımın arkadaşlarımı eğlendirmek için anlattıklarımdan ve kendisinin de arkadaş çevresine zevkle aktardıklarından başka bir şey olduğunu keşfetmiş halde beni aradı. "Senin yüzünden bir budala gibi görüneceğim," diye bağırdı. "Bu kitabın senin bize anlattığınla alakası yok." 
    Sonra gülüp şöyle dedi: "Ayrıca söylemeliyim ki bu hali çok daha güzel olmuş." 
    Romanın ismini o dönemde bulup bulmadığımı anımsamıyorum ve aynı zamanda romanın ismini nerede veya ne zaman veya nasıl düşündüğümü de. Arkadaşlarımızdan hiçbirisi bunu açıklığa kavuşturamadı. O zaman rica etsem hayali bir tarihçi bu gerçeği icat etme lütfunda bulunabilir mi acaba? 
    Alvaro Mutis'in okuduğu kopya postayla iki parçada yolladığımız kopyaydı ve diğerini de Buenos Aires’e yaptığı yolculuklardan birisinde yanına "garanti" olarak almıştı. Üçüncü kopya Meksika’da zor zamanlarda arkamızda duran arkadaşlar arasında dolandı. Dördüncüyü Barranquilla’ya yolladım ki romanımın çok sevdiğim üç kahramanı onu okuyabilsin: Alfonso Fuenmayor, Germán Vargas ve Alvaro Cepeda (kızı Patricia onu hâlâ bir hazineymişçesine saklar). Kitabın basılmış kopyası elimize ilk ulaştığında, yani 1967 Haziranı’nda, Mercedes ve ben Pera’nın fazla fazla işaretli kopyasını yırtıp attık. Bunun en değerlisi olduğunu bir an için bile düşünmedik, bu kopyada üçüncü bölüm yağmur ve ütü izlerinden zar zor okunabiliyordu. Kararım masum veya alçakgönüllü değildi; kopyayı yırttık ki kimse benim gizli edebi marangozluğumun izlerini keşfedemesin. Dünyanın bir köşesinde başka kopyalar da vardır belki, özellikle de Editorial Sudamericana’ya ilk edisyon için yollanmış iki kopya. Ben her zaman Paco Porrúa’nın onları ilahi kalıntılar olarak gizlediğini düşünmüşümdür. Ama o bunu reddediyor ve benim için onun sözü altındır. 
    Yayınevi bana ilk prova kopyalarını yolladığında onları aldım ve onur konuğu Luis Buñuel’in açgözlü merakını doyurmak için Alcoriza’ların evinde düzenlenen partiye götürdüm. Alcoriza’nın yaptığımız konuşmadan çok etkilendiğini görüp provaları ona adamaya karar verdim: Luis ve Janet için, tekrarlanmış bir ithaf ama tek gerçek olanı: "Onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarından." İmzamın ["Gabo"] yanına tarih attım: 1967. Tekrarlanan imza ve tırnak işaretlerinin orada olma sebepleri Alcoriza ailesine yaptığım önceki bir ithaftı. 
    On sekiz yıl sonra, Yüzyıllık Yalnızlık kariyerinde başarıya ulaştıktan sonra, birisi Alcoriza’nın evindeki olayı anımsadı ve ithaf yazılı prova baskılarının bir servet edeceğini söyledi. Janet onları sandığından çıkarttı ve herkes ona bu sayfaları satıp fakirliklerini anında sona erdirebilecekleri konusunda şakalar yapana kadar odadakilere gösterdi. Alcoriza çok tipik bir davranış sergiledi ve göğsünü iki yumruğuyla döverek öfkeli ve yüksek sesiyle ve korkunç İspanyol azmiyle bağırdı: “Bir arkadaşımın bana ithaf ettiği bu hazineyi satacağıma ölürüm daha iyi.” 
    İlk seferinde kullandığım aynı kalemi çıkarttığımda herkes alkışladı ve on sekiz yıl öncesinin tarihini taşıyan ithafın altına şöyle yazdım: “İspatlanmıştır, 1985”. Ve bu 180 sayfalık belgeyi imzaladım, yine elimde 1026 düzeltmeyle ve ilk seferki gibi: Gabo. 
    Luis Alcoriza 1992 yılında inzivaya çekildiği Cuernavaca'da öldü. Janet altı yıl sonra ölene dek çevresinde az sayıda arkadaşıyla orada yaşamayı sürdürdü. Aralarında en sadık kişi Héctor Delgado'ydu ve Janet onu resmi vârisi ilan etti. Bir Amerikan üniversitesi geçenlerde kendisine kitabın prova kopyası için 521.300 dolar teklif etti. Bu hikâyede adil olmayan tek şey Luis ve Janet’nin son yıllarını bir sandığın dibinde zamandan ve güvelerden gizlenmiş yüzbinlerce dolarla geçirmiş olmaları, çünkü onlar yenilmez İberli asaletleriyle arkadaşlarının, onları dünyada her şeyden çok seven arkadaşlarının armağanını satmayı düşünmezlerdi bile. 

Gabriel Garcia Marquez

The Guardian: Saturday Review, 24 Kasım 2001 
İngilizceden çeviren: Kaya Genç | Kitaplık sayı:77 
edebiyathaber.net (17 Temmuz 2012)

Ekmek, Şarap, Sen ve Ben

 

Ekmek şarap sen ve ben
bir de sabahın dördü
dışarda kar
odamız ılık
gözlerin ılık ılık damlarken boş kadehe
anlattın bana ağzı sarımsak kokan bir oğlanla yattığını
aşkı tattığını, karım dediğini ve aldattığını

kıskandım Gogen’i Tahitilim
terlemiş vücudunu silerken
cüzzam mikrobunu ve yaktığı kulübesini
saçların bağlamıştı ellerimi muz kokulum
güneşi doğurmuştu ölü cisim
martı çığlıklarıyla bir sahil kayalığında
nefesin vücudumu yakıyordu yer yer
sam yelim sahra-i kebirim
kahrettim her şeye o gün
babanın şarap çanağına,
Gogen’e,
kadere,
sana,
bana,
bir de gittiğin arabanın tekerine

ne diyordum arkadaş….
diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini

sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni
bazen kadın hamamında tellak….
bazen Kristof Kolomb
Napolyon’ken düşünürüm Elbe’de geçen günleri
Timur’ken Beyazıt’ı yenişimi….
bir kere Aristo’nun hocası olmuştum
ona verdiğim dersle gurur duymuştum
bazen Jan Dark’ ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
bazen odunun ateşleyen bir cellat olurum

eğer daha da içersem
Shakespeare halt etmiş derim karşımda
salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
işte Mozart’ın aradığı melodi bu diye gülerim
enayiymiş be Platon…
bir içsin de görsün….ne felsefesi varmış bu hayatın
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu

ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim neme lazım senin
kendine bak; sen de bir serserisin bir sarhoş….
ve yavaş yavaş kaybolur acı kahkalarım
şehrin izbe sokaklarında
yavaş yavaş kaybolur benliğim…

İhsan Yüce
İllüstrasyon: Rüzgâr Fidan


25 Şubat 2021 Perşembe

Seni Saklayacağım

Seni saklayacağım inan
Yazdıklarımda, çizdiklerimde
Şarkılarımda, sözlerimde.

Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.

Sen göreceksin duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.

Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.

Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.

Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.

Bir gün, tam anlatmaya...
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım...
Anlayacaksın.

Özdemir Asaf

Fotoğraf. Yunus Yıldız (Santa Harabeleri, Arsin)

Anne

Bırak kalsın masada ekmek
Testide su
Ayna puslu, pencere camı kirli
Bırak kalsın saçların dağınık,
Gözlerin uykulu.
Saksıdaki çiçek susuz, kedi
Yalını bekler bir köşede
Bırak kalsın meyve ağaçta,
Kırlangıç havada
Dama düşen ince yaz yağmuru...
Yoruldun artık, bütün gün
Didinip durdun
Toprak bile, gök bile, deniz bile
Bir yerde yorulur
Bırak kalsın süpürge duvarda,
Sabun kovada
Anne, gel yanıma otur.

Ahmet Erhan

Resim: İrfan Ertel

24 Şubat 2021 Çarşamba

Derdimi Sorarsan


Derdimi sorarsan gönül yarası 
Bir de sen yarama baksana tabip 
Anladım ki dünya yalan dünyası 
Bir de sen yarama baksana tabip 

Katarlandı dost kervanı yürüdü 
Şu garip gönlümü duman bürüdü 
Zalimin elinden ömrüm çürüdü 
Bir de sen yarama baksana tabip 

Akarsu'yum kaldım ıssız sahrada 
Sıra sıra dağlar kaldım arada  
Birkaç günlük ömrüm kaldı şurada 
Bir de sen yarama baksana tabip

Muhlis Akarsu
Fotoğraf: Nehir Güler




İzleyiciler